22-01-2012 07:20

`İslam`ın âlimi olmak, her Müslümana farzdır`

Rabbimizin temel hükümlerini, helal-haram sınırlarını bilmenin fert fert her Müslümanın boynunun borcu olduğunu ifade eden Hüseyinoğlu, `Rabbimiz İsra Sûresi 36. âyette `Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bundan sorumludur.` diye buyurarak tüm mü’minlerden bilgi ve bilinç üzere olmalarını istemektedir. Dolayısıyla hepimiz neye niçin inandığımızı ve neyi niçin yaptığımızı bilmek zorundayız, bunun için de kapasitemiz ve imkânlarımız oranında Rabbimizin hükümlerini öğrenmekle mükellefiz.”

`İslam`ın âlimi olmak, her Müslümana farzdır`

HAY-DER’in “Bilinç Dersleri”nde “İlim ve Âlim Bilinci” konusu ele alındı.

Dersin konuşmacısı Şükrü Hüseyinoğlu, “ilim” ve “âlim” kavramlarının lügavi ve ıstılahi anlam çerçevesini anlatarak başladığı konuşmasında, ilmin malumat yığını, âlimin de bilgi küpü demek olmadığını kaydederek şöyle devam etti:

“İlim, hayatın istikametini Rabbani hakikat bilgisi olan vahiyle belirlemek ve hayatı vahyin öngördüğü istikamet üzere yaşamaya koyulmaktır. Kur’ani ıstılahta âlim, vahyin bilgisiyle kuşanıp onunla âmil olan kişidir. Bu anlamda tüm Müslümanlar âlim vasfına sahip olmak zorundadırlar. Kur’ani ıstılahta âlim sıfatı, neye niçin inandığı ve neyi niçin yaptığının bilincinde olarak yüce Allah’ın ölçüleri üzere yaşayan insanlara karşılık gelmektedir.

Rabbimiz İsra Sûresi 36. âyette “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bundan sorumludur.” diye buyurarak tüm mü’minlerden bilgi ve bilinç üzere olmalarını istemektedir. Dolayısıyla hepimiz neye niçin inandığımızı ve neyi niçin yaptığımızı bilmek zorundayız, bunun için de kapasitemiz ve imkânlarımız oranında Rabbimizin hükümlerini öğrenmekle mükellefiz.”

Kur’an’da Rabbimizin hitabının genelde “Ey insanlar!” hitabıyla tüm insanlığa, özelde ise “Ey iman edenelr!” hitabıyla tüm mü’minlere yönelik olduğunu kaydeden hatip, İslam’da “din adamları” gibi bir sınıf bulunmadığını, tüm Müslümanların neye niçin inandıkları ve neyi niçin yaptıkları bilgisine sahip olmakla mükellef olduğunu dile getirdi. Rabbimizin temel hükümlerini, helal-haram sınırlarını bilmenin fert fert her Müslümanın boynunun borcu olduğunu ifade eden Hüseyinoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bununla birlikte, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilim dallarında uzmanlaşan ve Müslümanların bu konularda kendilerinden faydalanacağı ilimde derinleşen Müslümanların olması kaçınılmazdır. Ancak burada ölçü, ilimle iştigal eden insanların ilmin kaynağı değil taşıyıcısı olduğu gerçeğini unutmamaktır. Dolayısıyla ilimde uzmanlaşan insanlardan faydalanırken, onları hakikatin mutlak temsilcisi olarak görme yanlışına düşmemek ve onların işaret ettiği deliller üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir. Aksi halde ilim adamlarının söylediklerine tâbi olmak gibi bir tutum, Rabimizin Tevbe Sûresi 31. âyette haber verdiği duruma düşmeye sebebiyet verebilecektir. İlim adamlarının ilmin kaynağı değil taşıyıcısı olduğunu unutmamak gerekir.

Kur’an vahyinin ilk vurgusu “okumak”, ardından “kalemle yazmak” ve “öğrenmek” olmuştur. İlk inen ayetler bu hususlara vurgu içermektedir. Yine ilk inzal olan Kur’an mesajları arasında bulunan Kalem Suresi’nin ilk ayetinde de, kalem üzerinden bilgiye ve bilginin en temel taşıyıcılarından biri olan yazıya vurgu yapılmaktadır. Daha sonra inzal olan sûrelerde ise, Mü’minlere, kevnî ve kitabî ayetler üzerinde düşünmeleri, tedebbür ve tefekkür etmeleri çağrısı yapılmakta ve zanna uymaktan, kulaktan dolma bilgilerle hareket etmekten sakınılması öğütlenmektedir. Atalar kültüne tâbi olan ve bir delile dayanmayıp zanni bilgilerle hareket edenler eleştirilmektedir.
 
Medine’de İslam davetine muhatap kılınan ve fakat atalar kültüne sarılarak çoğunlukla yüz çevirmeyi tercih eden Yahudilerin söz konusu edildiği bir ayetler grubunda o insanlarla ilgili şu teşhisi görmekteyiz: ‘İçlerinde bir takım ümmiler vardır ki, Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.’ (Bakara 2/78). Bu ayet-i kerime çerçevesinde bugünkü Müslüman toplumları bir değerlendirmeye tâbi tutmak ve benzer bir hal içerisinde bulunulduğunu söylemek herhalde zorlama bir yorum olmayacaktır. Evet, günümüzde kendisini İslam’a nisbet eden toplumların yaygın olarak Kur’an’dan –Kur’an’ın içeriğinden ve mesajlarından- habersiz bulunmaktadır ve hakim kültür kulaktan dolma bilgiler, taklit ve zanni inanışlardır. Oysa Kur’an, bu tür bir din algısını kesin olarak reddetmektedir ve ‘Onlara, ‘Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin’ denildiği vakit, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?’ (Maide 5/104) beyanlarıyla atalar kültüne tâbi olmaktan alıkoymaktadır.”

Hatip şöyle devam etti:
 
“Bu şekilde Atalar kültünü ve taklitçiliği kökünden reddeden İslam, insanlığın öncü ve örnek şahsiyetleri olan peygamberlerden söz ederken bile onların taklit edilmesini değil, örnek edinilmesini öğretir. Ahzab Sûresi 21. ve Mümtehine Sûresi 4. âyetlerde, peygamberler ve yanlarında bulunan öncülerden taklit mercileri olarak değil, güzel örneklikler olarak bahsedilir. Tabii ki, Kur'an'ın bilgiden / ilimden kastı insan dağarcığında depolanan her türlü zihin malzemesi veya veriler bütünü olmadığı gibi, bilenlerden / ulema kastı da zihninde bilgi yığan kimseler değildir. Kur'an dilinde bilgi / ilim, vahye dayalı hakikat öğretisi; ilim sahibi / âlim ise, zihnini ve kalbini bu öğretiye açarak iman ve amel bütünlüğünde onun tanıklığını yapmaya koyulan kimsedir.

Kur'an'da Rabbimizin, Kitab'ın bilgisine sahip da onunla amel etmeyen kimseler için kullandığı "kitap yüklü eşek" nitelemesi (Bkz. Cuma 62 / 5), İslam açısından, gereğinin yerine getirilmesi mükellefiyetinin ilmin mütemmim bir cüzü olduğunun çok çarpıcı bir ifadesidir. Sahabeden Abdullah b. Mesud'dan nakledilen “Kur’an’dan on ayet ezberlerdik ve onların gereğini yerine getirmeden başka âyet ezberlemezdik” mealindeki ifadeler de, ilk Kur'an neslinin bu konudaki yaklaşım ve hassasiyetini gösterir niteliktedir. Zaten Hz. Peygamber ve beraberindeki ilk neslin vahiy bilgisine peyderpey muhatap kılındığı düşünüldüğünde, onlar açısından bilginin, zihinde veri depolamak yerine anında hayatta karşılığını bulan mükellefiyet yüklenmek anlamına geldiğini anlamak kolaylaşacaktır.

Kısacası ilk neslin hayatında "bilmek için bilmek" gibi bir yaklaşım asla söz konusu değildi. Onun yerine vahyin öngördüğü şekilde "gereğini yerine getirmek ve tanıklığını yapmak için bilmek" onların Kur'an'dan edindikleri şiarlarıydı. Ne var ki ilk neslin ardından, coğrafi genişlemenin de etkisiyle farklı kültürlerin İslam toplumu bünyesinde zemin kazanmaya başlaması, İsrailiyat ve mesihiyatın rivayet kültürü aracılığıyla, felsefeninse çeviri faaliyetleri yoluyla Müslümanların gündemine taşınması sonucu, Seyyid Kutub'un deyimiyle, kaynaklar çeşitlenmiş, artık genelde insanlar arı-duru Rabbani kaynak yerine, ölçüsüz ve istikametsiz veri depolamaya dayalı bilgi kaynaklarına yönelmişlerdir.

Bu devrede felsefenin uyarlanmasıyla ortaya çıkan "kelam ilmi" çerçevesinde yaşanan tartışmalarf ve açılan kimi başlıklar gerçekten ibret vericidir. Vahyin, insanı yaşanan hayatla irtibatlandıran ve insanı çağının şahidi kılan bilgisinden uzaklaşarak israiliyat ve felsefenin kör kuyularına dalanların, nesillerin enerjilerini nasıl heba ettiklerini görmek acı vericidir. Bilgi bağlamından koparıldığında insana fayda değil zarar verir. Kur'ani bağlamda, insanın, vahyin ışığında Rabbini ve kendisini tanıyıp sorumluluklarının bilincine varması neticesine matuf olan bilgi, bu bağlamdan koparılıp veri depolama unsuru haline getirildiğinde sahibini müstağnileştirebilmekte, bir büyüklenme aracına dönüşebilmektedir.

Varoluş gerçeği ve gerekçesini müdrik olmak ve hayatı bu idrak üzere yaşamak gayesinden bağımsızlaşan bilgilenme süreçleri, bilgiyi başkaları üzerinde bir silah olarak, bir üstünlük ve hatta giderek bir hegemonya aracı olarak kullanma eğilimini beraberinde getirmektedir. Bugün İslam adına çeşitli kürsülerden veya medya araçlarından kitlelere seslenme imkânına sahip olan bazı kişilerin, ne yazık ki dinleyenleri üzerinde bu tür bir etki bıraktıklarını düşünmekteyim. Bu etkinin oluşmasında, akıl ve iradelerini dinledikleri kişilerin akıl ve iradelerine teslim eden dinleyicilerin olduğu kadar, tıpkı geçmişin kelamcıları gibi, insanları İslam adına pratik karşılığı olmayan bilgi ve yorum sağanağına maruz bırakan, yığınlarca bilgi sahibi olan ve bunu da her fırsatta insanlara hissettiren ve fakat bilgisiyle ve hatta zaman zaman söylemiyle istikameti arasında ciddi farklılıklar görülen kimselerin de payı bulunmaktadır. 

İnsanımız nedense istikamete değil de çokluğa değer veriyor. Mal çokluğu, ünvan çokluğu, bilgi çokluğu... Oysa vahyin değer ölçüsünde bunların kıymeti harbiyesi yok. Kur'an'la yetişen ilk neslin hayatında, Müslüman için temel değer ölçüsünün ne olduğu, ne olması gerektiği ile ilgili çarpıcı örnekler yaşanmıştır. Mesela bir defasında Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer mescid kürsüsünden halka hitap ederken, toplumda gittikçe yükselen mehir ücretleriyle ilgili bir sınır koymak istediğini beyan eder. Bunun üzerine mescidde bulunan bir kadın Nisa Sûresi 20. âyeti hatırlatarak Mü’minlerin Emiri’ne itiraz eder. Âyeti hatırlayan Hz. Ömer, gerçeğe teslim olur ve “Kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı” beyanında bulunur.

Evet, makamına, Hz. Peygamber’in yakın arkadaşı ve ilk Müslümanlardan olması gibi gerekçelere sığınılmadan, Kur’an ölçüleriyle çeliştiği düşünüldüğünde Mü'minlerin Emiri anında ikaz ediliyor ve yanlış bir karara varması engelleniyorsa , bu, ilk neslin vahyin üstünde hiçbir değer ve makam tanımamasının sonucu ve güzelliğidir. Bugünün Müslümanları olarak bizlerin de, asgari bu bilinç ve bunun için gerekli Kur'ani donanıma sahip olmamız gerekir. Ancak böylece birilerinin bilgi fetişizmi yoluyla bizim idrakimiz üzerinde iktidar kurmaya kalkışmasına engel olabiliriz.”

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !