Zeran, devletin İslam'ı sekülerleştirme çabalarını anlattı

Venhar'ın bu Cumartesi günkü konuşmacısı Bünyamin Zeran idi. Zeran, Osmanlı'nın son döneminden Atatürk'ün ölümüne kadar geçen sürede Türkiye'deki İslami Mücadele'yi ve Türkikye Cumhuriyeti'nin İslamı sekülerleştirme çabalarını ele aldı. Konuşmanın tam metnini aşağıda siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.

16-02-2014


Türkiye’deki İslam anlayışını doğru değerlendirebilmek için cumhuriyet öncesi dönemlere kadar gitmek gerekmektedir. Hatta bir adım ilerisi Türklerin İslam ile ilk tanıştıkları Talas savaşına kadar uzanabiliriz. Ama konumuzu fazlaca dağıtmamak için Tanzimat’tan bu yana oluşan İslam algısı üzerindeki değişimleri konu edineceğiz.

Türkler, İslam’ı kabul edişlerinden bu yana Ehli Sünnet düşüncesinin hâkim olduğu bir otoritenin altında dini yaşamışlardır. Tanzimat’a kadar olan dönemde Ehli Sünnet algı bütün kuvvetiyle devam etmiş Müslüman halk halifenin emri altında ve onun dini yönlendirmesi içinde yaşamıştır. Tanzimat’la birlikte Hristiyan halk reaya olmaktan çıkıp halk olarak tanımlanınca toplumsal denge altüst olmuş ve toplumda bir çalkalanma meydana gelmiştir. Özellikle o dönemde reaya olarak kabul edilen azınlıkların ticaretlerine konulan yüksek vergiler halk statüsüne kavuşunca son bulmuş böylelikle azınlıklar eliyle Osmanlı pazarlarına sokulan İngiliz, Hollanda, Portekiz ve Fransız mallarıyla rekabet edemeyen Osmanlı halkı pazarını kaybetmeye başlamıştır. Azınlıklar eliyle Osmanlı pazarının ucuz Avrupa mallarıyla dolması ticari dengeyi altüst etmiştir. Ticari dengenin altüst oluşuyla birlikte toplumsal kazan da kaynamaya başlamıştır. Bu ticari dengesizlikle birlikte daha çok kazanan Avrupa teknikte daha ileri giderek askeri alanda da güçlenmiş ve dünya genelinde hem ticareti elinde tutmayı becermiş hem de askeri anlamda dünya üzerinde söz sahibi olmuştur. Birçok bölgeyi kolonileştiren ve yalnızca kâr amacı güden batı, kendi kazancını maksimum yapabilmek için sömürgeciliği yaygınlaştırmıştır. Sömürgecilikle birlikte kendi dilini, geleneğini, dünya görüşünü de gittikleri yerlere taşıyarak toplumları dönüştürmeye başlamıştır. Serbest ticaret kavramını kullanarak kendi mallarını kabul etmeyen ülkelere savaş açmış ve kendi ürettiği malları zorla almaları sağlanmıştır ki bunun en çarpıcı örneği Çin ile yapılan Afyon Savaşlarıdır.

Osmanlı, batının bu hızlı ilerleyişi karşısında bir takım yenileşme çabalarına girmiştir. Bu yenileşme çabaları aynı zamanda batı blokunun baskıları neticesinde de olmuştur. Ama en önemli sebeplerden biri askeri alanda yenilgiler olmuştur. İşte böylesi bir döneme denk düşen Tanzimat bir geçiş ve buhran devridir. En büyük ideali hürriyetti. Bu dönemde üç değişik akım çıktı: Osmanlıcılık (İslamcılık), Batıcılık ve Türkçülük. İslamcılara göre Batı ve Doğu medeniyetleri ayrı şartların ve sebeplerin ürünüdür. Bir medeniyet alanından diğerlerine geçmeye lüzum yoktur. İslamcılar iki medeniyet arasından İslam medeniyetini diğer medeniyete üstün tutmuştur. Batı teknik anlamda kabul edilmelidir ama medeniyet olarak kabul edilmemelidir. Batıcılık anlayışı ise Batı nedir sorusunu şöyle cevaplandırmaktadır: Her şeyden evvel Batı dost değildir, merhametsizdir, karşısındakinin zaafından faydalanmak ister. Fakat bütün hodbinliğine rağmen Batı (Avrupa ve Amerika olarak) Asya’ya nazaran fevkalade muazzam ekonomik ve sosyal ileriliklere sahiptir. Garpçılar, Batı’yı bir medeniyet olarak kabul etmektedirler. Her türlü fikri ilerlemeler, sanat harikaları, yaratılışlar ve icatlar Avrupa medeniyetinin eseridir. Bu sebeple bu dünyaya hâkimdir. Şu halde Batı demek, kuvvet demektir.[1] Ne var ki Avrupa medeniyetinden neler alınacağı hususunda Batıcılar tam olarak bir sonuca ulaşabilmiş değillerdir. Türkçülük doktrinin anahatları şöyle özetlenebilir: “Osmanlı bayrağı altında şuursuz bir hayat geçiren” Türkler bir millet haline gelmelidirler. Bunun için, bu gayeye varmak için Türkler milli bir vicdana sahip kılınacak, milliyetlerini idrak edeceklerdir. Milli varlıklarına, şahsiyetlerine şuur kesbedeceklerdir.[2]

Tanzimat’a esas olarak bakılırsa Osmanlı toplumu için bir aydınlanma olarak bakamayız. Çünkü Avrupa ile karşılaştırdığımızda Rönesans ile başlayan, Descartes ve Lock ile gelişen modern felsefenin Osmanlı’da yaşanması gerekirdi. Hâlbuki fikir gelişmelerinin olduğu 16-18. Yüzyıllarda Osmanlı, Avrupa ile hemen hiçbir fikir temasına girmeden kendi içine kapanmış bulunuyordu. Öyleyse Tanzimat döneminde aydınlanma tabii bir fikir evriminin neticesi olacak yerde, 19. Yüzyıl ortasında birdenbire dışarıdan gelen bir fikir aşısının ürünü olarak doğmuştur.
Tanzimat döneminde yapılan reformlardan devlet, öncelikle kendisi rahatsız olmuştur. Reformların sonuçlarını durduramamanın sıkıntısı içinde kendisiyle çelişik bir duruma düşmüştür. Hilmi Ziya Ülken’e göre Tanzimat’ın verdiği müsaadeler, hakikatte imparatorluğun parçalanmasına kadar gidecek bir iç krizlerin tohumlarını atıyordu. İmparatorluğun Müslüman ve Hristiyan unsurları ayrı ayrı bağımsızlık istiyorlardı. Bunu kabul etmek imparatorluğun yıkılmasına gitmek demekti. Kabul etmemek Tanzimat’ın ortaya attığı fikirlerden vazgeçmek demekti.[3]

Tanzimat dönemi terakki fikirlerinin önderleri Şinasi, Münif Paşa ve Ali Suavi’dir. Fakat bu fikirler daha sonra romantik edebiyat anlayışı, devrimci ve heyecanlı bir ifade ile uzlaşarak Namık Kemal’de devam etmiş, Ahmet Mithat’da taraftar bulmuş ve ikinci meşrutiyet yıllarında M. Şemsettin (Şemseddin Günaltay)e kadar gelmiştir.

Tanzimat Dönemi ve Sonrası Terakki Fikirleri:

Bu dönemin önemli fikir babalarından olan İbrahim Şinasi (1826-1871) İstanbul’da doğmuştur. Babası topçu yüzbaşısı Bolulu Mehmet Ağa’dır. Şinasi’ye göre, girdiğimiz yeni medeniyet, Avrupa’nın mucizesi akıl ve kanundur. Kanun bu yeni dinin getirdiği hükümlerin temelidir. Yeni değerler dünyasının başında adalet, halk ve hikmet kavramları gelir. İslamiyet bir cehalet devrini kapadığı gibi, bu devir de bir zulüm ve cehalet devrini kapar. Akıl ve adalet devrini açar. Şinasi’nin fikir dünyasında henüz hürriyet yoktur. O hiçbir rejim değişikliği istemez. Tarafsız bir hükümdar yerinde kalmalıdır. O, yalnız zulüm ve köleliğe hücum eder. Tanzimat’tan önce zulüm ve köleliğin elinde oyuncaktık; Reşit Paşa’nın kanunu bizi ondan kurtardı. Zulmün ve köleliğin arkasında, onları besleyen kuvvet fanatizm ve cehalettir. Akıl ve adalet, yeni toplumsal değerler düzeninde ön plana gelirler ve bu iki değer birbirini tamamlar. Adalet aklın emrindedir. Akıl, adaleti insani gayelere sevkeder. Yeni medeniyet İslam’ın ana ilkelerine uygundur. Fakat ona yeni içerik getirmiş ve yeni bir insan tipi meydana çıkarmıştır. Biz akıl çağında yaşıyoruz ve bu insan rasyonel bir insandır. Bu yeni örnek insan, nefsini yener ve kendini insanlığa verir. Şinasi Tasvir’i Efkar’da bu fikirleri savunmaktadır. Ne var ki Şinasi dönemin getirdiği buhranlar ve Fransız hayranlığından olacak ki Batı’nın gelişim sürecini çok da doğru anlamlandırabilmiş değildir.
Bu dönemin fikri önderlerinden özellikle Ali Suavi incelenmeye değer biridir. Çünkü Ali Suavi kendi dönemindeki aydınlardan farklı düşünmektedir. Aynı dönemde yaşamış olan Namık Kemal ve Ziya Paşa, yeni Osmanlı devletinde Şeriate dayanılmasını istiyorlar ve fıkhı savunuyorlardı. Ali Suavi ise dünyanın dini kanunlarla idare edilmesine karşı yazıyor ve laikliği savunuyordu. Devletin bir takım kelime oyunlarıyla yani nüktecilik ve edebiyatla idare edilemeyeceğini, ilm-i siyasetin temeli şeriat ve edebiyat değil, coğrafya, iktisat ve ahlak olduğunu söylüyordu. Din ve devlet işlerinin ayrılmasını istiyor ve ilk defa açık bir ifade ile laiklik fikrini ortaya koyuyordu. O devirde hiçbir Osmanlı aydınının bunu düşünmediğini hesaba katacak olursak Ali Suavi’nin fikrindeki cesaret anlaşılabilir. Ali Suavi, ibadetin de Türkçeleştirilmesini, namaz surelerinin Türkçeye çevrilebileceğini söylüyor. Ali Suavi, İbrahim Şinasi, Münif Paşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa Osmanlıcılık fikrini savunan aydınlar arasındadır. Bunların ortak özelliği İslam birliğini savunmalarıdır.

Tanzimat dönemi ve meşrutiyet dönemi aydınların nerdeyse tamamı Fransa’da eğitim görmüş ya da bir sebeple Fransa’da bulunmuş olmalarından ötürü Fransız hayranlığı taşımaktadırlar. Osmanlı devletinde pozitivist akımlar 1894 yılında kurulan Servet-i Fünun dergisi çerçevesinde topluma açılmaya başlar. Cenap Şehabettin, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Rauf’lar yazdıkları yazılar, öyküler ve romanlarla pozitivist düşünceyi edebiyat çevresinde yaygınlaştırmışlardır. Daha sonra pozitivizm Ulum-u İktisadiye ve İctimaiye dergisi eliyle Osmanlı’da ilk defa tam anlamıyla felsefi denecek bir hareketi meydana getirmiştir ki bu grubu siyasi alanda da Jön Türkler temsil etmiştir. Jön Türk’ler Abdulhamit’i tahttan indirip yerine kendileri iktidar olunca ülkedeki bir çok gazete, dergi, edebiyat çevresi ve okullar da pozitivizme göre yeniden şekillendirilmiştir. Hatta bu dönemde Tıbbiye’yi gezen yabancılar bile buradaki materyalist kitapların çokluğu (Baron d’Holbach, Diderot, Cabanis gibi ünlü Fransız materyalist yazarlar) ve bu kitaplardaki fikirlerin yaygınlaşması karşısında hayretler içinde kalırlar.[4]

Servet-i Fünuncular tam bir batıcı zihniyete sahiptirler. İlerlemenin ancak batının yaşam şeklini ve kurumlarını taklit ederek mümkün olduğunu ve dini düşüncenin hayattan tard edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Jön Türk’ler görüş olarak tamamen batıcı zihniyete sahip olmalarına karşın Türkçüdürler. Türkçülüğün babası olarak bilinen de Ziya Gökalp’tir. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucusu Mustafa Kemal’in Ziya Gökalp için fikirlerimin babasıdır[5] diye tasvir ettiği kişi de incelenmeye değerdir. Çünkü modern Türkiye’nin yaratılmasında onun fikirleri çok etkili olmuştur.

Ziya Gökalp, Türkleşmek, asrileşmek ve İslamcılık alanında yazılar yazmış her üç akımı da savunduğunu gösterir yayınlarda bulunmuştur. Gökalp, vatanı ikiye ayırır. “Turan Türklerin ideal vatanıdır. Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu ülkelerin toplamıdır.”[6] Sonra vatan kavramını şöyle ifade ediyor: “Uğruna hayat feda edilen kutsal bir ülke.” Bu kutsal varlık ne olabilir? Devlet mi? Halbuki o da kuvvetini ümmetle milletten alır. Onların karargahı vatanda iki olması gerekir. Ümmetin vatanı, milletin vatanı. Vakıa bir İslam vatanı vardır ki bütün müslüman milletlerin yurdudur. Öteki milli vatandır ki Türkler kendilerininkine Turan adını verirler. Gökalp, daha sonraları İslam hukukuna karşı sert eleştirilerini “Yeni Hayat” adlı kitabında şiirleriyle dile getirir. “Kendi hukukunu kendi doğurmayan, yasasını gökten inmiş ve değişmez sayan bir devlet, devlet değildir ve bağımsızlığını sürdüremez, dünya değişmeyen bir varlığı taşıyamaz” der. Halife ve Müftü şiirinde, devlet ile medresenin, müftü ile halifenin birbirinden ayrılması gerektiğini söyler. Devlet adlı şiirinde ise hukuk ile dinin birbirinden ayrı iki farklı alan olduğunu dile getirir. Meşihat adlı şiirinde laikliği açıkça savunur ve Vatan şiirinde de dinde reform yapılmasını dile getirir. Genç Kalemler’de “Demirbaş” imzasıyla yayınladığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” isimli yazısında Jön Türklerin siyasi devrimin ardından gerçekleşmesi gereken sosyal devrimin kodlarını işaret ederek yeni bir hayat yaratmak gerektiğini söyler. Bu öyle yeni bir hayattır ki; aileden iktisada, hukuktan siyasete, ahlaktan felsefeye kadar ne kadar hayat varsa hepsi yeniden yeni bir ahlakla ve felsefeyle değiştirilmelidir der.

Cumhuriyet öncesi Osmanlı devletinde karşıt dünya görüşleri ve ideolojiler çatışmıştır. Abdulhamid Han iktidarını koruyabilmek maksadıyla İslamcılığı ön plana çıkarmıştır. Bunun için Cemaleddin Afgani’yi İstanbul’a davet etmiş ve İstanbul’da yaşamasını istemiştir. Ne var ki Afgani ve Abduh’un İslam’ın ilk kaynaklarına dönüşü savunması Osmanlı din algısının dışında bir şey oluşundan dolayı Afgani ile ters düşülmüş ve Afgani Mısır’a dönmek zorunda kalmıştır. O dönemlerde çıkarılan Sırati Müstakim ve daha sonra ikinci meşrutiyette onun yerini alacak olan Sebilürreşad dergileri İslamcıların yayın organı olarak varlığını devam ettirmişlerdir.

Batıcılık anlayışı o dönem içinde iradesiz ve plansız bir hareketti. Jön Türk’lerin idareyi ele alışlarından sonra yani sultanın istibdadını alaşağı ettikten sonra meselenin hallolmadığını görmüşlerdi. Ne yapacakları konusunda bir fikirleri yoktu. İslamcılığı kabul etmiyorlar ama pozitivizmi olduğu gibi de alamıyorlardı. Türkçülük anlayışı burada biraz daha işlerini kolaylaştırdı. Hem Türkçü hem pozitivist bir anlayışla yollarını çizmeye kalktılar. Milli değerler manzumesiyle halkın gazını alırken batıcı zihniyetle de pozitivizmi kurumlara ve topluma adapte etmeye gayret ediyorlardı. Cumhuriyeti kuran kadro içinde Mustafa Kemal, İsmet İnönü pozitivist anlayışa iman etmiş iki şahsiyettir. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün fikri yapısının bilinmesi tek adam etrafında şekillenen cumhuriyette batıcı değerlerin yukarıdan aşağıya nasıl dikte edildiğini anlamamız açısından önemlidir.

Tek Parti Döneminde İslam ve Devletin Dine Bakışı:

Cumhuriyet dönemi 1946 yılına kadar ayrı bir kategoride değerlendirilmelidir. 1946 sonrası da günümüze kadar ayrı kategoride değerlendirilmelidir. Mustafa Kemal, cumhuriyeti pozitivizm felsefesi üzerine bina etmiştir. Mustafa Kemal, meşruiyetini bilimden alan batı toplumunu çok daha hür ve yaratıcı buluyordu. Bilim, onun için sadece kişinin yaratıcılığını geliştirebilmesinde boğucu halk değerlerinden onu kurtarmaya muktedir bir kurallar dizisiydi. Mustafa Kemal, bu amaca yönelik iki siyaset tasarlamıştı: Birincisi; özel hedefi, kontrolü ortadan kaldırmak olan laik yasalar; ikincisi de cumhuriyet için kültürel bir batılılaşma programı.[7]

Mustafa Kemal’in, kişiyi topluluk normlarından kurtarma girişiminde karşımıza çıkan ilk görüntü, “tevhid-i tedrisat” kanunudur (3 Mart 1924). Bu kanun, eğitimi ilk ve son defa, ulemanın elinden almakla kalmadı, ayrıca ortak eğitimin ve böylece de okul yıllarından ileriye doğru cinsiyetler arasında tam anlamıyla yeni bir kaynaşmanın yolunu açmış oldu. Altusser’in yorumuyla devletin en önemli ideolojik aygıtı bu süreçte eğitim sistemi olmuştur. Mustafa Kemal istediği tip batılılaşmayı eğitim yoluyla gerçekleştirmiştir. Eğitimin toplumda nasıl bir değişim gerçekleştirdiğini anlayabilmek için Şerif Mardin’in tarif ettiği mahalle tanımına bakmak gerekir diye düşünüyorum. “Çoğu zaman, bir dereceye kadar keyfi olarak çizilen sınırlarıyla birlikte mahalle, idari birimden aha fazla bir şeydir… Osmanlı vatandaşının ömrünün çoğunu içinde biçimlendirdiği bir çevredir. İlk eğitimin verildiği, doğumların kutlandığı, evliliklerin düzenlendiği, ölüler için cenaze merasimlerinin yapıldığı yer burasıdır. Burası, camilerin istenilen şeyleri duymaları için mahallenin bütün sakinlerini harekete geçiren bir kurum gibi işlediği mekandır… Ahlaki denetimin İslamî kurumu, içki alemleri ve loş kumarhane odalarına sinsice ilerleyerek sokulurdu… daha yüksek mercilere gidecek dilekçe üzerine ilk mühür imamlar tarafından vurulurdu.”[8]

Mahallede ömrünü geçiren adam için bu kuralları aşmak zordu ama yıllarını yatılı olarak yurtta geçiren bir öğrenci için okul talimatları daha önemliydi. Okul pozitivist değerleri öğrencilere yükledikçe okullardan yetişen öğrenciler de mahalle kurallarına ters gelecek davranışlar sergiliyorlar ve zamanla yeni bir yaşam biçimi oluşuyordu. Artık mahallenin değerleri yeni pozitivist siteme angaje oluyordu. Osmanlı döneminin en önemli ideolojik aygıtı olan din yeni sistemde yerini okula bırakıyordu. Önceki sistemde taşrada ileri gelen kimse köyün imamı iken yeni sistemde öğretmen ve muhtar oluyordu. Böylece takip edilmesi gereken kimse olarak imam önder kabul edilmiyordu. Köy enstitüleri de bu anlamda dinin taşradaki gücünü kırmak için kullanılıyordu. Halk arasında bilge olarak bilinen din adamları artık yeni sistemde şarlatan olarak tanımlanıyordu.

Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in yaptığı bir dizi yenilikler batılılaşmayı beraberinde getiriyordu. Hilafetin kaldırılmasıyla gündelik hayatın en küçük noktasına kadar nüfuz etmekte olan dinin bu bölgelerle olan ilişkisi kesiliyordu. Ardından Şeyhülislamlığın ve Evkaf vekaletinin lağvı (3 mart 1924), dini mahkemelerin kaldırılması (18 nisan 1924), Şapka İnkilabı (25 kasım 1925), dini tarikatların dağıtılması (30 kasım 1925), miladi takvimin kabulü (1 ocak 1926), yeni ceza kanununun kabulü (1 temmuz 1926), İsviçre medeni kanununun kabulü (4 ekim 1926), İslamiyet’in devletin resmi dini olmaktan çıkarılması (10 nisan 1928), latin alfabesinin kabulü (1 kasım 1928), ezanın Türkçeleştirilmesi (3 şubat 1932) izledi.

3 Mart 1924 hilafetin kaldırılmasıyla birlikte dinin devlet kontrolüne alınabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Osmanlı Devletinde din nasıl ideolojik bir aygıt olarak kullanılmışsa cumhuriyet devrinde de yeni oluşturulmaya çalışılan toplum için din aynı şekilde ideolojik bir aygıt olarak kullanılmıştır. Osmanlı ve Selçuklularda olduğu gibi Cumhuriyet Türkiye’sinde de devletin istediği din anlayışı baskındı. Sistemin istediği ve izin verdiği kadar bir din anlayışı topluma verildi. Tamamen devrimci kimliğinden uzak, yalnızca şekli ibadetlerden örülü ve pozitivizme uygun olarak bireyin içinde yaşayan bir vicdani kanaate dönüştürüldü. Sistem, İslami değerlerin canlanmasını istemiyordu çünkü gerilemenin sebebi İslam gibi görülüyordu. Batı, en iyi değer üreten sisteme sahip olarak kabul ediliyordu. Bundan ötürüdür ki bir süre için şark müziğinin icrası yasaklandı. Opera, bale ve Batı çok sesli müziğinin öğretildiği konservatuar Ankara’da açıldı. Batı tarzı resim, aynı zamanda, modern Türk ressamlık ürünlerinin sunulduğu birkaç süreli yayına hükümet tarafından destek verildi. 1926 yılında bir Mustafa Kemal heykeli, İstanbul’da törenle açıldı. Kaldı ki insan cisminin yapılmasının put olarak algılandığı bir toplumda heykelin yapılması toplumun inançlarıyla çatışmanın ve onları değişime zorlamanın sınırlarını göstermesi açısından manidardır.

Falih Rıfkı Atay; “Atatürk, ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakarlığın sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında kuşku yoktu”[9] diyor. Adnan Adıvar Amerika’da yaptığı bir seminer konuşmasında ifade ettiği gibi cumhuriyet döneminde Türkiye pozitivist bir Anıtkabir’e dönüştürülüyordu[10]. Buna düşünce bile demek zordu ve en iyi ifadeyle “resmi dinsizlik doğması” diye tanımlanmalıydı.

Cumhuriyet döneminin batılılaşma sürecini anlamamız açısından inkılap diye topluma dayatılan ilkelere göz atmamız yeterlidir. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik, inkılapçılık. İslami bir toplumda ümmetçi anlayış vardır ve milliyetçilik küfür olarak addedilir. Mustafa Kemal’in milliyetçilik hususunda şu sözleri önemlidir: “… din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini kabul etmekteyiz. Türkler, İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti. Milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi.”[11] Bu ifadeler bize Mustafa Kemal’in cumhuriyet toplumunu dinin üzerinde yeni bir kimlikle tanımlama yapma isteğini yansıtır ki bu da milliyetçilik algısıdır. Milliyetçilik algısı bile milli bir konum olmaktan ziyade batılı bir zihni işaret etmektedir. Çünkü Türk milleti olarak ortak bir geçmişi olan insanlar topluluğundan değil, batının medeni milletleriyle ortak bir geleceği paylaşacak insanlar topluluğundan oluştuğu istenci hâkimdir ki, bununla yapılmak istenen şey unutkan bir toplum meydana getirmektir.

Cumhuriyetçilik halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır ki idarenin temelini seküler akıl alır. Vahiyden bağımsız seküler aklın idare ettiği bir rejim Kur’an açısından baktığımıza yine küfürdür. Laiklik, hayatı ikiye bölmekte ve insan kendisini tanrının yerine koymaktadır. Din yalnızca seküler alanı düzenleyen tertipleyen bir emir uşağıdır. Hayatın dışındadır ve hep vicdan içine hapsolunmuş olacaktır ki bu da yine vahiy açısından kabul edilemez bir durumdur ve küfürdür. Devletçilik ilkesi esas olarak devleti yaşatmayı merkeze alır ki İslam’ın görüşüne yine terstir. İslam için önemli olan vahyin doğru bir şekilde hayata geçirildiği bir yönetim inşa etmektir. Bunun için her yol meşru değildir ve Şeriatten saparak bunlar yapılmamalıdır. Oysa pozitivist aklın oluşturduğu devlette ayakta kalmak için Makyevelist düşünceyi kabul etmek gereklidir. İnkılapçılık ise toplumu ıslahtan öte toplumu ifsad edici bir özelliği taşımaktadır ki tamamen batıcı değerler üzerine kurulu bir toplumsal değişimi ifade eder. Halkçılık ilkesi en insancıl olarak görülmesine karşın ulusal egemenlik ve demokrasi temeline dayanması neticesinde yine İslam açısından problemli bir inkılaptır.

Nitekim cumhuriyet elitinin Batılılaşmış bir Türkiye oluşturma isteği geniş halk kitlelerinin değerler sistemi açısından çok fazla bir anlam ifade etmemiş olsa da; öyle bir Türkiye ki, kadınların sosyal ve siyasal haklarıyla erkeklere eşit olduğu, kadın ve erkeğin Batılı tarzda giyindiği, Batı’nın felsefesini ve sanatını taklit ettiği, Batılı gibi dans edip, Batılı gibi yemek yediği, Batı’nın müziğini, sahne gösterilerini izlediği ve hatta 1928’de Darül Fününa bağlı İlahiyat Fakültesi mensuplarınca kurulan bir komisyonun teklifleri kabul görseydi, neredeyse Batılı gibi dua ettiği bir Türkiye ve Türk toplumu meydana getirilmek istenmiştir.[12]

Yeni Türkiye’nin tanımı ve istikameti açısından Adliye Vekili Mahmut Esad Bozkurt’un “… Türk İhtilâli’nin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine maletmek ve benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından kanunlarımızı oldukları gibi Batı’dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun iradesine uygun hareket etmiş olacağız…”[13] Bütün bu Batılılaşma çabalarına rağmen Batılılaşmanın çok gerisinde kalındığını iddia eden entelektüeller de vardır. Prof. Mümtaz Turhan, Niçin Batılılaşamadık? Sorusunu kendince cevaplamış; değişmeyi istemek ve eski hayatı terk etmek Batılılaşmak değildir demiştir. “Türkiye Batılılaşamamıştır. Bunun en büyük sebebi, insan unsuru dışında Batılılaşmak yolunun seçilmiş olmasıdır. Batı medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran, kendisini erişilmeyecek kadar üstün kılan kuvvet ilimdir. İlmî zihniyettir. Biz ferde bu zihniyeti vermiş değiliz. Ferdi bu şekilde yetiştirmiş değiliz. Zannedilmiştir ki, Batılılaşmak, Garplıya benzer şekilde yaşar görünmektedir. Medeniye prensiplerini benimsemek yerine onun teknik vasıtalarını satın almaktır. İlim zihniyetine sahip kılınmamış bir insan, güzel bir buzdolabına sahip olmakla, geniş caddelerden geçmekle Batılı sayılamaz. Çünkü kullandığı ve faydalandığı vasıtaları kendisi yapmamış, onları hazır almıştır. O yaratıcı değil taklitçidir. O ancak bir “hacıağadır”.[14]

Batılılaşma çabaları içinde en önemli unsur her ideolojide olduğu gibi Kemalist ideolojide de kadın konusu olmuştur.

Cumhuriyet Döneminde Kadın:

Cumhuriyet seçkinleri açısından kadının görünümünü ve statüsünü değiştirmenin özel bir önemi vardı. Bu tüm diğer devrimlerin başarısının teminatıydı. Meşrutiyet dönemi İslamcılarda, Cumhuriyetçi seçkinlerde değişimi genel manada kadın algısı üzerinden değerlendirmiştir. Cumhuriyetçiler eğer bu alanda başarılı olurlarsa diğer devrimleri de kolayca başaracaklarını düşünüyorlardı. Bunun için yurt gezilerinde Avrupai görünüme sahip kadınlar bilhassa gezi heyetine dahil edilirler. İstanbul’daki halk plajları kadınlara da açılır ve plaja gitmeye yönelik teşvikler uygulanır. Bunlar vasıtasıyla halkın tepki göstereceği şeyi görerek alışması sağlanmaya çalışılır.

2 Eylül 1929’da Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği bir “Miss Turkey” yarışması, bu yönde atılan en önemli adımlardan birisini oluşturur. Girişimin arkasında Mustafa Kemal vardır.[15] Cumhuriyet’te yarışma ile ilgili ilk duyuru 4 Şubat 1929’da yapılır. “Bütün dünyada güzel kadınlar seçilir ve memleketlerinin güzellik kraliçesi intihap edilirken (seçilirken), bizim böyle bir kraliçemiz niçin olmasın? Türkiye’nin en güzel kadını acaba kimdir?” iki gün sonra gerçek niyet açıklanır: “Türkiye’nin güzellik kraliçesini bulmaya karar verdik…” 16-25 yaş arasındaki “hanımlar arasında Mühim ve ciddi” bir müsabaka yapılacaktır. Bir hafta sonra gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi sütununu bu konuya ayırır. Güzellerin mayo ile jüri karşısına çıkacaklarını bildirip, bunu ise “gayri ahlaki” olduğunu söyleyenleri sert bir dille eleştirir. Yarışmacılarla ilgili ilk fotoğraf 7 Mart tarihinde yayınlanır. 125 yarışmacının fotoğraflarının yayınlanışı 21 Haziran 1929 tarihinde tamamlanır. Sıra okuyucuların oy vermesine gelir. 1 Ağustos’ta açıklanan sonuçlara göre, 1121 oyla Mualla Suzan birinci seçilir. Gazete 400’ün üzerinde oy alan 48 yarışmacının büyük jüri önüne çıkmasına karar verir. Jüride yer alan isimler arasında Abdülhak Hamit Tarhan, Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Peyami Safa, İbrahim Çallı, Namık İsmail, Nazmı Ziya Güran, Mesut Cemil Tel, Muhittin Sadak, Vasfi Rıza, Bedia Muvahhit gibi dönemin yazar, ressam, müzisyen ve tiyatrocuları vardır. Yarışma Cumhuriyet gazetesinin üst katında yapılır. Cumhuriyet’e göre “orta boylu, kıvırcık lepiska saçlı, altın gözlü, beyaz tenli, zarif endamlı, beyaz krep satenden elbise giymiş olan” Feriha Tevfik birinci seçilir. İkincilik Semine Nihat’a, üçüncülük ise Matmazel Araksi’ye verilir.



Bu yarışmaların iki amacı vardır. Birincisi bu siyasal bir hadisedir. Yıllardır örtülü olan Müslüman kızların çıplak bir şekilde arzı endam etmesi sağlanarak uygar dünyaya Türkiye’nin ayak uydurduğunu ispatlama girişimidir. İkincisi ise orta ve alt tabaka sınıfın namus ve iffet anlayışlarını aşağılamak ve açılmayı meşrulaştırmaktır. Bu yarışmalar devam eder gider ve 1932 yılında yapılan güzellik yarışmasında Tüccar Halis Bey’in 17 yaşındaki kızı Keriman Halis Türkiye güzeli seçilir. Belçika’nın Spa şehrinde düzenlenen Dünya Güzellik Yarışması’na katılır ve kraliçe seçilir. Bu sonuç şu açıdan ilginçtir; Dünya güzeli seçilen Türk kızı Keriman Halis, son Şeyhülislam’ın torunu olarak takdim edilmiştir. Niçin kraliçe seçildiği gayet ortadadır. Mustafa Kemal bu yarışmanın akabinde Cumhuriyet gazetesine şu demeci verir: “Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerinde hükümlerinden memnunuz…” bu başarı Feroz Ahmad’a göre, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünün onaylandığına yönelik anlam yüklü bir mesajdır. Türkiye’nin aynı mesajı, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne katılıp Kore’ye asker gönderdiği zaman tekrar alır ve 1952’de Günsel Başar Dünya Güzeli seçilir.

Kadının statüsünün değiştirilmesine dönük bu yarışmaların haricinde “Güzel Bacak” yarışması da düzenlenir. Ve bu yöntemlerle kadının iffet ve namus algısıyla oynanır. Batılı medeni dünyayı yakalama arzusu ile Müslüman kadın vahyin emrettiği yaşamdan uzaklaştırılır. Mustafa Kemal’in emriyle balolar düzenlenir ve bu balolarda kadın erkek emirle dans ederler. Öyle ki bu balolarda Nilüfer Göle’nin tabiriyle Mustafa Kemal nazikçe “Bu salonda Türk subayının dans teklifini reddedecek bir hanımefendi bulamıyorum. Onun için emrediyorum size salona dağılın ve hanımefendileri dansa kaldırın” emrini vererek kadının ve dolayısıyla toplumsal değişimin mimarlığını yapıyordu.[16]

Özgürlük ile kadının namusunu ters olarak değerlendirmiş bir toplumda, bu o kadar da kendiliğinden olmamaktadır. Nitekim Medeni Kanun’un kabulüne tepki olarak 1926 yılında Akşam Gazetesi’nde çıkan bir karikatür bunu iyi özetlemektedir: Karikatür, özgürleşmiş bir Türk kadınını balona binerken ve fazla ağırlıklar olarak da “fazilet, namus ve utanma”yı atarken göstermektedir. Kadının kamu yaşamına girmesi ancak “saygınlığa” dair işaretler abartılarak meşruluk kazanmıştır. Okumuş kadın, meslek sahibi kadın, Kemalist reformların yücelttiği değerler bağlamında ayrıcalık kazanmış, ancak bir o kadar da “cinsiyetsiz” hata bir ölçü de erkek kimliğine bürünmüştür. Bir başka deyişle, Kemalist kadın peçesini ve çarşafını atmış ancak bu kez cinselliğini “çarşafa sokarak” kamusal alanda kendisini zırhlandırmış, bir ölçüde dokunulmaz erişilmez kılmıştır.[17]

Cumhuriyet ideolojisi halkı Batılı zihniyete angaje etmek için bir takım ideolojik ve baskı aygıtları kullanmıştır. Buradaki baskı ve ideolojik aygıtları ifadesini Louis Altusser’in kitabından ödünç alıyoruz. Öncelikle devletin baskı aygıtlarından söz edelim.
_____________________

[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İst. Bilgi Üniv. Yay. Sh. 69
[2] Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 75
[3] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay. İst. 1994, 4. Baskı, sh. 56
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, sh. 232-233
[5] Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyet’in Tarihi, sh. 136
[6] Ziya Gökalp, Türkiyecilik ve Türkçülük, Yeni Mecmua, sayı 31
[7] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, iletişim yay. Sh. 73
[8] Şerif Mardin, a.g.e sh. 70
[9] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, ist. 1980, sh. 393, 394
[10] Mete Tunçay, Tek Parti Yönetiminin Kurulması, sh. 212
[11] Nazmi Avcı, Türkiye’de Modernleşme Açısından Din Kültür Siyaset, Pınar Yay. Sh.231
[12] Nazmi Avcı, age. Sh. 232
[13]Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 115
[14]Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 166
[15]Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak yay. sh. 126
[16] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis yay. Sh. 87
[17] Nilüfer Göle, a.g.e. sh. 107

Devletin Baskı Aygıtları:

Kemalist ideoloji kendi değerlerini güle oynaya halka kabul ettirmiş değildir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte halkı ve muhalefeti sindirebilmek için devletin baskı aygıtlarını işletmişlerdir. İstiklal mahkemeleri bu alanda önemli işler yapmıştır. Kemalist ideoloji muhalefetsiz bir düzen kurabilmek için her fırsatı değerlendirmesini bilmiştir. Siyasi cinayetlere kadar her yola başvurmaktan kaçınmamışlardır. Trabzon vekili Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’in Muhafız Alay komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesi, Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi milli mücadelenin en önemli paşalarının İzmir Suikasti bahane edilerek idamla yargılanması gibi daha birçok davalar ve cinayetler muhalefete gözdağı vermiştir. Cumhuriyet devrinin önemli üç Ali’si istiklal mahkemelerinde Mustafa Kemal’e muhalif olanları yine onun emriyle  ya katletmişler ya da siyasi hayatlarına son vermişlerdir. Bu üç Ali; Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’dir.
 
Kemalist ideolojinin baskı aygıtı olarak kullandığı İstiklal Mahkemelerinin kullanılmasına Şeyh Said isyanı sebep olmuştur. 13 Şubat 1925 tarihinde Şey Said önderliğinde doğrudan rejimi hedef alan bir ayaklanma olmuştur. Rejim bunun İngilizler tarafından Musul ve Kerkük’ün elimizden alınması için çıkarttığı bir ayaklanma olarak tarih kayıtlarına geçirse de olayın böyle olmadığı İsmet İnönü’nün o dönemdeki Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta ortaya çıkar: “Şeyh Said, harekat esnasında dini kurtarmak davasını açıktan ortaya atmış bulunuyor. “Hilafet kalkmıştır, din tehlikededir. Dini kurtarmak lazımdır.” Davaları bu. Şeyh Said, isyan hareketini, böylece bütün memlekete milli bir hareket olarak değil, bir din hareketi olarak gösteriyor… Şeyh Said, isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır.”[1] Bu isyanın akabinde Hıyanet-i Vataniyye yasası çıkarılır, Takriri Sukun yasası ile birlikte İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Nerdeyse tüm muhalefete İslamcı damgası vurularak istiklal mahkemelerinde yargılanmaları sağlanmıştır. Bu sayede birçoğu öldürülmüş, bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bir kısmı da bir daha siyasi hayata tekrar dönmemecesine köşesine çekilmiştir.
 
 



Devletin İdeolojik Aygıtları:
 
Cumhuriyet ideolojisi baskı aygıtları yanında ideolojik aygıtları da devrimleri pekiştirmede bir araç olarak kullanmıştır. Bunları sırasıyla konuşacak olursak; eğitim, dinsel ideolojik baskı aygıtı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiiler, medya (medya derken o dönem için gazete ve radyo kastedilmektedir) ve son olarak şehirleşmeyi esas alabiliriz.
 
a)      İdeolojik Aygıt Olarak Okul:
 
Öncelikle belirtelim ki Osmanlı da toplumu dönüştürücü aygıt din idi. Yeni Türkiye ise en önemli ideolojik aygıt olarak eğitimi kullanmıştır. Çünkü Türkiye rol model olarak Avrupa’yı esas alıyordu. Devletin dil devrimi yapması ile birlikte yeni yetişecek neslin geçmişle bağını kesiyor ve eğitim kurumlarıyla yepyeni bir toplum inşa etme sürecine giriyordu. Yeni yetişecek nesil bu sayede Avrupa pozitivizmine teslim oluyor ve dini değerleri ise küçümsüyordu. Fransız laikliği ile donatılırken, Darwin’in evrimciliğine bağlı, Freud’un psikanaliz mantığıyla yetişiyordu. Öncelikle dini değerler toplumun tamamen dışına itilip yerine Batı pozitivizmi inşa ediliyordu. Dinin yerine konan yeni değer ise ulusçu anlayıştı ki bu topluma dayatılan yeni bir dindi. Adı da Türk Milliyetçiliği idi. 1923-1924 tarihleri arasında İlk ve Ortaöğretim okulu olarak 4.894 okul,  273.107 erkek öğrenci ve 62.954 kız öğrenci olmakla birlikte toplam 341.941 öğrenci mevcutken 1940-1941 arasında 10.596 okul, 661.279 erkek öğrenci ve 294.468 kız öğrenci ile birlikte toplam 955.747 öğrenciye ulaşılmıştır.[2] Bu sayısal değerleri 2013 yılının verilerine kadar getirdiğimizde ise karşımıza korkunç rakamlar ve değişimler çıkacaktır kuşkusuz.
 
Bu okullardan mezun olan yeni nesil, devletin; bürokrasi, siyaset, ordu ve yargı gibi merkezlerine yerleştiğinde Cumhuriyet’in başlangıcında rejimin, kendisini yeniden üretmesine yetecek kadar kitleye ideolojik aygıtlarıyla nüfuz edebildiğini söyleyebiliriz. Eğitimin özellikle kadınlar üzerinde yarattığı seküler etki ise çok daha fazladır. Kadınlar daha fazla eğitim olanağına kavuşup meslek sahibi oldukça, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki annelerine nazaran ataerkil kalıpları daha çok sorgulamış ve kendi ayakları üzerinde durabilme yeteneğine daha çok kavuşmuşlardır.
 
Cumhuriyet döneminde merkezin ideolojisini çevreye taşıyan eğitim aygıtları okullarla sınırlı kalmamıştır. Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri gibi aygıtlarda olmuştur. Halkevleri, Meşrutiyet’te kurulan Türk Ocakları’nın yerini aldı. Halkodaları ise Cumhuriyet döneminde, küçük yerleşim yerlerinde kurulan, Halkevleri ile aynı çizgideki kuruluşlardı. İnkılabı yaymak, İslami ideolojinin gücünü kırmak gibi amaçlarla kurulan ve faaliyet gösteren bu kurumların, kapatılana kadar CHP’ye bağlılığı sürdü. Bu kurumlar 1951 yılına gelindiğinde DP tarafından kapatıldı.
 
Köy Enstitüsü projesinin fikri arka planında, 1924 yılında Türk Eğitim sistemi için rapor hazırlayan John Dewey ve ayrıca William James gibi filozofların pragmatist felsefesi olduğu söylenebilir.[3] Köyün içinden köye öğretmen yetiştirme hedefini güden bu kurumlardan 17 bin kadar köy çocuğu öğretmen olarak yetişmiş ve geniş bir kitleyi bunlar eğitmişlerdir. Bu kurumlar teorik bilginin yanında pratik uygulamaya da önem vermiş; makine kullanımı, hastalıkla savaş, kooperatifçilik ve hayvancılık gibi birçok konuda köylüyü eğitmişlerdir. Köy Enstitüleri arka planlarında var olan pragmatizme uygun eğitimlerinin yanında, Cumhuriyet merkezinin ideolojisini; köyde, imamın yerine Cumhuriyet’in yetiştirdiği öğretmeni önder yaparak yerleştirmeye çalışmışlardır.[4]

                  b)      Dinsel İdeolojik Aygıt Olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler:

 
                Cumhuriyet ideolojisi dinsel kurumlara farklı şekilde yaklaşmıştır. Bu farklı yaklaşımlar; gücünü yoketme, kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma diyebiliriz. Camilerin nasıl kontrol altına alınması gerektiğiyle ilgili bir endişe ise hep vardır. Camilerin cemaatlerin kontrolüne geçmesinden korkuluyordu. 1931 yılında çıkarılan bir kanunla camii ve mescitlerin yönetimiyle görevlilerin atanması Evkaf Umum Müdürlüğüne geçti.
 
                Eski Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin Diyanet İşleri Başkanı olmadan önce 1920’lerde yazdığı hutbe kitabında yer alan hutbe başlıkları, camilerin nasıl ideolojik aygıt olarak kullanıldığı konusunda fikir verici niteliktedir. Bu başlıkların bir kısmı şöyledir; “Çalışan Mükafatını Görür”, “Vatan Müdafası”, “Türk Hava Kurumu’na Yardım”, “Askerlik Şerefi”.[5] Camilerin minarelerinin arasına mahyalar yoluyla yazılan yazıları incelememiz bile aynı yönde bir kanaat verecektir. Minarelerin arasına mahyalarla yazılan bazı sloganlar şöyledir; “Varol İnönü”, “Türk Yılmaz”, “Yaşasın Gaziler”, “Vatan Sevgisi İmandandır”, “Yaşasın Misak-ı Milli”.[6] Diyanet’in Cumhuriyet merkezinin rahatsızlık duyduğu Nurculuk ve Süleymancılık gibi akımlara karşı raporlar hazırlamasından da anlaşılabilir. Örneğin Nurculuk hakkındaki raporda Nurculuk; İslami esaslara uymayan yorumlar yapmak, Saidi Nursi’yi aşırı yüceltmek, Kur’an ve Sünnete aykırı akıl dışı yaklaşımlarda bulunmak, Mustafa Kemal’e saldırmak, Kürtçülüğü körüklemek, şapka devrimine karşı çıkmak gibi hususlarda eleştirilmiştir.
 
c)       İdeolojik Aygıt Olarak Medya:
 
                Cumhuriyet rejimi tek partili dönemde gazete ve dergi gibi medya araçlarını ideolojik aygıt olarak kullanmayı bilmiştir. Her ne kadar basını tekelinde toplamamış olsa da muhalif yazarlara verilen cezalar ve yıldırma politikaları sayesinde kontrolü elinde tutmayı becerebilmiştir. 1927 yılında radyo yayıncılığı Türkiye’de başlamıştır. Radyo, büyük kısmı okur yazar olmayan bir topluma, cumhuriyetin sözle ulaşmasının aracı olmuştur. Böylece devletin diğer ideolojik aralarla ulaşamadığı yerlere ulaşmada ciddi bir araç olmuştur. Televizyon yayınları Türkiye’de 1968 yılında başladığı için ideolojik aygıt olarak TV’ler bu bölümde ele alınmayacaktır.
 
                Şehirleşmenin artması, köylere elektrik gitmesi, vericilerin ülkede daha çok yayılması radyo yayıncılığı eliyle topluma yön vermeyi hızlandırmıştır. Özellikle Cumhuriyet gazetesi yeni rejimi basın yoluyla halka takdim etmede ve toplumsal değişimi ateşleyen yayınları yapmada Cumhuriyet’in yılmaz bekçiliğini yapmıştır.
 
d)      Şehirleşmenin Sonucunda İdeolojik Aygıtların Artan Önemi:
 
                Şehirleşme olgusu, çevredeki bireylere ideolojik aygıtlarla daha çok nüfuz edilmesine olanak tanınmasının yanında, oluşturduğu yeni sosyal yapı ve güç ilişkilerini yeniden şekillendirmesiyle de bireyleri dönüştürdü.
 
                Devletin sekülerleştirici ideolojisine karşı bireylere İslami bir hayat görüşü veren en önemli kurum aile olmuştur. Şehirleşme, bunu yok etmemiştir ama ailenin çekirdek aile olmasına yol açarak; önceki dönemin ideolojisine göre hayatlarının daha uzun dönemini geçirmiş ve Cumhuriyet’in dönüştürücü yeni ideolojik aygıtlarıyla daha az karşılaşmış olan büyükanne ve büyükbabaların yeni nesiller üzerindeki etkisinin azalmasına yol açmıştır. Kocalarının aileleriyle yaşamaktan uzaklaşma, kadınların erkek egemenliğine dayalı değerlere göre işleyen geniş ailelerden uzaklaşmaları ve daha çok otonomi kazanmalarına da sebep olmuştur. 1927 yılında kırsal kesimde yaşayan nüfus %75,8 oranında iken, 1950’de çok ufak bir değişiklikle bu oran %75,0 olmuştur. Bu oran Batı’daki modernleşmeyle Türk modernleşme arasındaki önemli bir farklılığı anlayabilmemizi sağlayabilir.
 
                Batı’daki modernleşme toplum seviyesindeki değişimler üzerinde yükselmiştir ve şehirleşmenin getirdiği yeni toplumsal yapı ve üretim ilişkilerindeki farklılaşma, Batı modernleşmesinin en önemli dinamiklerinden biri olmuştur. İngiltere’de köylülerin tarımın karın doyurmaması neticesinde şehirlere akın ederek karın doyurmak istemesi sonucu oluşan köyden kente göç Avrupa’nın toplumsal dinamiklerini hepten değiştirmişti. Bu durumun aynısı Türkiye’de çok daha uzun zaman dilimleri içinde meydana gelmiştir ki bu oran özelikle 1923-1950 arasında şehirleşme açısından ancak %1’e tekabül etmektedir. Şehirleşmeyle birlikte oluşan algıya göre; şehir, yüksek olan Batılı kültürünü temsil ederken kırsal kesim ise düşük olan İslami kültürü temsil etmektedir. Batılılaşmak, medeni olmak anlamını taşırken İslami değerlere sahip olmak ise irticacı olmak, geçmişe takılıp kalmak ve uygar dünya değerlerine düşman olmak anlamında değerlendirilmiştir. Şehirleşmenin yarattığı sosyolojik ortam bireyciliği geliştirirken aile bağlarını zayıflatmış ve birey üzerinde kontrol mekanizmasını gevşetmiştir. Bu durumda bireyi dönüştürmek daha mümkün hale gelmiştir.
 
                Tek Parti Döneminin İslam’la Mücadelesinde Değişim Rüzgarları:
 
                1946 yılına gelindiğinde devletin o sürece kadar yapmış olduğu icraatlar İslami kesimi sindirmeye dönük olup yeni bir ulus dini yaratma gayretinde olsa da göl maya tutmamıştır. Rejim, M. Kemal eliyle ve İ. İnönü eliyle her ne kadar dinsel kimlikten arındırılmaya çalışılsa da Batı pozitivizmi bu toplumda bir yere oturmamıştır. Geleneksel olsa da toplum, dini birbirini bağlayan bağ olarak algılamıştır. İşte tam burada CHP zihniyeti yeni bir refleks geliştirmiş ve rejimin katı pozitivist anlayışını yumuşatmıştır. Bu İslamcılara ödün vermek için olmayıp esasında İslamcıların elini daha güçsüz bırakmak adına olmuştur.
 
              1948 yılına gelindiğinde CHP’deki değişim arzuları gün yüzüne çıkmaya başlar. Hacca gideceklere ilk defa döviz müsaadesi verilmesi ve vizelerin yapılışı hareket noktası olmuştur. 1 Şubat 1949’da ilkokul programlarına isteğe bağlı din dersi konulmuştur. Yine 1949 yılında İmam-Hatip kursları açılmıştır. Kursların amacı ehliyetli din adamı yetiştirmekti. Ortaokul seviyesinde idiler.[8] Ehliyetliden kasıt rejimi savunacak ama namaz, cenaze namazı gibi bazı ritüelleri yapabilecek kabiliyette din memurları yetiştirmekti. İlk olarak 8 ilde açılan kurslar sonraları İmam-Hatip okulları haline getirilmiştir.
 
                CHP iktidarının son aylarında, 1950’nin birinci yarısı içinde bazı önemli olaylara şahit olunur: 
1- Din adamlarının idaresi tekrar Diyanet İşleri reisliğine verilmiştir. 
2- Meşrutiyet İslamcıların tanınmış siması Başvekil Şemsettin Günaltay, buhranlı bir safhada okuduğu hükümet programında İlahiyat Fakültesi açılacağını duyurmuştur. 
3- Tekke ve zaviyelere dair kanun yumuşatılmış akabinde 19 türbenin açılmasına müsaade edilmiştir.

 
                Şemsettin Günaltay’ın rejim tarafından başbakan yapılması bile İslamcıların güçlenmesini engellemek içindir. Başlangıçta doğru şeyler beklentisi içinde olan İslamcılar bizzat Ş. Günaltay’ın ağzından devrimlerin aynen korunacağını bildirmesi ile hayal kırıklığına uğramışlardır. Tıpkı AKP iktidarındaki Erdoğan’ın “biz Cumhuriyetle hesaplaşmıyoruz biz Cumhuriyeti koruyoruz” demesindeki hayal kırıklığı gibi. Ya da AKP iktidarında Başbakan yardımcısı Ömer Çelik’in “biz olmasaydık Cumhuriyet batacaktı Allah’a şükür ki biz geldik ve Cumhuriyet kurtuldu” demesindeki hayal kırıklığı gibi. Zira bugün de bazı İslamcı çevrelerin Erdoğan’ı kurtuluş reçetesi görme hastalığında olduğu gibi o gün de Günaltay aynı şekilde algılanmıştır.
 
                Tabii bütün bu değişimler halkın CHP’ye olan öfkesini değiştirmemiştir. Rejim yeni bir refleks ile çok partili sürece geçme kararı almıştır. Bu karar yalnızca partinin kendi içinde aldığı bir karar olmaktan ziyade ABD’nin ve Batı’nın dünya konjonktüründe ortaya koyduğu siyasetle de ilgili idi. 1947’de önerilen Marshall yardımının dayattığı şartlar arasında kuşkusuz çok partili sistem ve liberalleşme de vardı. Dünya yeni bir dalgayla değişime zorlanıyordu. Amerikan ürünleri ve sineması artık yeni bir toplumu belirleme de öncülük ediyordu. Türkiye’de Jön Türklerden bu yana yönünü Batı’ya çevirdiğinden bu değişime ayak uyduruyordu. Artık liberal demokrasi zamanıydı ve jakoben anlayış atılmalıydı. Çünkü ulusçu zihniyet birçok yönüyle bu değişimi algılayabilecek zihniyet değildi. İslamcılar için artık yeni bir mücadele alanı daha vardı ki bu yeni alan diğerinden daha zor daha tehlikeliydi. Zira liberal demokrasi anlayışıyla, halkı partileşme yoluyla değişimin ana faktörü olduklarına inandırıyorlardı. Bu durum çok partili süreçte ele alınacağı gibi Müslümanları partiler yoluyla politize etmeyi ve Müslümanların sisteme adaptasyonlarını sağlamayı amaçlayacaktır. Daha ileriki zamanlarda bu sürece STK’lar da dahil olacaktır. Süreç artık tamamen ABD’nin perde arkasından dayattığı politikalarla yürüyecektir. Çok partili süreç Türkiye için yeni bir çağın başladığının habercisidir ve halk kendini bir anda yeni kurulan DP’nin avuçlarında bulur. Oysa DP’yi oluşturan kadrolar tamamen CHP’nin içinden çıkmıştır ve aynı zihniyeti taşımaktadır. Şekil değişmiştir ama öz aynıdır.
 
Cumhuriyet’in Kuruluşundan Çok Partili Sürece Kadar Devrimci Zihniyetin Dışa Vurumları:
 
                Bu başlıktan kastettiğim şey yaratılmaya çalışılan ulusçuluk dininin hem ilahı hem peygamberi olarak görülen M. Kemal’in nasıl putlaştırıldığını anlatabilmektir. Bugün Kemalizm dediğimiz ideolojinin kaynaklarına inebilmektir. Böylesi bir heyulanın yaratılmasında elbette M. Kemal’in katkıları büyüktür. Bunun yanında kraldan daha çok kralcı olan şakşakçıların da rolü büyüktür.
 
                Bu konuyu anlatabilmek için Faruk Köse’nin Akit gazetesinde yazdığı yazıyı alıntılamak meramımızı ifade etmeye yetecektir diye düşünüyorum. “1927’de Sarayburnu’nda dikilen ilk anıtından sonra adına binlerce anıtlar, heykeller, büstler, resimler yapılarak yurdun her köşesine yerleştirildi. Açıkça “ilah” olarak tanımlanır oldu. Nitekim, henüz M. Kemal hayatta iken, 5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Atatürk yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır” yazılabildi.
 
Sözleri ayet gibi, hadis gibi her yere yazıldı. İlke ve devrimleri kutsanıp dokunulmaz ilan edildi ve bütün hayat ona göre biçimlendirildi. Dini hayat bile onun sözlerine göre tanımlayıp sınırlandırıldı. Zorunlu “Din Kültürü” derslerinden ayet ve hadisten çok onun sözlerine yer verildi. “Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” sözlerinin ardına düşülerek, İslam’a karşı imha edici bir kampanya yürütüldü. “Kutsal Kitap” yazdı, ama yazdığı Nutuk, bağlıları tarafından kutsal kitap olarak algılandı. “Kemalizm” adıyla halkı devre dışı bırakan ve “silahlı bürokrasi”yle güçlendirilmiş bir “elitler diktatoryası” kuruldu. Toplum “tek seslilik”e, “tek tiplilik”e icbar edildi ve bunun için otoriter-totaliter bir rejim kuruldu.
 
“Yüce Atatürk”, aslında bir “Mitolojik Figür”ün ifadesi oldu. Ne varsa bu figür bağlamında yorumlandı, bu figür etrafında “güçlü organizasyonlar”la “derin işler”e dalındı.
 
Yüceltip ilahlaştırma kapsamında şiirlerde bakın neler söylendi:
 
“Kabe Arabın olsun, bize Çankaya yeter.” “Rabbim de gözyaşı dökmezse ayıp.” “On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan.” “Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el / Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel.” “Bu taş (mezarının taşı) daha kudsidir o Kabe’nin taşından.” “Selanik’ten yüceldi ilahların bir eşi.” “Kurtulmak, kurtarmakta hacet yoktu Allah’a.” “Varsın... Teksin... Yaratansın…” “Biz sana tapıyoruz.” “Yoktan varediyor Tanrı gibi her şeyi.” “Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.” “Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.” “Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi (eşit).” “İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!” “Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili / İnsana ne ilâh, ne de sevgili, / Ne de ana-baba aratıyordu / Her an yaratıyor, yaratıyordu.” “Tanrı gibi görünüyor her yerde.” Sonra uçtular adeta: “Millete can veren, vatan yaratan; / Tanrının göklere dönüşü gibi… / Her zaman ırkıma büyük Baş Atam, / Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!” Ve nihayet, “Allah değil, o yazdı alın yazımızı” dendi.
 
Ezana nazire olsun diye “Atatürk ekber.. Atatürk ekber” diye başlayan bir “yeni ezan” yazıldı. “Allah’ın dediği olur” şiarına karşı “Cumhuriyet’in dediği olur” dendi. Anıtkabir Kabe’den üstün görüldü. Hz. Muhammed’in doğum günü münasebetiyle yapılan “Kutlu Doğum Haftası”na karşı, 19 Mayıs Haftası’nı “Mutlu Doğum Haftası” ilan edildi. “Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” ayetine karşı, “Kemalist Devrim mutlaka tamamlanacak” sözü afiş yapıldı. Kur’an-ı Kerim’den hüküm ayetleri çıkarılarak yerine Nutuk’tan parçalar konulmak istendi. Kapsamlı bir “dinde reform” projesi hazırlandılar. İslam inancındaki “amentü”ye karşı “Türk’ün yeni amentüsü” yazıldı. “...Ulu Şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır” dendi.
 
Bir yandan İslam dinini kaldırmak için ne gerekiyorsa yapıldı, bir yandan da “Kemalist ideoloji” dinselleştirmeye çalışıldı. Açıkça “Tanrılaşan Türk Atatürk” ya da “Tanrı Türk” söylemi zihinlere enjekte edildi. Tutmayınca bir nevi Peygamberleştirmeye çalışıldı; M. Kemal’in “Tanrı tarafından özel olarak görevlendirildiği” inancı yayılmaya, “kerametlerinden” söz edilmeye başlandı. Hatta “Yurdu halkı her kim ol evvel ana / Her işi asan ede Allah ana / Millet adın zikredelim bir kere / Vacib oldur cümle işte Türklere” diye Mevlid bile yazıldı.
 
Ve vefatı Hz. İsa’nın göğe yükselmesine benzetilerek, hatta daha da ileri gidilerek, “Şimdi ilah oldu ve yükseldi o” diye şiire konu edildi. Milli bayramlarda, kurtuluş günlerinde ve diğer resmi törenlerde yapılan ritüelleri söylemeyeceğim bile.”
 
Bunun gibi daha birçok abartılı edebiyatla topluma Türklerin ilahı gibi anlatılmaya çalışıldı. Şevket Süreyya Aydemir dönem itibariyle M. Kemal’i ilahlaştırmak zorunda olduklarını itiraf ediyor. Ayrıca konuyu daha ayrıntılı anlatabilmek için Yavuz Bülent Bakiler’den de bir alıntı yapmak yerinde olacaktır:
 
“Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(...)
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
 
Edip Ayel, Atatürk'e: "Sen bizim yeni peygamberimizsin!" diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal'i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk'e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
 
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
 
Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah'ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istemedi:
 
Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
 
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de "Allah", "tanrı", "ilâh", "Kâbe", "put" gibi kelimelerle Atatürk'e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
 
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
 
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı:
 
Çankaya;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
 
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
 
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
 
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttu:
 
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
 
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı:
 
Akbaba'cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
 
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
 
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:
 
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
 
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
 
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
 
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:
 
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
 
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
 
Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
 

"Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim." [10]
 


[1] Ahmet Cemil Ertunç, a.g.e. Sh. 97
[2] Caner Taslaman, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul yay. Sh. 110
[3] Caner Taslaman, a.g.e. sh. 113
[4] Bülent Tanör, Kurtuluş Kurtuluş, Cumhuriyet Kitapları, sh. 317
[5] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah yay. Sh. 74
[6] İsmail Kara, a.g.e. sh75,82,83
[7] İsmail Kara, a.g.e. sh. 152,161.
[8] Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, sh. 190
[9] Faruk Köse, Akit Gazetesi, “Atatürk’ten Gazi Mustafa Kemal’e”, 12.12.2012 tarihli makale

[10] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000

CUMHURİYET DÖNEMİNDE İSLAM ADINA ÇIKAN YAPILAR VE MÜCADELELERİNİN EKSENİ

 
SÜLEYMANCILIK:
 
Süleymancılık, kısaca Süleyman Tunahan adlı bir medreselinin Kur’an öğreticiliği çerçevesinde oluşan, her ne kadar yerine bir halef tayin etmeden ölmüşse de karizmatik kişiliğinin de etkisiyle örgütleşip, daha sonra şartlara uygun olarak değişim geçirmiş dini bir cemaattir.[1]
 
Süleymancılık, esasında Nakşibendi geleneğine ait bir yapılanmadır. Onun içindir ki tarikat mi cemaat mi olduğu tartışılmıştır. Ama Süleymancılığın işlevleri, teşkilatlanma ve işleyiş tarzı itibariyle bir cemaat olma özelliği taşımaktadır. Süleymancılık, dini eğitimin yasaklandığı bir ortamda öncelikle Kur’an öğretmeyi amaçlayan ve daha sonra, dini-manevi saiklerin de işin içine katılmasıyla örgütsel bir yapı kazanan; müntesipleri arasında dini duyguları yaşama, sosyal sığınma, yardımlaşma gibi toplumsal işlevleri de yerine getiren bir cemaattir. Merkez-Çevre ilişkisinde rejime tepki olarak çevre olmayı tercih etmiş Alevi-Şii karşıtlığı ve modern yorumlara mesafeli duruşuyla tipik bir sünni eğilimli cemaattir. Bu cemaati Süleyman Hilmi Tunahan dönemi ve sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. Süleyman Hilmi Tunahan, Cumhuriyet rejiminin katı pozitivist ve laik duruşu nedeniyle 1941 yılından 1951 yılına kadar illegal bir şekilde kurslar kurarak Kur’an öğretmeye çalışır. 1949 yılında rejimin dönemin şartları gereği dine karşı yumuşamasına binaen Tunahan’ın yaptığı başvuruya iki sene sonra cevap vererek resmi bir şekilde Kur’an Kurslarının kurulmasına müsaade edilmiştir. İlk resmi kursu Tunahan 1951 yılında açmıştır.
 
1959 yılında ölümüyle birlikte yerine damadı Kemal Kaçar geçmiş ve Kur’an Kursu faaliyetlerine talebe yurdu kurarak üniversiteye dönük de çalışmalar başlatmışlardır. 1980 ihtilalinde Süleymancılara ait tüm yurt ve kursların devlete geçmesine dönük yasa son şeklini almış olmasına rağmen son anda bu karardan devlet vazgeçmiştir. Bunun nedeni Nazlı Ilıcak’a göre 1980 anayasasına “evet” oyu kullanmaları karşılında vazgeçmiş olmalarıdır. Yani cemaat askeri yönetimle anlaşmıştır.[2] Cemaate göre ise bunu nedeni içerde bir disiplinsizlik görülmediği için vazgeçilmiştir. Cemaatin açıklaması inandırıcı durmamaktadır.
 
Süleymancılık tam bir geleneksel tarikat mantığı içinde hareket eder. Tasavvuftaki rabıta burada da vardır. Kalbin rabıta ile şeyhe bağlanması ve Allah’ın feyzinin üstad vasıtası ile mürşidin kalbine akması inancı vardır ki bu islam açısından Allah’a aracı koymaktır ki bunun adı şirktir. Süleymancılık genelde teorik yönü yoğun olmayan bir düşünce yapısına sahiptir. Rejimle karşı karşıya gelmekten kaçınmış siyasal bir talebi olmamış geleneksel eğitim metodunu yöntem olarak kabul etmiş bir cemaattir. Siyasi anlamda ufuksuz olduğu kadar, tartışmacılıktan ve üretkenlikten de uzaktır. Vahyi çizgiyi takip etmekten çok Nakşibendilik geleneğini takip etmiştir.
 
Şimdilerde ise varlık sebeplerini tamamen yitirmiş durumdadırlar. Cemaat, pek çok grup gibi ciddi bir dünyevileşme süreci yaşamaktadır. Bu durumu, müntesiplerinin kişisel refah seviyelerinin yükselişlerinden, yurtların görkemli mekanlar haline gelmesine kadar pek çok yerlerde gözlemleyebiliriz. Kısacası araçsal yapı pek çok şeyde amaçların önüne geçebilmekte ve bunlar rahatça aklileştirilip meşrulaştırılabilmektedir. Modern seküler tavır kendisini siyasal alanda da göstermekte, güncel siyaset, ulusçu söylem gibi konularda hareketin varoluş temasına uygun düşmeyen bir yol izleyebilmektedir. Bu çerçevede mesela, teşkilat zaman zaman milliyetçi çizgiye kaymış, dini cemaat fikrinin yanında Türkçü söylem de varolmuş, Türk’ün üstün seciyeli bir toplum olduğu teması işlenegelmiştir.
 
NURCULUK:
 
1878 yılında Bitlis’in Nurs köyünde doğan Said Nursi’den ismini alan nurculuk hareketini iki kategoride inceleyebiliriz: İlki, Cumhuriyet öncesi eski Said ikincisi ise Cumhuriyet sonrası yeni Said olmak üzere. Birinci dönem Said siyasetle iç içe olmuş, 2. Abdulhamit tarafından tımarhaneye kapatılmış doktorun olumlu raporuyla serbest kalmış, İttihat ve Terakki Parti üyesi olarak Abdulhamit’i hal etmek için mücadele etmiş sonrasında da İttihat ve Terakkicilerle ters düşerek Divanı Harb’e verilmiş sonrasında kendini savunarak serbest kalmış bir kişidir. Birinci Dünya savaşında Van-Bitlis hattında Ruslara karşı bir milis alay oluşturan Said Nursi, Bitlis şehrinin düştüğü sırada Ruslara esir düşer ve esir kampından kaçarak Varşova-Sofya üzerinden İstanbul’a gelir. Sonrasında Anadolu’daki hareketi destekleyen tavır içine girer. Mustafa Kemal kendisini Ankara’ya davet eder ve Ankara’daki Cumhuriyetçi kadronun dine karşı bakışını beğenmediğinden 1923’te Van’a doğru yolculuğa çıkar. Böylece ikinci Said dönemi başlamış olur. İkinci Said dönemi Mustafa Kemal’in laik ve ulusal bir toplum yaratma hedefi nedeniyle siyasetten kopuk, eserlerini iman, dini hükümlerin açıklanması, İslami şuur ve kimliğin korunması temaları üzerine şekillenmiştir. 
 
Şeyh Said isyanı patlak verdiğinde kendisine isyanı desteklemesi çağrısında bulunulduysa da kardeş kanı akıtmamak için bunu reddetti. Yine de Cumhuriyet’in gazabından kurtulamadı. Nursi’nin bundan sonraki hayatı kendi ifadeleriyle memleket zindanlarında, mahkemelerde ve sürgünlerde geçti. Yalnızlık ve sürgün hayatı süresince Risalei Nur Külliyatı olarak bilinen eserinin yüzde doksanını telif etmeyi başardı. Risalelerin dağıtılması ve okunması da yasaklandığı için “Nur Postacıları” adıyla meşhur olan talebeleri tarafından ancak gizlice yayıldı. Eserlerin dağıtımı, çoğaltılması ve okutulması başlıca hizmet şekilleri oldu. Nurculuğun kendine has bir hareket olmasını sağlayan özelliği metni yani Risalei Nur Külliyat’ını merkeze alan bir tarz benimsemiş olmasıdır.
 
Said Nursi islam toplumun en önemli sorunlarından biri olarak gördüğü enaniyet (bencillik, kendini üstün görme) düşüncesini kendisi ziyadesiyle taşıyan biridir. Külliyatı hakkında o kadar enteresan şeyler söyler ki şaşırmamak mümkün değildir. Risalei Nur’un kerameti[3] vardır, Risalei Nur’a karşı konulamaz,[4]Risalei Nur Allah tarafından verilmiştir,[5]Risalei Nur kerametiyle belaları önler.[6] Ve daha nicelerini saymakla bitiremeyiz. Saidi Nursiye göre “Risalelerden alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin kanından daha üstündür. Risalei Nur’a yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar.”[7]
 
Saidi Nursi’nin hareketini değerlendirdiğimizde kitabına yüklediği mucizevi anlamlar, kendini yüceltici tavırlar nedeniyle vahiyden oldukça uzak geleneksel bilgiye yaslanmış ve Ehli Sünnet paradigması içinde hareket eden bir yapı karşımıza çıkar. Kendini meşrulaştırabilmek için rüyasında Peygamberden, Abdulkadir Geylani’den ders aldığını iddia eder. Cumhuriyet döneminin 1946’ya kadar ki olan döneminde katı pozitivist anlayışı nedeniyle yargılanıp sürgünler yaşasa da ondan sonraki süreçlerde yeni rejimin ABD ile yakınlaşması sebebiyle komünizme karşı bir kalkan olarak kullanılmıştır. Siyasetten uzak durmaya gayret eden Said Nursi kendisini ziyaret eden Adnan Menderes’e Tarık Zafer Tunaya’nın ifadesiyle zamanın halifesi olarak taltifte bulunmuş ve taraftarlarınca yeşil sancak açarak Menderes’i karşılamışlardır.
 
Nurculuk hareketi, Said Nursi’den sonra bir takım kollara ayrılmıştır. Bir kısım nurcular risalelerin yayılması için günlük gazete ve dergi çıkarmayı yöntem olarak benimserken bir kısmı bunun yanlış noktalara kayabileceğini düşünerek itiraz etmişlerdir. Nihayetinde Yeni Asya adıyla günlük gazete çıkarılmaya başlanır. Nurcular, imanın komünizme kayan sol hareketlerin panzehiri olduğu düşüncesiyle Türkiye Komünizmle Mücadele Derneklerinin ya kurucusu olurlar ya da destekçisi. Nurculuk milliyetçi cepheye yaklaşır çoğu zaman. Bu yüzden Kürt nurcular Med Zehra olarak ayrılırlar ve onlar da Saidi Nursi’nin Kürtçülük yanını ön plana çıkarırlar. Bir kısmı MSP ile dirsek teması kurar, bir kısmı AP’ye destek verir. Yeni Asya grubu Demirel’e destek verip darbeler karşı çıkarken, Erzurumlu iki nurcu Mehmet Kırkıncı ile Fethullah Gülen askeri darbeye (1980) desteklerini açıkça ifade ettiler. Darbe sonrası kurulan Anap hükümetine Kırkıncı ve Gülen’in destekleri sonucu cemaat artık iyice ayrıldı ve herkes kendi dergi, vakıf ve medya iletişim araçlarını kurdu.
 
M. Hakan Yavuz’a göre Risalei Nur hareketinin entelektüel zayıflığının çeşitli nedenleri vardır. En önemlileri: Nurcu entelektüellerin RNK’yı (Risalei Nur Külliyatı) tüm sorulara yanıt veren otoriter bir metin olarak görmeleri diğer düşünce akımlarına karşı mesafeli durmaları sonucunda evrensel tartışmaları yakından izleyememişlerdir. Üreten değil tüketen; yenileyen değil koruyan bir nurcu tiplemesi hâkimdir. Diğer bir neden ise hareketin Türk sağı ile olan ilişkisi sonucu milliyetçi-mukaddesatçı muhafazakâr bir çizgiye kayması ve soru sorma özelliğini kaybetmesidir.[8]
 
DEĞERLENDİRME:
 
Cumhuriyet döneminde değerlendirilebilecek belki birkaç cemaat daha yazılabilirdi. Ne var ki tek parti dönemine tekabül eden kayda değer bir yapılanma Nurculuk ve Süleymancılık dışında bulamıyoruz. Türkiye’de yapılanmalar daha çok 1950 sonrasında göze çarpıyor. Bunun nedenleri arasında o dönemde yükselen sol hareketleri, komünizm tehlikesini görebiliriz. ABD’nin komünizm ideolojisi ile savaşmanın bir taktiği olarak dini ön plana çıkarması Türkiye gibi Batı ve ABD’ye yönünü çevirmiş kukla bir devlet için yeni dönemin başlaması gerektiğini ifade ediyordu. Bir kısım sosyologlara göre merkez-çevre çatışmasında merkez artık çevreyi dikkate almak zorunda kaldı deseler de aslında bu değişen dünya koşullarına göre merkezin kendini garantiye alması için bir refleksi olarak tanımlanmalıdır.
 
Rejim, laik ve üniter yapısından taviz vermemektedir. Yine ulusçu, Batıcı, laik ve bununla birlikte demokrasiye doğru evrimleşmektedir. Demokrasi halkın değişimi kendisinin yönettiğini zannettiği bir oyundur. ABD için tehlikenin rengi kızıldır. İki kutuplu dünyada ABD’nin düşmanı komünizmdir ve o tehlike ortadan kalkana kadar İslam ve diğer tüm dinler bu savaşta kalkan olarak görev yapacaklardır. Kapitalizmin yanında yer alan devletler de bu savaşta gereken rolü oynayacaklar ve dinsel alanlarda yumuşama ve serbesti getireceklerdir. Artık laiklik jakobence bir tanımdan çok protestan tanımla tanımlanacaktır. Ne zaman ki komünizmle olan savaş kazanılırsa bu sefer yeni düşman İslam olacak ve tehlikenin rengi kızıldan yeşile dönecektir.
 

[1]Mustafa Aydın, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İslamcılık, cilt 6, İletişim Yay. Sh. 308
[2] Mustafa Aydın, age. Sh. 313
[3] Saidi Nursi, Mesneviyi Nuriye, sh,6
[4] Saidi Nursi, Sözler Kitabı,sh. 28
[5] Saidi Nursi, Bediüzzaman Cevap Veriyor, Medeniyet Matbaası, Ank. 1960, sh. 123
[6] Saidi Nursi, Emirdağ Lahikası, Nur Mat. Ank. 1959, sh. 26
[7] Saidi Nursi, Nur Meyveleri, sh. 66
[8] M. Hakan Yavuz, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İslamcılık, cilt 6, İletişim yay. sh. 293a

 

Etiketler : #Zeran   #   #devletin   #İslam'ı   #sekülerleştirme   #çabalarını   #anlattı   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN