Zâlim kılıçlarına, mazlûm kanıyla direnişin sembol günü
Kerbelâ’da, hak anlayışını kılıç gücüne göre şekillendirenler karşısında maddî planda yenilgiye uğrayanlar, müslümanlar olarak hepimizdik. Böyleyken, o facianın mâtemine ilgisiz kalışımız da, o ‘tarihî hesablaşma’yı asla unutmamak gerektiğini düşünen müslümanlardaki yalnızlık ve kırgınlık duygularını daha bir tahrik ediyor...
Selahaddin Eş ÇAKIRGİL
Evet, bugün ‘Âşûrâ-y’i Huseynî..’ Ki, geçmişteki kültürümüzde, sünnî anlayışın hâkim olduğu Osmanlı kültür ve edebiyatında bile, ‘Âşûrâ’ üzerine yazılanlar ve ‘Muharremiye’ler, büyük bir külliyât teşkil eder..
(Bu satırların sahibi, ‘Kerbelâ Faciası’na dair ilk derin teferruatlı bilgileri Ahmed Cevdet Paşa’nın ‘Kısâs-i Enbiyâ ve Tevaruh’ul Khulefâ’sından günler boyu ağlayarak okumuş ve bu konulara ilk o zaman teferruatıyla muttali’ oluşuna hayıflanmıştı; 40 sene öncelerde..) Bugün ise, ‘despotik laik’ zulüm ve darbeler altında iyice örselenen toplumumuzda niceleri, asıl mes’elenin ‘iman’ı korumak ve kurtarmak’ olduğunu söyleyip; Kerbelâ Faciası’yla meşgul olmayı gereksiz sayıyor gibiler.. Halbuki, o facianın hele ‘nasıl’ olduğundan ziyade, ‘niçin’ olduğunun anlaşılması, İslâm Milleti’nin asırlar boyu maruz kaldığı zulüm uygulamalarının temelini de anlamaya vesile olacak bir özellik taşımaktadır. Ve, âvam, ‘nasıl’a cevab aramaya çalışır; havâs ise, ‘niçin’e..
Yıldızı göstermek için parmağını göklere uzatan kişinin işaret ettiği yere değil de; merakla parmağının ucuna bakanlar her toplumda daima bulunur..
Resul-i Ekrem (S)’in, ‘Cennet gençlerinin seyyidleri’ olarak nitelediği iki torunundan ikincisi olan Hz. Huseyn’i sevmeye gelince, hiç kimseden geri olmadığımızı söyleriz ve onu sahibleniriz de; onun mâruz kaldığı ve müslümanların vahdetine saplanmış bir hançer olarak da asırlarca fonksiyon ifade eden Kerbelâ Faciası’na gelince.. Onun hele de ‘niçin’ olduğunu anlamaya çalışmanın bize kazandıracaklarını düşünmek zahmetine bile katlanmak istemez ve bu konunun daha çok alevîleri, şiîleri ilgilendirdiğini sanırız. Halbuki, Kerbelâ’da olanlar, hiç değilse, yılda bir kez dahi anılsa, o bile, o ‘niçin’i anlamaya vesile olabilir.. Doğrudur ki, alevî kitleler, konunun ‘niçin’inden çok, ‘nasıl’ıyla meşgul olurlar genelde..
Dünyadaki müslümanların yaklaşık beşte birini teşkil eden 250 milyon kadar şiî -ve daha genel bir söyleyişle, alevî- müslüman bugün, dünyanın her bir yanında, mâtem tutarken; bizim o konuya ilgimiz, genelde ve en fazla, ‘âşure tadlısı’ yapmak şeklinde ortaya çıkmaktadır.. Ve bu mâtemin vesile olduğu o büyük faciayı, adeta, sadece o onmilyonların, yüzmilyonların yenilgisinin ağlayışı zannederiz.. Halbuki, Kerbelâ’da, hak anlayışını kılıç gücüne göre şekillendirenler karşısında maddî planda yenilgiye uğrayanlar, müslümanlar olarak hepimizdik. Böyleyken, o facianın mâtemine ilgisiz kalışımız da, o ‘tarihî hesablaşma’yı asla unutmamak gerektiğini düşünen müslümanlardaki yalnızlık ve kırgınlık duygularını daha bir tahrik ediyor ve bu ilgisizlik, bazılarının elinde hattâ kin ve nefrete bile dönüşebiliyor..
Çünkü, kendilerini ‘sünnî’ diye isimlendirip, onlardan ayıran öteki büyük müslüman kitleler için, sanki; o ‘torun’, Resul-i Ekrem (S)’den sadece 50 yıl sonra, korkunç bir zulümle katledilmemiş ve gerçekte, o Yüce Resul’ün elinden sunulan İslâm’a beslenen derin bir kin ve düşmanlık da sergilenmemiş gibi.. Ve sanki, o ‘torun’, erik toplamak için çıktığı ağaçtan düşmüş gibi, bir-iki ‘vah-vah’la geçiştirilir.. Ama, yine de, ‘Haşr Günü’nde onunla haşrolmak temennisi de unutulmaz.. İlginçtir, Kerbelâ’da da Yezid’in komutasındaki nice müslüman askerler de, namaz vakti gelip Hz. Huseyn, kılıcı kenara koyduğunda derhal, ‘Peygamber Torunu’nun arkasında namaz kılmanın bereketinden bir pay kapabilmek ümidiyle, O’nun imametinde namaza duruyorlardı!.
(Burada bir ilginç gözlem aktarmalıyım: İran’ın kuzeydoğusunda, bugünkü Türkmenistan yakınlarında, ‘Türkmen Sahrası’ diye anılan ve halkının ekseriyetini ‘sünnî türkmen müslümanlar’ın oluşturduğu bölgede, çeyrek yüzyıl önce, bir Âşûrâ Günü’nde, ‘Bugün şiîler ağlayıp kendilerini zincirle dövecekler..’ diye onlarla eğlenen, alay eden türkmen gençlerinin, sazlarını ve içkilerini alıp dağlara çıktıklarına şâhid olmuş ve şaşırmıştım. Onlar da kendilerini sünnî olarak niteliyorlardı ve amma, İslâm hakkındaki bilgileri, Anadolu’da ‘alevî’ diye nitelenen kitlelerin genel anlayışından daha derinlikli değildi..)
Bu vesileyle üzerinde durulması gereken konulardan birisini de bir okuyucu (Murat Özer) Perşembe günü yayınlanan yazım üzerine, bir internet sitesinde yazdığı yorumda dile getiriyor ve (özetle), ‘Hz. Hüseyin’in şehadet yıldönümü vesilesiyle her sene tekrarlanan Âşûrâ Mâtemi’nin, -âdeta ibadet telakkisiyle hareket edildiği için- apaçık bid’at olduğunu, İslâm’la alâkasının olmadığını; (…) sine dövme, şirk unsurları içeren mersiyeler eşliğinde kendinden geçercesine ağlama, baş yarmadan yerde sürünerek yürümeye kadar bir dizi İslâm dışı âdet, tevhîdî bir din anlayışının müntesibleri için anlaşılamaz bir şey..’ diyordu.
Bu gibi görüşler özellikle yeni nesil arasında epeyce rağbet gördüğü için belirtmeliyim ki..
Enbiyaullah’ın ve takibçilerinin dâvalarının, hayatımızın her ânında yaşanması, bir yolgösterici, bir kandil olarak gözümüzün önünde bulundurulması temenni olunur.. Ama, bu olamıyorsa, bu büyük dâvaların ve mücadelelerin mesajlarının hatırlanmasına, unutulmamasına, zihin ve hâfızâ akülerimizin tekrar şarj edilmesine, doldurulmasına vesile olabilecek bu gibi anma merasimleri meşrû sınırlar içinde ve hayırlı şekilde kullanıldığı takdirde, bir de büyük faydalar sağlayamaz mı? Kaldı ki, biz müslümanların Hacc mekanlarında yaptıklarımız da genelde, ‘putkıranların pîri’ Hazret-i İbrahîm’in sünneti değil midir ve biz o sünneti tekrarlayarak, o şuûru kazanmaya çalışıyor değil miyiz?
Elbette ki, her coğrafyanın kendi örf ve geçmiş kültürlerinden izler taşıyan tuhaf anma merasimleri sergilemesi, çoğumuzu şaşırtabilir.. Dahası, meselâ, İİC’deki ulemâ, hattâ onların, yönetim mekanizmasının başında bulunan en üst temsilcileri de yıllardır sürekli ikazlar, ihtarlar ve hattâ cezaî tehdidlerle bile, bu gibi âdetleri, ‘haram’ olarak niteleyip yoketmeye çalışıyorlar.. Ve, bizim toplumumuzun mesela İran’daki merasimleri yadırgadığı gibi, bizzat İran toplumu da, Irak’da, hele Kerbelâ’daki veya Hindistan, Pakistan veya Afganistan’daki şiî müslümanların mâtem merasimlerindeki acaiblikleri ekranlardan seyrettiklerinde bile çılgınlık olarak değerlendirip yadırgıyorlar.. Kezâ, Lübnan’da, şiî müslümanların büyük âlimlerinden Şeyh Muhammed Fazlullah da, ‘müslümanların ilkellikle suçlanması’na vesile olacak şekildeki örf ve geleneklerin ‘haram’ olduğunu ve bunlardan kaçınılmasını ısrarla belirttiği halde, asırların geleneklerinin temizlenilmesinde, paslı çivilerin kolayca sökülüp atılamayışındaki gibi, zorlanılıyor..
Bu gibi yanlışları, onları dışlayarak temizleyemediğimize göre, müslümanların hiç de küçümsenemeyecek o kesimini ve daha da önemlisi, ‘Seyyîd-uş’Şuhedâ’ Hz. Huseyn’in o büyük ‘qıyâm’ını anlamaya ve ‘dialog’u önce kendi aramızda tesis etmeye çalışarak gideremez miyiz?