07-05-2009 23:11

Zenginlik kötü müdür?

M. Kürşad Atalar, zenginlik kavramını ve Müslümanlar arasında zenginliğe yönelik yaklaşımları sorgulayan bir yazı kaleme aldı.

Zenginlik kötü müdür?

M. Kürşad Atalar, zenginlik kavramını ve Müslümanlar arasında zenginliğe yönelik yaklaşımları sorgulayan bir yazı kaleme aldı. Atalar, zenginliğin bizatihi kendisinin iyi ya da kötü olarak nitelenemeyeceğini söylüyor:

Zenginlik Bizatihi Kötü Değildir!

M. Kürşad Atalar / Nida Dergisi

Müslümanların algılayışlarında yanlışlıkların bulunduğu birçok kavramdan biri de ‘zenginliktir.’ Kur’an’da ‘zengin olmayı’ takbih edici her hangi bir ifade yer almamasına rağmen, tarihsel ya da ‘harici’ etkiler dolayısıyla, bazı Müslümanlar, zenginliğin ‘bizatihi’ kötü olduğunu düşünmekte hatta bu düşünceyi hararetle savunmaktadırlar. Gelenekte özellikle tasavvuf ve Şia ekollerinin yaklaşımları, modern dönemde de ‘sosyalist’ etki nedeniyle, ‘zenginlik düşmanlığı’ olarak adlandırılabilecek bir anlayış kimi kesimleri etkilemiştir. Tasavvuf, “bir lokma bir hırka” felsefesini takvanın ölçütü olarak alırken, Şia, bilhassa Ebu Zer ‘kültü’ üzerinden zenginlik kavramına ilişkin ‘negatif’ bir tutum takınmıştır. Modern dönemde ise, sosyalist düşüncenin özellikle ‘kapital’ kavramına yönelik eleştirileri, bazı Müslümanların zihinlerinde makes bulmuştur. Ama bilinmelidir ki, bütün bu (ve benzeri) yaklaşımlar, özü itibarıyla yanlıştır. Çünkü İslam’da zenginlik ‘bizatihi’ kötü bir şey değildir.

Bilinmelidir ki, zenginlik karşıtlığı, ekseriya, ‘değer’ hükmündeki maddi ‘varlık’ların (yani ‘mal’ın), zulüm aracı olarak kullanılmasından kaynaklanır. Ancak dikkat edilirse, burada suçlu bizatihi ‘mal’ (veya ‘değerli varlıklar’) değildir. Burada suçlu, malı, zulme aracı kılanlardır. Yani serveti, haksız şekilde kullananlardır. İşte bu ilişkinin doğru bir biçimde kurulmaması yüzünden, tarih boyunca ‘servet düşmanlığı’ olarak adlandırılabilecek bir yaklaşım, değişen derecelerde görülegelmiştir. Hatta bütün bir tarihi ‘zengin-yoksul savaşımı’ olarak görenler bile vardır. En nihayetinde tarihi ‘ekonomi’ kavramı temelinde açıklayan Marksist anlayış da, bu kategoriye dâhil edilebilir. Burada ‘kâr’ kavramına ilişkin yanlış bir bakış açısı söz konusudur. Bu yüzden de, örneğin ‘alışveriş’ten elde edilen kazanç ile ‘faiz’ kazancı birbirine karıştırılmaktadır. Halbuki alışverişten elde edilen kazanç belli bir emeğin ürünü iken, faizden elde edilen kazancın ‘ekonomik’ bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla da faiz kazancı aslında bir başka ‘zulm’e karşılık gelir. İşte bu ‘ayrım’ı ‘zenginlik’ kavramı konusunda da yapmak gerekir. Kişilerin meşru yoldan elde ettikleri kazanç (‘mal-mülk’ veya ‘servet’) meşrudur. Meşru yolda kullanıldığı takdirde de, ‘hayr’ doğurur. Bu yoldan elde edilen ‘zenginlik’, esas itibarıyla, ‘övülmüş’tür. Çünkü bu şekilde artan ‘mal’ın, toplumsal adaletin tesisi yönünde işlevi olacaktır. Ekonomik faaliyetler canlanacak ve böylece “yeryüzü imar olacak”; infak, tasadduk ve zekat kurumları vasıtasıyla da, fertler arasındaki dayanışma duyguları gelişecek ve güçlenecektir.

Bu husus o kadar açıktır ki, İslam’ın 5 şartı olarak bilinen Zekat ve Hacc ibadetlerini ancak belirli bir maddi varlığa sahip olan müminler yapabilmektedir. Kur’an, ‘mal’ ve canları ile cihad eden müminlerden övgüyle bahsetmekte, hatta cennetin “mal ve can” karşılığında müminlere ‘satıldığını’ söylemektedir. Kur’an’da infak, sadaka ve zekât ile ilgili pek çok ayet vardır ve bunların hepsinde muhatap, bir anlamda ‘zengin mümin’dir. Dolayısıyla, müminin zengin olmasında bizatihi bir sorun yoktur. Sorun, zenginliğin hangi amaç doğrultusunda kullanıldığıyla ilgilidir. Evet, Kur’an, zenginliği bizatihi kötülememektedir; fakat bu ‘imkân’ın başkalarının zararına kullanımını yasaklamaktadır. Hatta ‘yetimin malının yenilmesi’, ‘faiz’ ve ‘zekâtın verilmemesi’ gibi durumlarda üslup sertleşmektedir. Faizi yasaklayan Bakara:279. ayette, bu uygulamayı sürdürenlerin “Allah’a karşı harp ilan etmiş sayılacağı” bildirilmektedir ki, Kur’an’ın bu tür ifadeleri genellikle ‘iman-şirk’ mevzularında kullandığı bilinmektedir. Peki, buradan ‘mal’ konusunda yapılan ‘zulümler’in sonuçlarına ilişkin bir hükme varmak mümkün müdür? Elbette (mutlaklaştırmamak kaydıyla) ‘makasad-ı Şeria’ ve ‘hükümlerin hikmetleri’ bağlamında bir takım düşünceler serd edilebilir. Bilindiği gibi, ‘mal’, esas itibarıyla insan emeğinin ürünüdür (Mirası dahi, geçmişten tevarüs eden emek toplamı olarak tarif etmek mümkündür). Emek ise, her türlü ‘değer’in kaynağında yer alır. Örneğin altının bile ‘işlenmedikçe’ ekonomik bir ‘değer’i yoktur. Tahta parçalarını mobilya haline dönüştüren; kum, çimento ve demirden muazzam binalar üreten, insan emeğidir. Bu nedenledir ki, ‘işçilik ücreti’, her daim ürün ‘fiyat’larının belirlenmesinde önemli kalemlerden biri olmuştur. Kısacası, insan emeği olmadan, “yeryüzünün imarı” gibi bir görevi yerine getirmek de mümkün değildir. Bu nedenle, ‘emek’ değerlidir. İnsana da zaten ‘çalıştığı’ kadarı vardır. İşte ‘ekonomik adalet’ de, ancak insanın çalışmasının karşılığını alması durumunda gerçekleşir. Ekonomik adalet ise, aslında toplumsal adaletin önemli bir boyutudur. Ve bu nedenle üzerinde hassasiyetle durulmuştur.

İslam’da ekonomik adaletin tesisi noktasında birçok ‘kurum’ vardır. Bunların başında da ‘zekat’ gelir. Zekat, çok yönlü bir ibadettir ve sadece fakirlerin (veya muhtaçların) durumunun iyileştirilmesi gibi bir işlev görmez; ayrıca ‘borçluluk’ durumlarında ekonomik tıkanmaları da önleyici bir işlevi vardır. Tasadduk ve infak da, benzer işlevleri olan kurumlardır. Müminler bu ibadetleri ‘gönüllü’ olarak yerine getirirler ve karşılığında ‘Allah’ın rızası’nı umarlar. Bu amaç, mümin için her türlü gayenin üzerindedir. Zaten müminin “namazı, ibadetleri, hayatı ve ölümü” Alemlerin Rabbi olan Allah içindir. Dolayısıyla ‘muhtaca, miskine, yetime, yolda kalmışa…” yapılan mali yardımlar hep bu amaca hizmet edecektir. Elbette, Allah’ın rızasını elde etmek niyetiyle yapılan bu ibadetlerin toplumsal sonucu da olacaktır. Nitekim bu kurumlar gereği gibi işlevlerini gördüklerinde “toplumda zekat verecek kişinin kalmadığı” durumlar yaşanabilecektir. İşte “o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet haline gelmesin” (Haşr:7) emrinin gereği böylece yerine getirilmiş olacaktır. Ancak ekonomik varlığın belirli kesimlerin elinde toplanmamasından, sosyalist (veya komünist) bir paylaşımcılığın önerildiği neticesi çıkarılmamalıdır. Çünkü komün yaşam tarzında servetin ‘ortak’ kullanımının da özü itibarıyla ‘zulm’ olduğu açıktır. Çünkü bu kez de, servetin üretilmesinde emeği olmayan kesimler, çalışanların emeğini sömürmektedirler ki, bu uygulamanın da birçok zararlı neticesi olduğu bizzat yaşanarak görülmüştür. ‘Eşitsizlikler’i tamamen kaldırma yönündeki projeler, gerçekçi olmadıkları gibi adil de değildirler. Büyük ‘risk’ içeren işlere girip daha ‘çok’ kazanan işadamının, riski daha düşük olan bir ‘küçük işletme’ sahibinden daha çok kazanması hakkaniyete uygundur ve dolayısıyla da adildir. Asıl adaletsizlik, bu iki iş adamının kazançlarını ‘eşitleme’ yönünde yapılan uygulamalardır. ‘Yetenek’ farklılığı ve ‘takdir’ gereği meydana gelen eşitsizlikleri gidermek için ise, toplumsal dayanışma duyguları içerisinde hareket etmek lazımdır. Çünkü bu konularda ‘emek’ kriteri üzerinden bir değerlendirme yapmak hakkaniyete uymaz. Burada ‘Allah rızası’ ve ‘merhamet’ gibi kavramlar devreye girer. Nitekim “Karz-ı Hasen” kurumu ve ‘vakıf’ uygulaması bunun iyi birer örnekleridirler.

Konuyla doğrudan ilgisi nedeniyle burada Hz. Süleyman örneğinden bahsetmemiz de yerinde olacaktır. Hz. Süleyman, zenginliğin bizatihi kötü bir şey olmadığının Kur’an’daki en net örneği olarak alınmalıdır. Çünkü hükümdarlığın, cinlere hükmetmenin, hayvanların dilinden anlamanın yanında zenginlik olarak bilinen her şeye de sahiptir. Öyle ki ‘köşk’ünün zemini billurdan olacak denli varlıklıdır (Neml:44) Ve üstelik bir peygamberdir. Dolayısıyla bir mümin de, hem zengin hem de ‘şükreden’ bir kul olabilir. Nitekim Hz. Süleyman da, bu nimetlerin kendisine ‘imtihan’ amacıyla verildiğinin bilincindedir (Neml:40). O halde mesele, zengin olup-olmamak değil, zenginliğin meşru bir amaç için kullanılıp kullanılmadığıdır. Mümin, mal ve can ile imtihan olunmanın ‘çetin’ olduğunun bilincinde olmalıdır. Her ikisi de zorlu sınavlardandır. Dolayısıyla bu sınavları geçebilenin, ‘takva’ düzeyi de elbette yüksek olacaktır.

Ancak “veren el, alan elden üstündür” gibi hadislerden hareketle, “ne şekilde olursa olsun zenginleşmeyi” meşrulaştırmak mümkün değildir. Özellikle de son yıllarda ‘siyasi’ kanalları kullanarak ve ‘kayırmacılık’ yoluyla zenginleşen bazı kişilerin yaymaya çalıştığı söyleme karşı dikkatli olunmalıdır. Buna göre: “Müslüman önce zengin olmalı, sonra da bu zenginliğini İslam’ı vs. yayma yönünde kullanmalıdır.” Bu söylem sahiplerinin kahir ekseriyetinin zenginleştikten sonra sistemin bir ‘parçası’ haline geldikleri iyi gözlemlenmelidir. Bu, boşuna değildir. Çünkü bu söylem ‘masum’ bir söylem değildir. Burada amaç, İslam’a hizmet vs. değil, bilakis öncelikle (ve belki de sadece) ‘zengin olmak’tır. Bu nedenle olmalıdır ki, bu kişiler zenginleştikten sonra, Müslümanlıkları ancak ‘görüntü’ düzeyinde kalabilmektedir. Bilinmelidir ki, asıl belirleyici olan, zenginliğin ‘nasıl’ elde edildiğidir. Zenginlik, meşru yollardan elde edilirse, meşrudur. Kişinin ‘müslümanlık’ iddiasında bulunması (veya ‘müslüman’ olması), ‘haram yoldan’ ulaşılan zenginliği meşrulaştırmaz. Bu şekilde elde edilmiş bir zenginliğin de kimseye hayrı dokunmaz. Çünkü sonuçta ‘zulüm’le elde edilmiştir ve bu şekilde elde edildiği için de toplumsal yapının bozulması yönünde bir etkisi olacaktır. Bu süreç devam ettiği taktirde, ‘ekonomik zulüm’ toplumun bütününe yayılacaktır. O nedenle, zenginlik ancak meşru yoldan elde edildiği taktirde ‘hayra’ vesile olabilir. Müslümanlar her işlerinde olduğu gibi, ekonomik faaliyetlerinde de Hududullah’a uymalıdırlar. Allah’ın sınırlarına uygun olarak elde edilen ve Allah yolunda kullanılan zenginlik ise, elbette ki makbuldür ve hayra vesile olacaktır.

YORUMLAR
  • ömer bitlis   09-05-2009 00:36

    Kürşat Beyin yazısıyla ilgili birkaç tane not düşmek istiyorum. 1- Herdoğru heryerde söylenmeyeceği gibi, her zamandada söylenmez. (Bundan yazdıklarının tamamının doğru olduğu çıkarılmasın, sadece günümüzün kapitalist tüketim kültürü içerisinde bu yazının çokda yeri olmadığına işaret etmek istiyorum) 2- Yazıda bolca islami yargılar mevcur ancak deliller (ayet , sünnet vs) gösterilmemiş. Genel prensip olarak islami bir yargıya varılıyorsa delilleri dipnot düşülmeli diye düşünüyorum. (Belkide delili olmadığından yada aksi delil fazla olduğundan düşülmemiştir) 3- Zengin olmak kötülenmemiş olabilir ancak kuruması istenen sistem zengin olmanın önüne geçiyorsa bunu iyi irdelemek lazım. 4- Zengin olmak iyidir hem bakın zenginler ancak zekat verir hacca gider mantığı yanlış. Zenginlikten kasıt hacca gidecek, zekat verecek kadar parası olmak mıdır? Ayrıca zengine zekatı ve haccı emretmek ona lütuf değil, zengin omayana ruhsattır. (Allah doğrusunu bilir.) 5- Elbette müteşebbislerin, risk sahiplerinin, çok çalışanların daha fazla geliri olması doğaldır, ancak ne kadar çok? 6- Yazının son paragrafı üstteki paragrafları nesh eder bir halde yazılmış, çelişkiler mevcut gibi. 7- En nihayetinde yazının geneli yazarında belirttiği üzere "Müslüman önce zengin olmalı, sonra da bu zenginliğini İslam’ı vs. yayma yönünde kullanmalıdır." söyleminin sahiplerinin işine yarayacak gibi gözüküyor. Allah hepimizi hesabını veremeyeceğimiz rızıktan korusun. (Amin)