Şükrü HÜSEYİNOĞLU
ZOR BİR SINAV ALANI: İKTİDAR AHLAKI -III-
“Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı”makale serimizin bu sonuncusunda, İslam’ın bize “iktidar ahlakı” çerçevesinde öğrettiği ilke ve ölçülerle ilgili Kur’ani referanslar ve bu referansların Rasulullah (a.s.)’ın sîretindeki izdüşümlerine değinerek konuyu toparlamak istiyoruz.
İslam’ın iktidar öğretisinde öne çıkan kavramlar/değerler olarak şu hususları zikretmek mümkündür:
- Hakikat Öğretisive bunun neticesi olarak Hakkaniyet Ölçüsü
- Hâkimiyet İddiası
- Emanet Bilinci
- Ehliyet
- İstişare
- Adalet
- Kanaat
- Paylaşım
- Merhamet
İslam, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirlediği hayat nizamı olarak yegâne hak din/hayat nizamıdır.[1] Evet, hakikat biriciktir, o da el-Hak olan Âlemlerin Rabbi’nin biz kullarına bildirdiği din-i mübin-i İslam’dır.
Temelinde hakikati temsil niteliği bulunan İslam, baştan sona bir hakkaniyet öğretisidir. Dolayısıyla her an ve alanda olduğu gibi, iktidar alanında da hakkaniyet, temel ölçüt durumundadır. Her ne gaye ve sebeple olursa olsun, hakkaniyetten sapmak, iktidar ahlakı noktasında ciddi bir sapmanın tezahürüdür.
İslam’ın hâkimiyet iddiası,[2] hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden bağımsız ele alınamaz, bağımsızlaştırılamaz. Zaten hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden koparılmış, konjonktürel hesaplar ve maslahat algılarıyla bu öğreti ve ölçüden uzaklaştırılmış bir hâkimiyet iddiası İslami olma niteliğini yitirmiş demektir.
İşte İslam’ın iktidar ahlakı öğretisi, temelde bu bütüncül kavrayışa dayanır: İslam’ın iktidar/hâkimiyet iddiasından asla ödün vermemek ve bununla birlikte hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden hiçbir şekilde sapmamak…
Nitekim Rabbimiz Hadid sûresi 25. ayette, İslam’ın iktidar öğretisini hakikat/hakkaniyet, hâkimiyet, adalet bütünlüğünde son derece veciz bir şekilde beyan etmektedir:
“Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab’ı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik. Öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, mutlak kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (Hadid, 57/25)
Kitab-ı Kerim’in hüküm, prensip, ölçü ve yasaların, kısacası hayat nizamının kaynağı kılınarak onun şaşmaz terazisi ile adaleti egemen kılmak ve bu adaleti demirle, yani Kitab’ın ölçülerine tâbi güç ile desteleyip ayakta tutmak.
Bu ayette bize özetlenen devlet nizamı, hakikat/hakkaniyet eksenli ve bu eksende adaleti ikame etmeyi esas alan bir iktidar öğretisidir. İşte bu öğreti, biz Müslümanlar için mikro ve makro tüm iktidar alanları için geçerlidir. Yani biz ferdi, ailevi, içtimai tüm mikro iktidar alanlarımızda hakikat/hakkaniyet temelli bir tutum üzere olmakla mükellefiz.
Her ne gaye ve sebep olursa olsun, bu temelden uzaklaşmak, bu temeli ikinci plana atmak gibi bir tercih, bizi iktidar ahlakından uzaklaştıracak bir sapma olacaktır. Ki Rabbimiz Kur’an’da baştan sona bize bu istikameti çizmekte ve tekrar tekrar hatırlatmaktadır.
Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmayı, zalimlere meyletmemeyi ve muhalefetimizde de aşırıya gitmemeyi,[3] işlerimizi istişare ile yürütmemizi,[4] muhatabımız düşmanlarımız bile olsa hiçbir şartta adaletten ve adil şahitlikten ayrılmamamızı[5] şart koşmaktadır. Rasulullah (a.s.), dâvet ve mücadele süreci ve sonrasındaki iktidar uygulamalarıyla, Kur’an’ın iktidar ahlakına dair bu ve benzeri öğretilerini en güzel şekilde müşahhaslaştırmıştır.
İslam’ın iktidar öğretisi, ferdi topluma feda eden toplumcu yaklaşım ve toplumu ferde feda eden ferdiyetçi yaklaşım yerine, hem ferdin hem de toplumun hukukunu gözeten adalet temelli bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım farkı da, mikro ve makro tüm iktidar alanlarında iktidar ahlakının mahiyetini belirleyen önemli bir faktördür.
Zira birinde ferdin, diğerinde ise toplumun/topluluğun hukuku önem arz etmez, toplumun/topluluğun veya ferdin iktidarı için kolaylıkla yok sayılır. Nitekim biz bu yaklaşım farklarının somut karşılıklarını ailevi, içtimai ve siyasi iktidar alanlarında gözlemleyebiliyoruz.
Aslında tüm bu hususlarda Rabbimizin bizden istediği/bize öğrettiği iktidar ahlakına uygun hareket edebilmemiz, temelde iktidar alanlarına mülkiyet iddiası yerine emanet bilinci ile yaklaşmakla mümün olacaktır. Yani bu konuda emanet bilinci kilit bir mefhum durumundadır.
Emanet bilinci ile hareket edildiğinde, iktidarı mutlaklaştırma ve tekelleştirme gibi sapmalar söz konusu olmayacak, istişare, paylaşım, adalet, merhamet prensipleri aktif ve egemen hale gelecektir.
Sahiplik İddiası, Şahitlik Bilinci Farkı
“Biz dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik” sözü, biz Müslümanların dünya hayatına, gündelik yaşayışa ve mikro-makro iktidar ilişkilerine bakışımızı çok güzel ifade etmektedir. Ki konuyla ilgili bir önceki makalemizde ve yukarıda, mülkiyet-emanet kavramları üzerinden bu hususa vurgu yapmaya çalıştık.
Nitekim Rabbimiz, bizim için temel misyon olarak şahitliği işaret etmektedir:
“Böylece sizi, insanlara şahit olmanız ve Peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
Sahip olma iddia ve güdüsü sonuç odaklı bir yaklaşımı öne çıkarırken, şahit olma bilinci değer odaklı yaklaşımı sonuç verir. Bu durum, evlerimizdeki, işyerlerimizdeki dar iktidar alanlarımız için de, dernek, vakıf gibi dar cemiyet alanlarındaki iktidar ilişkileri için de, siyasi iktidar alanı için de geçerlidir.
Şahitlik bilinciyle hareket edilen yerde “iktidarı” tekelleştirme, bunun için de çeşitli “Bizans oyunları”na başvurma, doğal paydaşların hukukunu çiğneme, dışlayıcılık gibi tutumlar değil, “iktidarı” paylaşma, dolayısıyla istişare kültürü, herkesin hukukunu gözetme, kapsayıcılık, dolayısıyla da rekabet yerine velayet kültürü, işbirliği ve dayanışma söz konusu olur.
İşte Rasulullah (a.s.)’ın gerek Mekke’deki cemaat ve gerekse Medine’deki devlet idaresinde hep bu ilkeleri görmekteyiz. O, sahip olmak için şahitliği ötelemedi, bilakis şahitlikte sebat ederek İslam’ın iktidarı gibi bir nimete kavuşma çabası içinde oldu. Bunun için de neticeye odaklanıp da ilkeleri, ölçüleri (hâşâ) bir ayak bağı olarak görmedi, bilakis emrolunduğu gibi dosdoğru olmak bilinciyle hep onlara sadakat üzere hareket etti.
Uhud gibi çok önemli bir savaşı kaybetme riskine rağmen, kendisi şehir savunmasına kani olduğu halde istişarede ağır basan karara muvafakat ederek meydan savaşına çıktı mesela. İnsanlarla arasında bir sosyal hiyerarşi oluşturmadı, onlarla arkadaş oldu, aynı safta namaz kıldı, aynı halkada Kur’an talebesi, aynı mevzide mücahit oldu. Dışlayıcı değil, hep kuşatıcı oldu, adam harcama değil, adam kazanma saikiyle hareket etti.
İslam’ın bizden istediği iktidar ahlakı, ancak söz konusu etmeye çalıştığımız emanet bilinci ve şahitlik öğretisi zemininde hareket edildiğinde mümkün olacaktır. Böylece “iktidarın” tekelleştirilmesi ve ondan kaynaklanan her türlü adaletsizlik, dışlayıcılık, doğal paydaşların hukukunun ihlali gibi sorunlar yaşanmayacaktır.
İslam’ın iktidar öğretisinde iki önemli hususiyet olan ehliyet ve liyakat[6] ilkeleri, ancak bu durumda işler hale gelecektir. Zira “iktidarın” tekelleştiği durumlarda bu konuda söz konusu ilkeler yerine “iktidar” sahibinin şahsi veya hizbi mülahazaları belirleyici olmaktadır.
Rekabet mi, Velayet mi?
Hakeza “sahiplik” düşüncesiyle “iktidarın” tekelleştirildiği durumlarda, rekabet ve çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Oysa Rabbimiz, bizim için sosyal ilişkilerde rekabeti değil velayeti, yani dayanışmayı, işbirliğini, birlikte hareket etmeyi öngörmektedir:
“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı ikame ederler, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 7/71)
Bilindiği gibi modern batı iktidar öğretisi “insan insanın kurdudur” yaklaşımına dayanır. “Büyük balık küçük balığı yutar” anlayışıyla acımasız ve ölümcül bir rekabeti öngörür, içtimai, siyasi, iktisadi tüm ilişkilerde.
Oysa ayet-i kerimede de görüldüğü üzere İslam, insanların birbirinin kurdu değil, velisi olmaları gerektiğini ifade eder, bizi rakip olarak değil, birbirimizi tamamlayacak, birbirimizle yardımlaşacak veliler olarak konumlandırır.
İşte ailevi, içtimai, siyasi iktidar alanlarımızda bâtıl batının çatışmacı rekabet öğretisi yerine, İslam’ın dayanışma ve kardeşliği öğütleyen velayet anlayışını egemen kıldığımızda, orada birbirimizi ötekileştirmek, dışlamak gibi yanlışlar yerine, birbirimizin hukukuna riayet ve “iktidar” paylaşımı zemininde adalet, merhamet, ehliyet, liyakat, vefa gibi prensipler işler durumda olacaktır.
Bu Kur’ani prensipler üzere hareket edildiği içindir ki Rasulullah (a.s.) ve beraberinde bulunan ilk neslin teşkil ettiği ilk İslam toplumunda dışlama ve çatışma değil, bilakis kardeşini kendisine tercih etme[7] boyutuna ulaşan velayet ilişkisi söz konusuydu.
Mekke’den varını-yoğunu Allah için orada bırakarak Medine’ye hicret eden muhacirlerle, Medineli Müslümanlar (Ensar) arasında yaşanan dayanışma ve paylaşım hukuku, bu konuda insanlığa kıyamete kadar örneklik teşkil edecek niteliktedir.
İşte bizler de bugün asgari olarak paydaşı olduğumuz ailevi ve içtimai “iktidar” alanlarımızda bu Kur’an prensipler ve onlara dayalı Nebevi örneklik üzere hareket ettiğimizde, Rabbimizin bizden istediği iktidar ahlakını kuşanma imkânı buluruz.
Bu durumda da, makale serimizde kimi somut misallerle de söz konusu etmeye çalıştığımız “iktidarı” tekelleştirme, doğal paydaşların hukukunu çiğneme, dışlama gibi haksızlıklar yerine, velayet bilincinin egemen olduğu paylaşım, dayanışma, adalet, ehliyet ve liyakat ilişkileri işler hale gelecektir.
Rabbimizin bize bildirdiği ölçü ve prensipler bu kadar açıktır ve bu ölçü ve prensipler Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil tarafından da müşahhas bir örnek olarak pratize edilmiştir. O halde bize düşen, nefislerimizde olanları, Rabbimizin bize bildirdikleriyle değiştirmeye gayret etmektir.