Özgün-Der'de "Müslümanlar Arası İlişkiler" konuşuldu

Özgün-Der’de Cumartesi Seminerleri 16 Şubatta, ‘’İhtilaf ve Vahdet – Müslümanlar ile İlişkiler ‘’ başlıklı seminer ile devam etti.

19-02-2013


Özgün-Der’de Cumartesi Seminerleri 16 Şubatta, ‘’İhtilaf ve Vahdet – Müslümanlar ile İlişkiler ‘’ başlıklı seminer ile devam etti.

Burhan Akdeniz’in yaptığı sunumda Müslümanlar arasındaki ihtilafların 1400 yıl öncesine kadar dayandığını, Müslümanlar arasındaki ihtilafların başlangıcı sayabileceğimiz Sıffin’in ötesine geçip; Vahyi önceleyerek, Hz. Peygamber’i ve güzide ashabını örnek alarak bu ihtilafları aşabileceğimizi vurguladı. Ardından sorulardanve katkılardan sonra program Akdeniz’in teşekkürü ile son buldu.

 Burhan Akdeniz’in konuşmasının genel özeti ;

 İHTİLAF VE VAHDET

DÜNYADAKİ MÜSLÜMANLARIN GENEL DURUMU

Bismillahirrahmanirrahim

İnsanlık tarihinden bu yana Müslümanlar arasında ihtilaflar olagelmiştir. Zaten imtihan gereği,Şeytan ve dostları, Müslümanların arasını açmaya, ihtilaf oluşturmaya çalışmaktadırlar. BizMüslümanlar da yine imtihan gereği bu ihtilaflara düşmemelibirbirine kenetlenmiş zincirler gibi kardeşçe Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalıyız. Bu tür fitneler her zaman var olmaya devam edecektir. Biz Müslümanlar da bu konuda uyanık olmalı her an kendimize çeki düzen verip birbirimize karşı daha rahmetli ve daha şefkatli kâfirlere, şeytan ve dostlarına karşı şiddetli olmak durumundayız. Yani bu şiddeti, bu enerjiyi birbirimize karşı değil de kâfirlere karşı kullanmalıyız. Eğer biz birlik oluşturamazsak Siyonistler, tağutlar, müstekbirler ve kâfirler bize karşı tek millet olurlar.

Bugünkâfirler, daha refah içinde yaşasınlar diye; kadın çocuk yaşlı demeden hiçbir açıklayıcı sebep olmadan dünyanın her yerinde insafsızca vahşice katliamlar yapabiliyorlar. Bugün Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da,  Mali’de, Myanmar’da ve dünyanın her yerinde gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan mazlumların vahşice- ki vahşi kelimesi bile yanında az kalır- kan dökmeye ve kan içmeye devam ediyorlarken, Ne acıdır ki bunların yaptıkları gündem olmuyor ve görmezden geliniyor,Müslümanları alabildiğine kötü, çirkin, vahşi, terörist gösteriyor ve bu konuda kampanyalar, propagandalar yaparak büyük bir hızla islamafobiyi tüm dünyaya yayıyorlar. Ne yazık ki biz Müslümanlar bile büyülenmişcesineonların yaptıklarını göremiyor ve bu propagandalarına inanır hale geliyoruz. Ve hala onlardan ve demokrasilerinden medet umuyoruz.”Gelin biz Müslümanların arasını düzeltin”  diye onların kapılarında yalvarıyoruz.

Günümüzde Siyonizm’in,müstekbirlerin,tağutlarınyegâne kaygısı Müslümanların arasını bozmak dağıtmak ve bireyselleştirmek suretiyle birbirlerine düşürmektir.  Bunun oluşması için de hiçbir zorluktan kaçınmıyorlar ve ellerinden geleni yapıyorlar. Yakın tarihte tanık olduğumuz;  Afganistan, Suriye, Irak ve Türkiye’nin doğusundaki Müslümanların yaşadıkları açık bir örnekliktir. Müslümanların Sıffin’den bugüne kadar birbirlerine yaptıklarının şiddetlisini kâfirler yapmamıştır. Sadece Sıffin’de yüz binden fazla Müslüman kanı dökülmüştür. Hangi Müslüman ve kâfirler arasındaki savaşta bu kadar kan dökülmüştür?

Çoğumuzun tanık olduğu Afganistan savaşını hatırlayalım. Koskoca Rus ordusunu, süper güç denilen bir ülkeyi, silahlarının uçaklarının tanklarının olmamasına rağmen en kötü şartlarda savaşan Müslümanların iman gücüyle yerle bir ettiklerine hepimiz şahit olmuştuk. Biz vahdeti, beraberliği, birliği oluşturursak karşımızda hiçbir gücün hiçbir süper devletin kesinlikle ve kesinlikle Müslümanların iman gücünün karşısında dayanamayacağı kesindir. Koskacarusosdusunu yerle bir eden iman gücü ne hazindir ki kafirlerle savaş bittikten sonra Müslümanların nasıl acımasızca birbirlerinin sonunu getirdiğine hepimiz şahit olduk ve hala şahit olmaktayız.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerde mezhepler savaşının şii-sünni çatışmasının çok vahim bir boyuta geldiğine hepimiz şahid olmaktayız. O kadar ileri gidildi ki birbirlerinin camilerini bombalayacak duruma gelindi. Acilen Müslümanların müstekbirlere ve tağutlara karşı birlik ve beraberlik sağlaması gerekirken ne hazindir ki Müslümanların birbirleriyle çatışması had safhaya çıkmıştır ve hızlı bir şekilde tırmanmaya devam ediyor.

Ama biz Müslümanlar Allah’ın bizlere bahşettiği bu iman gücünü nedense kâfirlere karşı değil de birbirimize karşı çok acımasızca kullanıyoruz. Tağutlar, müstekbirler ve Siyonistler bunu çok iyi bildiğinden bunu bize karşı kullanmaktan çekinmiyorlar.

“Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez, birlik ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesad) olur.”(8-73)

 “Allah’a ve rasülüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.’’8-46

-MÜSLÜMANLARLA İLİŞKİLERİMİZ-

Müslümanların en acil meselelerinden birisi, birbirleriyle ilişki ve iletişim meselesi olsa gerek. Çünkü zaman zaman büyük özlemlerde ve iddialarda bulunan günümüz müslümanları, henüz birbirleriyle sıhhatli ve olumlu ilişkilere girebilmiş değillerdir.

Asr-ı saadet dönemindeki müslümanların birbirleri ile ilişkileri ve yaşadıkları kardeşlik, hiç şüphesiz ki örnek almamız gereken bir kardeşliktir. Bu seçkin müslümanların yaşadıkları bereketli ilişkileri ve rahmetli kardeşlikleri görerek, bunların erişilmez olduğunu düşünmek ve zamanımızda böylesi kardeşliklerden umud kesmek yanlıştır. Çünkü bütün bunlar erişmemiz imkansız olan hasletler veya ulaşamayacağımız bir ortam değildir.

Cahiliyenin karanlığından, tevhidin aydınlığına kavuşan bu müslümanlar, sihirli bir değnek ile bir halden, diğer bir hale geçmemişlerdir. Bu müslümanlardaki değişiklik. İlahi hükümlere iman ve teslimiyet ile gerçekleşmiştir. Nitekim bu insanları değiştiren İlahi hükümler, bizlerin de erişebileceği bir yerdedir. Yeter ki bu hükümlere onlar gibi iman etmesini ve onlar gibi teslim olmasını bilelim.

Günümüzde birbirlerini doğru veya yanlış ithamlarla tenkid eden birçok müslüman, kendilerinin değil, çevresindeki müslümanların adeta kusursuz olmasını istemektedirler!. Çevresindekilerin kusur ve yanlışlarını aramaktan aynaya bakmaya fırsatları olmayan bu gibi Müslümanlar,
kendilerinin gelmediği bir hale, öncelikle başkalarının gelmesini beklemektedirler!. Kendi nefislerinin avukatlığını, başkalarının ise yargıçlığını yapanmüslümanlar, sürekli başkalarını yargılamakta ve eleştirmektedirler.

Kusursuz dost arayan bu kusurlu zihniyet, Uhud savaşının akabinde Medine'de bulunsaydı. Resulullah (s.a.v.)'in buyruğuna rağmen mevziilerini terkedenokçuları herhalde öldürmeye kalkarlardı!

Onların yaptıkları cürmü sohbetlerde ve kulis konuşmalarında büyük bir hareretle gündeme getirerek, onlara karşı tavır alırlar ve müslümanların da bu tavra davet ederlerdi. Bu tavıra İştirak etmeyenlere ise “Sizler de onlardansınız, sizler de yarınlarda mevziinizi terkedecek insanlarsınız” diyerek, böyle bir olayda ikiye, üçe bölünebilirlerdi.

Oysa bu olayı yaşayan müslümanlar, hiç de böyle yapmamışlardır. Olumsuz bir olay ile ikiye, üçe bölünmemişlerdir!. Bu müslümanlar karşılaştıkları olumsuz bir olayın, daha büyük olumsuzluklara neden vermesinden sakınmışlardır. Çünkü bir veya birkaç müslümanın yaptığı yanlış bir eylem, eylem olarak yanlış ve olumsuz olmasına rağmen, bu olumsuzluktan hareket ederek ayrılmak, tefrikaya düşmek çok daha büyük bir olumsuzluktur. Nitekim Kur'an'ı Kerim bütün müslümanları bu konuda önemle uyarmaktadır.

“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.”(3-103)

“Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider.Sabredin. Şüphesiz Allah,sabredenlerleberaberdir.”(8-46)

İlk ayet-i kerimedeki “Dağılıp ayrılmayın” hükmü, Allah'ın ipine sımsıkı sarılan müminler için başka bir şarta bağlanmamıştır. Yani haksız olduğunuz meselelerde ayrılmayın, haklı olduğunuz meselelerde ise müslümanlardan ayrılabilirsiniz şeklinde bir anlamı yoktur. Müslüman bir kimse yorum ve içtihada açık olan meselelerde, haklı veya haksız da olsa müslümanlardan ayrılmaz, ayrılamaz. Mesela bazı sahabeler bazı konularda müslümanlardan farklı düşünmesine rağmen, bu görüşünü beyan etmiş fakat müslümanlardan ayrılmamıştır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz de. bizlerden bunu istemektedir. Müslümanların birbirlerinden ayrılmalarını, birbirlerinin arasını bozmalarını değil, bazı nedenlerden dolayı bozulan araları dahi bulmalarını, düzeltmelerini emretmektedir.

“Müminler ancak kardeştirler, öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan korkup sakının;umulur ki esirgenirsiniz”(49-10)

Müslümanlar birbirlerini nasıl sevip nasıl kaynaşacaklar?

Bunun gerçekleşmesi için bütün müslümanların öncelikle birbirlerine olumlu yönlerini dikkate alarak bakmaları, birbirlerini olumlu yönleriyle değerlendirmeleri gerekir. Müslümanları güzel ve olumlu yönleriyle görmek, müslümanlar arasındaki sevgi ve dayanışmayı arttıracaktır.
Müslümanların olumsuz yönlerini ön plana çıkaran bakış açıları ise, müslümanların birbirlerine buğz etmelerine ve birbirlerinden uzaklaşmasına neden olacaktır.

O halde müslümarılardan bir ferd olarak, bu konuda yapmamız gereken iki önemli şey vardır. Bunlardan birincisi bütün müslümanlara, bu müslümanların olumlu ve güzel yönlerini dikkate alarak bakmak, bu müslümanları öncelikle bu güzel ve olumlu yönleriyle değerlendirmektir.

İkincisi ise bir müslümana diğer bir müslümandan bahsederken, olumlu ve güzel yönlerini dikkate alarak bahsetmektir.Bahsettiğimizmüslümanın hayrını anlatan, hayrını nakleden, hayırlı birravi olmamızdır.

Bunu gerçekleştirmek için en kolay yol ise, herhangi bir müslümandan bahsedeceğimiz zaman, o müslümanın yanımızda, yanıbaşımızda olduğunu kabul etmektir. O müslüman yanımızdayken o müslümandan nasıl bahsedeceksek, o müslümanın yokluğunda da aynı şekilde bahsetmek durumundayız. Çünkü o müslüman yanımızda olmasa da. omüslüman bizi görmese, bizi duymasa da, o müslümanın Rabbi bizi görmekte ve bizi duymaktadır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz, gıybet etmeyi, ölü eti yemeye benzetmiştir. Bu benzetmedeki ölü veya ceset, kendisi hakkında konuştuğumuz kardeşimizin cesedidir. Onun gıyabında konuşurken söylediklerimize müdahale edemeyecek, kendisini savunamayacak durumda olan bu kardeşimiz, ölü bir ceset gibidir. İşte bu durumdaki kardeşimizin hakkında haksız yere konuşmak, onun ölü etini ısırmak, çiğnemek, savunmasız cesedini yemek gibidir.

Müslüman bir kimse, kardeşinin hakkını, kardeşinin hukukunu, bu kardeşinin hem varlığında ve hem de yokluğunda gözeten kimse olmalı, kardeşi hakkında ya hayır konuşmayı veya susmayı tercih eden bir kimliğe bir kişiliğe, bir karaktere sahip olmalıdır

İşte bize basit gibi gözüken bu iki yaklaşıma sahip olduğumuz, kardeşlerimize hayırlı bir gözle bakıp, onlar hakkında hayır konuştuğumuz zaman, hiç şüphemiz olmasın ki birbirimizi daha çok sevecek, birbirimize daha fazla yaklaşacağız.

Böylesi yaklaşımlarda bulunmak, şeytanın yaptığını yapmamaktır. Çünkü müslümanların en büyük düşmanının, yine müslümanlar olacağını gayet iyi bilen ve dolayısıyla müslümanların arasını ayırmak, müslümanları birbirine düşman etmek isteyen şeytan aleyhillane, yukarıda belirttiğimiz iki yaklaşımın tam tersini yapmakta ve müslümanları buna davet etmektedir. Nitekim bu şeytani davettin tesirinde kalan müslümanlar, birbirlerini devamlı olumsuz yönleriyle görmekte ve bu yönleriyle anlatmaktadırlar. Tabi ki böylesi bir bakış, müslümanların birbirlerini sevmelerine değil, birbirlerinden uzaklaşmalarına neden olmaktadır.

Şayet Müslümanlar arasında hataya ve yanılgıya düşenler olursa, isim zikredilmeden beyan edilmelidir. Bu uyarıyla karşılaşan Müslümanlar ise söz konusu hataları kendi dışlarında değil, özellikle ve öncelikle kendilerinde, kendi nefislerinde aramalıdır. Zikredilen hata herhangi bir kardeşinde varsa, o kardeşine merhametle yaklaşıp uygun bir şekilde ikaz etmeli ve kardeşinin bağışlanması için Allah'a dua etmelidir.

Herhangi bir müslüman hata yaptığı zaman, o müslümana böyle yaklaşıp, nasihat etmek yerine bu hatayı değişik kulis konuşmalarında gündeme getirmek, müslümaların arasını, ayırmak olup, söz konusu hatadan çok daha şiddetlidir. Ne yazık ki müslümanların önce yaptığı ve rücu ederek tevbe ettiği bir hata, birçok kulis konuşmalarında hala aynı sıcaklıkla gündeme getirilmekte ve müslümanlar birbirlerine buğz etmektedirler.

Bu durumdan nasıl kurtulabiliriz?Eğer biz bir hata işlediysek bu hatanın aramızda ihtilaf oluşturmaması için ne yapmamız gerekir?

Bir Müslümanın hata yaptığında bu hatasından dolayı Allah’a karşı sorumludur ve bu yüzden tevbe edip af dilemelidir. Gerçekten tevbe edip af dilemişse bu hatasından geri döndüyse biz Müslümanların da onun için rabbimize onun bağışlanması için dua etmeliyiz. Biz bu kardeşimizi çok seviyoruz ya rabbi sen de onu bağışla dememiz gerekirken; bir kardeşimiz hata yaptığında onun bu hatasını bir hazine bulmuş gibi sürekli yıllarca tartışabiliyoruz.

Resulullah (s.a.v.) mü'minlerin bir vücud gibi olduklarını beyan ediyor. Vücudumuzdaki herhangi bir uzvumuz, bazı hastalıklar nedeniyle işlevinde aksaklıklar yaptığı zaman, o uzvumuzu hemen kesip atıyor muyuz? Atmıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bizimle bir bütün olan o uzuv, bize lazımdır. Dolayısıyle merhametsiz bir şekilde kesip atmak yerine, o uzvumuza merhametle yaklaşıp, tedavi etmeye çalışıyoruz.

Elimizdeki bir yara için, ayaklarımız kilometrelerce yolu bıkmadan, usanmadan yürüyebiliyor, “Elden ve eldeki yaradan bana ne? Yaralı eli kesip atın!” demiyor. Çünkü el ve ayak ile, göz ve kulak ile, dil ve dudak ile bir bütün olduklarını, bu bütünlükle anlam ve hayatiyet kazandıklarını biliyorlar.

Peki müslümanların bütünlüğü de, böyle bir bütünlük değil mi? Birbirlerine veli olmaları gereken ve birbirlerine veli olan müslümanlar da. birbirlerine lazım, birbirlerine elzem değil mi? O halde neden, neden birbirimize bu bilinçle, bu merhametle yaklaşmayalım?

İnsanları en güzel şekilde yarattığını beyan eden şanı yüce Rabbimiz, bu insanların hayvanlardan aşağı derecelere düşebileceğini de bildirmektedir. Hayvanlardan aşağı derecelere düşenlerin, sadece müşrikler ve kafirler Olduklarını söyleyen ve müslümanım demelerine rağmen birbirleriyle çekişen, birbirlerini döven, birbirlerini yaralayan ve birbirlerini yiyen müslümanlara sormak lazım.

Hangi hayvan kızdığı veya acıktığı zaman, kendi pençeleriyle vücudunu parçalayıp, kendi dişleriyle elini veya ayağını yiyor?

Bir vücud gibi olması gereken müslümanlar, birbirlerini dövdükleri, birbirlerini yaraladıkları ve birbirlerini öldürdükleri zaman, bu vahşeti yapmayan hayvanlardan daha aşağı durumlara düşmüyorlar mı?
Bütün bunları dikkate alarak kendimize gelmemiz gerekmez mi?

“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyan (hüsran) içindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.”(103-1-3)

Birbirlerine hakkı, birbirlerine sabrı, birbirlerine merhameti tavsiye etmekle yükümlü olan müslümanların, bu tavsiyeyi öncelikle kendilerinin yerine getirmesi, kendilerinin yaşaması gerekmez mi?

Müslümanların birbirlerine merhameti, affetmeyi ve hoşgörüyü tavsiye edebilmeleri için, öncelikle kendilerinin, kendilerinin affedici olmaları gerekmektedir. Nitekim Kur'an'ı Kerim bizleri böylesi bir merhamete, böylesi bir affa davet etmektedir.

“Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler.”(48-29)

“Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”(24-22)

Rabbimizin bizleri bağışlaması için bağışlayıcı olmamız, affetmesi için affedici olmamız gerekmektedir. Allah rızası için birbirlerini affedenler ve birbirlerini bağışlayanlar, hiç şüphesiz ki Allah'ın affına ve bağışlamasına layık olacaklardır. Nitekim birbirlerine karşı oldukça bağışlayıcı ve affedici olarak yaklaşan müslümanlar, Rablerine şu duada bulunmaktadırlar.

’’Bir de onlardan sonra gelenler derler ki:”Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, Çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.” 59-10

Bütün müslümanlar için af ve bağışlama dileyen müslümanlar, aynı zamanda kardeşlerine karşı kalplerinde hiçbir kin bulunmaması için de Rablerine dua etmektedirler. “Ya Rabbi Müminlere karşı kalplerimizde kin bırakma. “

Rablerine böylesine samimi bir duada bulunan müminler, hiç şüphesiz ki kardeşlerine karşı kin duymaktan nefret ederek sakınan müminlerdir. Herhangi bir müslümana kin duydukları zaman; duydukları bu kini, irinli bir yara gibi gören ve bu yaradan bir an önce kurtulmak isteyen müslümanlardır.
Müslümanların arasını bozmak isteyen şeytan ve müstekbirler, karşılaştıkları her fırsatta müslümanlarla ilgili olarak batıl isnatlarda ve iftiralarda bulunmuşlar ve bulunacaklardır. Müslümanlar böylesi bir batıl isnatla ve iftirayla karşılaştıkları zaman, bu gibi iftiraları reddetmek ve kardeşleri hakkında hüsnü zan beslemek durumundadırlar.,

“Onu (iftirayı) işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: “Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür” demeleri gerekmez miydi?”(24-12)

Biz  müslümanlar ise bu konuda ne yazık ki yeterince duyarlı değiliz. İslam düşmanlarının veya cahil kimselerin uydurdukları yalan haberlere inanmasak bile, bu yalan haberi başkalarına naklederek, yalan haberin sadık ravileri durumuna düşmekteyiz!

Mesela bir örnek vermek gerekirse bir Müslümanı diğer bir Müslümana sorduğumuz zaman, onun için ne düşünüyorsun diye, o kişi hakkında fazla bir bilgisi olmamasına rağmen veya yanlış bilgilendirildiğinden dolayı bu Müslümanın ayağı kaymış, o ölmüş, mefta olmuş, o uçmuş gibi sözler sarfedebiliyor. Eğer bu sözleri sarfeden güvenilir bir Müslümansa, sözleri, ona güvenen diğer Müslümanlar tarafından dikkate alınıyor.

Oysa doğruluğunu bilmedikleri bir haberle karşılaştıkları zaman, bu habere ya itibar etmemeleri, ya da bu haberi tahkik ermeleri gerekirdi.
Bütün müslümanları hayra ve rahmete davet eden Kur'an'ı Kerim, müslümanların birbirlerine yaklaşımlarıyla ilgili olarak şu kamil noktayı beyan etmektedir.

“Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.”(59-9)

Bu hükmü bu kamil noktayı yaşıyor muyuz?

Kendimiz adam olmadan, kardeşlerimizin adam olmasını, kendimiz güzelleşmeden, kardeşlerimizin güzelleşmesini istiyoruz. Oysa bütün müslümanlar adam olma, kimlik ve kişiliklerini güzelleştirme gibi tüm hayırlarda ve hayırlı işlerde, birbirlerine karşı “Önce siz buyurun!” demekle değil, bu hayırlarda birbirleriyle yarışmakla mükelleftirler. Nitekim ayet-i kerimedeki tercih meselesi, bu boyutta bir tercih değil, sahip olunulan nimetler ve imkanlar çerçevesinde bir tercihtir.

Tabi ki günümüzde yaşanan durumları dikkate alarak, hemen bu duruma, bu kamil noktaya gelelim, kardeşlerimizin nefsini, kendi nefislerimize tercih edelim diyemiyoruz. Fakat hiç olmazsa kardeşlerimizin nefsini, kendi nefislerimizden gerilerde, çok gerilerde görmeyerek, kendi nefislerimiz için istediğimiz nimetleri ve imkanları kardeşlerimizin nefisleri için de isteyelim.

Müslümanların takvada yardımlaşmaları herhangi bir tartışma veya pazarlık konusu değildir. Müslümanlar, müslüman olmakla zaten bu mükellefiyeti kabul eden kimselerdir. Bütün müslümanlarla hayırlı işlerde yardımlaşmayı ibadet telakki ettikleri gibi günah veya haddi aşmada yardımlaşmayı değil, birbirlerini güzel bir dille uyarıp, engellemeyi prensip edinmelidirler.

“…İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (Ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”(5-2)

"Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesad) olur.”(8-73)

Yaşadığımız dünyada fitne ve bozgunculuk varsa, bunların nereden kaynaklandığı yukarıdaki ayet-i kerimede beyan edilmektedir.Müslümanlar birbirlerine dost ve yardımcı oldukları zaman, karşılarına çıkan dünya müstekbirlerinin ve süper güçlerinin çaresiz kalacakları kesindir.. Ancak, müslümanların karşısına yine müslümanlar çıktığı zaman, müslümanlar birbirlerine düşüp, birbirleriyle çekiştikleri zaman, dünya emperyalistlerinin ve müstekbirlerinin işi oldukça kolaylaşmaktadır. Çünkü böyle bir durumda dünya müstekbirlerinin karşısında: birbirlerine veli, birbirlerine yardımcı olmayan ve dolayısıyla Allah'ın yardımından da uzaklaşan bilinçsiz, akılsız Müslüman topluluklar durumuna düşmektedir.

İşte bu gibi durumlardan sakınır ve fazla detaylı olmayan yukarıdaki prensipleri yaşamaya çalışırsak, bazılarımızın erişilmez gördüğü asr-ı saadet kimliklerine yaklaşmamız, yakınlaşabilmemiz mümkün olacaktır.

Gerçek müslümanlar, müslümanlığa ve müslümanlara değer veren müslümanlardır. Müslüman olarak değer kazanmak, müslümana ve müslümanlığa değer vermekle mümkündür. Biz,günümüzmüslümanları birbirimizin kıymetini bilerek, birbirimize sevgiyle ve merhametle yaklaştığımız zaman, hem değer kazanacağız ve hem de Kuran': Kerim'in bütünlüğünde zikredilen İslami vahdete koşar adım yaklaşabileceğiz.

Bazı kardeşlerimiz, bu gibi söylemlerin değişik anlatımlarla birçok kez gündeme geldiğini, fakat bir yarar sağlamadığını düşünebilirler. Söylenen bu söz ve yapılan bu tespit doğrudur!

Ancak gündeme gelen bu söylemlerin bir faydası olmamışsa, bu durumdaki yanlışlık, yapılan söylemlerde değil, bu söylemleri gereği gibi yerine getiremediğimizdendir.

Çünkü gündeme getirilen bu gibi söylemler, ne yazık ki muhatapsız kalan söylemler olmuştur. Bu söylemlerle karşılaşan birçok Müslüman, bu söylemleri önce kendilerinin değil başka Müslümanların yaşamasını beklemektedir.

Meseleye en iyimser ve en olumlu yaklaşanlar ise, bu söylemlerin hep birlikte yaşanmasından yana olmuşlardır. “Hep birlikte bu hükümleri, bu prensipleri yaşayalım” demişlerdir.

Tabi ki bu da olmamıştır!

Çünkü mesele, toptan halledilebilecek bir mesele değildir. Çünkü karşılaştığımız bu sorun, “Ben” düzleminde halledilmeden, “Biz” düzleminde halledilebilecek bir sorun değildir. Dolayısıyla bu konuda dikkat çekmemiz gereken husus, müslümanların birbirlerine yaklaşımlarıyla ilgili olarak belirttiğimiz prensiplere “Biz” değil, öncelikle “Ben” düzleminde yaklaşmamızdır.

Bu prensipleri karşı taraftan veya bütün müslümanlardan bekleyenler değil, bizzat yaşayanlar olmamızdır. Bunları yaşamamız, kimlik ve kişiliklerde bir devrim olacaksa, bu devrimi öncelikle kendi nefislerimizde gerçekleştirmemizdir.
Kuram Kerim müslümanların birbirlerine böyle yaklaşmalarını emrediyorsa, bu İlahi emirlerle öncelikle kendimizi, kendi nefislerimizi mükellef tutmalıyız.

Karşı tarafın bir sahabe gibi olmasını beklemeden, öncelikle bizim, bizlerin birer sahabe gibi olması gerekir. Çünkü hesap gününde, kendisine güzel davranışlarda bulunulanlar değil, müslümanlara güzel davranışlarda bulunanlar mükâfatlandırılacaktır.

Ayrıca sahabeye benzemek, sahabe gibi olabilmek, sahabe muamelesi görmek değildir. Bütün müslümanlar bizlere veya bana ben bir sahabeymişim gibi muamele etse, karşılaştığım bu güzel muamele ile ben sahabe gibi olmam, olamam. Ali'yi Hz. Ali, Ömer'i Hz. Ömer yapan gerçek, müslümanlardan gördükleri güzel davranışlar değil, kendilerinin müslümanlara gösterdikleri güzel davranışlardır. Bir insan yıllarca fedakar davranışlara muhatap olsa, kendisine yöneltilen bu davranışlarla fedakar olmaz. Fedakar olmak, fedakar davranışlara muhatap olarak değil, fedakar davranışlarda bulunarak gerçekleşir. Nitekim çevresine fedakar davranan bir insan, çevresinden hiçbir fedakarlık görmese dahi, o insan yine fedakar, çok daha fedakar bir insandır.

Dolasıyla sahabe gibi olmak, sahabe muamelesine muhatap olmamızla değil, sahabe muamelesini yapmamızla, sahabe gibi davranmamızla mümkündür. Çevresindeki müslümanlara sahabe muamelesi yapan, onlara, onlar sahabeymiş gibi davranan tüm müslümanlar, sahabe gibi olmaya layık Müslümanlardır.

Belki bazılarımız “Sen benden, çevremdeki Müslümanlara  buMüslümanlar birer sahabeymiş gibi muamelede bulunmamı istiyorsun. Fakat çevremdeki Müslümanla  sahabe değilki, çok hataları var!” diyeceklerdir.

Olsun, onlar sahabe gibi davranışlara layık olmasalar bile, bizim sahabe gibi davranmaya layık olmamız gerekmez mi?
Zaten onlar değil öncelikle biz sahabe gibi olmaya çalışmalıyız.

SONUÇ

Binlerce yıllık insanlık tarihinde Allah (c.c.) aynı Rab, İslam aynı İslam, İlahi davet aynı davet, Sünnetullah aynı Sünnetullah ve İlahi hükümlere yaklaşım açısından şeytan aynı şeytan, kafirler aynı kafir, müşrikler aynı müşrik olmasına rağmen müslümanlar aynı Müslüman değildir günümüzde!. Daha açık bir ifadeyle müslümanlardan veya“Müslümanım” diyenlerden başka hiç kimse değişmedi ve hiç kimse değişmiyor.

“...Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez... (13/11)”

Öncelikle nefislerindekini değiştirmeyen Müslüman toplumlar, istedikleri değişimi beklememelidir.

Değişmez ve değiştirilemez bir Sünnetullah’ı ifade eden bu ayet-i kerimede beyan edildiği gibi, tarihi süreçte Müslümanların genel durumundaki bütün değişiklikler, Müslümanların değişmelerinin ve kendi nefislerinde olan değiştirmelerinin bir sonucudur. Dolayısı ile günümüz Müslümanlarının genel durumunu değerlendirirken, önemle ve öncelikle bu Müslümanlarda meydana gelen değişiklikleri dikkate almamız gerekecektir. Çünkü günümüzdeki Müslümanlar tarihi süreçte çok değişmiş,geleneksel ve güncel baskılarla gerçekten çok değiştirilmiştir.

Zaten bu değişimin bir neticesidir ki,günümüzdeki milyarlarca insan“Ben Müslümanım” dediği zaman; bu güzel söz ile ne yazık ki ortak bir kimliği, ortak bir kişiliği, dünyaya ve içindekilere karşı ortak bir yaklaşımıkastetmiyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’deki karşılığı çok açık ve anlaşılır olan bu güzel sözün, günümüz yaşantısındaki karşılığı çok muğlaktır. Dolayısıyle pratik karşılığı muğlak olan bu güzel söz yeterli görülmemekte ve “Ben Müslümanım”diyen bir kişiye, “Tamam Müslümansın ama söyle bakalım, hangi gruptansın?denilmektedir. Tabi ki yaşanan realiteye göre hiç yadırganmamasıgereken bir sorudur bu!. Çünkü tevhidi bir bütünlükte olması gereken İslam coğrafyası parçalanmış ve ortalık birbirinden kesin hatlar ile ayrılmış gruplarla dolmuştur.

Müslümanlar, asr-ı saadet döneminden sonra birbirleriyle ihtilafa düşen atalarının yolunu izlemişler ve tarihi süreçte çok daha fazla yozlaşan bu bozulmuş ve gelenekselleşmiş din anlayışını, artan bir bağnazlıkla takip etmişlerdir! Artık hak ve hakikatin ölçüsü, bu tarihi ihtilaftaki yerinize göre belirlenmektedir! Bir Müslümanın Kur’an-ı Kerim’i öncelemesi ve kendisini Kur’an’a göre tanımlaması,günümüzdeki din anlayışına göre önemsiz ve yetersiz bir tanımlamadır. Çünkü önemli ve öncelikli olan, “Müslümanım” diyerek muğlak bir ifade kullanan bu kimsenin “Şii misin? Sünni misin? Şii isen hangi şiilerden, sunni isen hangi sünnilerdensin?....” sorularına vereceği cevaptır. Hiç kuşkusuz ki hak din açısından çok garip ve çok acaip sorulardır bunlar!.

Hepimiz biliyoruz ki,Müslümanların tarihinde ve tarihi geçmişinde, İlahi bir takdir ve imtihan gereği ciddi ihtilaflara düşen Müslümanlar elbetteki vardır.Asr-ı saadet döneminden sonra da müslümanlar böylesi ihtilaflara düşmüşler ve bu ihtilafların faturasını özellikle Sıffin’de çok ağır bir şekilde ödemişlerdir. Müslümanların tarihine kanlı bir sayfa olarak geçen Sıffin savaşı, sebeb ne olursa olsun müslümanların bölündükleri ve birbirlerine kılıç çektikleri bir savaş olmuştur. Her iki taraftaki müslümanların varlığını dikkate aldığımız zaman, bu olayda Kur’an-ı Kerim’i ölçü alarak kendimizi nisbet edeceğimiz bir taraf olmadığı gibi, böyle bir yükümlülüğümüz de yoktur.

Sıffın ve 1400 yıllık süregelen ve Müslümanların vahdetini alt üst eden bu ihtilaflar daha da büyütülerek günümüze kadar getirilmiştir! Çünkü şeytan aleyhillane “Sıffin bayramı!.” diyerek anımsadığı o günle yetinmemiş ve “Her gün Sıffin!”sloganıyla, tarih sayfalarında kalması gereken o kanlı ve karanlık günü asırlardır canlı tutmuştur!  Çünkü bu olaya taraf olmadan, şiiliği veya Sünniliği  kabul etmeden Müslüman olmak, Müslüman olabilmek mümkün değil sanki.

Dünya Müslümanları paramparça olmuştur. Bir bütün olması gereken İslam coğrafyası iki ana kıtaya bölünmüş,her kıta değişik mezhep ve meşrepler halinde parçalanmıştır. İslam’a göre yardıma muhtaç olan yoksula dini bile sorulmazken, yardıma muhtaç olan müslümanların mezhep ve meşrebi sorulmaya başlanmıştır!. Kur’an’dan değil tarihten ve tarihi rivayetlerden kaynaklanan bu tarihi bölünmüşlük, insani bir gaflet ve şeytani bir gayret ile günümüze kadar getirilmiştir.

Oysa bir rahmet ve hidayet rehberi olan Kur’an-ı Kerim,tarihe yaklaşım konusunda bizleri uyarmakta ve kendimizi salih atalarımıza nisbet etme konusunda bizlere aydınlık örnekler sunmaktadır. Mesela Resulullah (s.a.v.) Efendimizden önce İsa ve Musa Aleyhisselam dönemleri vardı. Bu iki peygamber de, hiç kuşkusuz ki hak din üzere olan hak peygamberlerdi. Ancak Resulullah (s.a.v.) Efendimiz kendisini geçmişteki salih atalarına nisbet ederken, salih olmalarına rağmen haklarında ihtilafa düşülen ve takipçileri tarafından tartışılır bir hale getirilen bu peygamberleri değil, ihtilafsız bir hanif olan İbrahim Aleyhisselam’ı zikretmiş ve kendisini tartışmasız bir muvahhid olan İbrahim Aleyhisselam’ınhanif dinine nisbet etmiştir. Çünkü bir muvahhid olan İbrahim Aleyhisselam, insanlık tarihinde tartışmasız bir imam, tartışmasız bir peygamberdir.

biz Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in bu apaçık uyarısından ve örneğinden ibret alması gereken bizler, kendimizi geçmişatalarımıza nisbet ederken niye 1400 yıllık tartışmalar ve ihtilafları dikkate alıyor, Sıffine takılıyor ve kendimizi Sıffin’e göre tanımlıyoruz.  Niye o ihtilaflı dönemin çok az gerisine giderek Resulullah (s.a.v.)’i görmüyor ve kendimizi o ihtilafsız dönemin, ihtilafsız örneğine göre tanımlamıyoruz? Tarihimizin o aydınlık döneminde birbirimizle hiçbir ihtilafa düşmeden sahipleneceğimiz ve hep birlikte örnek alacağımız apaçık bir örneğimiz, rehberimiz yok mudur? Meseleye daha da evrensel yaklaşacak olursak, salih atalarımızın da atası olan bir İbrahim Aleyhisselam, bizleri biraraya getirebilecek tevhidi bir örnek, muvahhidi bir kimlik değil midir? Yoksa sürekli çatışmaya devam ederek bir 1400 yıl daha bu ihtilafları çözmeye devam mı edeceğiz?

Asr-ı saadet döneminde hiç görmediğimiz,hiç karşılaşmadığımız bu mezhep ve meşrepler de neyin nesidir? Kendilerini selam ve rahmetle andığımız hangi mezhep imamı, mezhep kurma iddiasıyla ortaya çıkmış ve müslümanları kendi mezhebine davet etmiştir? O halde onların görüş ve ictihatlarını, ümmeti parçalayıcı birer mezhep haline getirenler ve sonraki tarihi süreçte de bu görüşleri mezhebi bağnazlıkla tahrif edenler kimlerdir? İmam-ı Caferden faydalanmak için Caferi, İmam-ı Azam’dan faydalanmak için Hanefi, İmam-ı Şafi’den faydalanmak için Şafi olmamız şart mı? Bu müslümanalimlerden yararlanabilmek için müslüman olmamız, sadece müslüman olmamız yetmiyor mu?

Halbuki bunların hepsi bizim alimlerimiz, bizim salihlerimizdir. Dolayısıylesalihmü’minler olan bütün bu mezhep imamlarını,mezhep çatısını bir kenara bırakarak İslam alimi olarak görmek ve fıkıhla ilgili ictihada açık konularda hangi alimin görüşü Kur’an’a, İslam’a ve müslümanların içinde bulunduğu şartlara daha uygun ise onunla amel etmek hiç de zor değildir. Zaten ictihada açık konular dinin aslıyla ilgili olmayacağı için, müslümanlar muhayyer oldukları bu konularda farklı ictihadlarayönelselerde vahdet zedelenmeyecek ve bütün müslümanlartevhid dininin temel esaslarında bir ve beraber olacaklardır.

(Foto: Furkan Öztürk)

Etiketler : #ÖzgünDer'de   #Müslümanlar   #Arası   #İlişkiler   #konuşuldu   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN