`Kökü dışarıdalık` söylemi üzerine
Fikrin, bitkilerde olduğu gibi yurt dışından veya yurt içinden gelmesi, kökünün yurt içinde veya dışında bulunmasından, anavatanının Kuzey Amerika veya Avustralya olduğundan bahsedilen bir bitki veya hayvan türü gibi bahse konu olması, akıl sahipleri için kınanacak, hattâ gülünecek bir şeydir.
Kökü Dışarıdalık
Adı üstünde ve kolayca anlaşılır görünen bu tabirin ne anlama geldiğini nerede ise kimse bilmiyor. Daha ziyade millî devletlerin, millî hududları içinde bulunmayan dünya görüşlerini benimsemeyi, istemeyi kınamak için kullanılan bu deyim, hemen hemen en büyük suçlardan da biridir, resmî literatürde. Mahkeme kararlarında bile “kökü dışarıdaklık”la suçlanarak ayrıca ve artı cezalandırılan sanıklar görülmüştür.
Meselâ bir makinanın, bir aletin ilk defa nerede yapıldığı, nereden millî hududlar içine girdiği pek sorulmaz, araştırılmaz, dahası suçlama konusu yapılmaz. Yine meselâ patatesin, domatesin anadolu menşeli mi değil mi olduğu üzerinde de durulmaz. Patates için “Kökü dışarıdalık”tan söz edilmez. Halbuki gerçekten patatesin kökü dışarıdadır. Yani dışarıdan Türkiye’ye getirilmiş ve yetiştirilmiştir. Çay da öyledir. Kivi de, avokado da ve daha sıralamakla bitmeyecek şeylerin kökü dışarıdadır. Fakat kimsenin sesi çıkmamaktadır böyle dışarıdalıklara.. Ayrıca bugün Türkiye’de hemen herkesin giydiği elbiselerin de kökü dışarıdadır. Üstelik terzilik deyimlerinin tümü nerede ise Paris menşelidir. Kullandığımız dilin birçok kelimesi vaktiyle Fransızca iken, bugün daha çok İngilizce hakimiyeti göze batacak kadar kendini göstermektedir. Kimi sosyetenin çatalı sol eline, bıçağı sağ eline almasının da kökü dışarıdadır.
Tıb deyimlerinin tümünün kökü dışarıda olup, elin gavuru Latinler’e aittir. Teknik de öyle, her gün kullandığımız arabaların çeşitli aletlerinin, parçalarının isimlerinin de, kendilerinin olduğu gibi kökleri dışarıdadır.
Gelelim Türkiye’de hakim rejime.. Laik, Demokratik, Halkçı, Devletçi ve ilââhir prensiplerinin tümünün kökü dışarıdadır. Türkiye’ye geleli de çok olmamıştır. Devleti yönetenlere ârız olan kökü dışarıdakilere özenti, giderek resmen kabul buyurulmaya başlanılmış ve sonuçta 1839’da Tanzimat, 1856’da Islahat ve 1908’de Meşrutiyetle geliştirilmiş ve 1923’te Cumhuriyet’e sağlam bir zemin hazırlamıştır.
Şimdi bizler Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim şekli olan Cumhuriyet sistemi kökü dışarıda olup, Fransa menşe(kök)lidir. Sayıştay’ı, Danıştay’ı, Yargıtay’ı, TBMM’si, mahkemelerindeki uygulanan kanunlarının tümü, askerî hiyerarşi, sivil yapılanmaların yüzde yüze yakını ‘kökü dışarıda’dır. Bütün hatlarıyla bu kökü dışarıdalığın mazisi de öyle uzun zamanlara varmamaktadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi 1839’dan bu yana 150 seneden beri yukarıdan aşağıya tutturulmaya çalışılan bu kökü dışarıdalığın içine boyuna kadar batmış durumdadır, Türkiye Cumhuriyeti.. Zira değer olarak tümüyle, hazır vaziyette aldığı, kabullendiği değerlerin tümünün kökü dışarıdadır. Ve en az on asırdan beri bu topraklara göç edenlerin ve buraları yurt edinenlerin beraberinde getirdiği müslümanlığı kökünden söküp atmanın azamî gayreti içindedirler. Yani, kısaca dağdan gelen, bağdakini kovmaya çalışıyor. Kökü dışarıda olan laiklik-demokrasi, en az on asırdan beri bu toprakların içinde olan, bu topraklara gelenlerle birlikte gelmiş, bu topraklar ve üzerindekilerle bütünleşmiş ve kökenini bu topraklara sökülmesi mümkün olmayacak derecede salmış İslam’ın yerini almak için yapmadık zulüm, etmedik işkence, hakaret bırakmıyorlar. Tam anlamıyla edepsiz, hayasız bir cazgır gibiler.
Diğer yandan fikirlerin vatanı olmaz. Filan veya falan fikrin sahibi, ortaya koyucusu şu veya bu ülkede doğmuş olabilir. Onun fikri ve doğduğu yerde kabul görmeyip başka yerlerde kabul görebilir. Hattâ fikrin sahibinin umduğu, tahmin ettiği yerden başka bir yerde, meselâ hiç tahmin etmediği ve mümkün görmediği yerlerde mekân bulabilir; bulmuştur da. Tarih söylediklerimizin örneklerinden ibarettir dense yeridir.
Fikrin kaynağı ya insan aklı veya akla ilka edilme(vahiy)dir. İnsanlar bütün öğrendiklerini şu üç yoldan öğrenmişlerdir: 1. Ya eşyayı bizzat müşahede yoluyla 2. Ya eşya ile ilgili iz/eseri müşahede yoluyla veya 3. Sâdık haber yoluyla. Sâdık habercilerin başında peygamberler gelmişlerdir hep.
Hakkında hüküm sahibi olunacak şey, içinde yaşayageldiğiniz, yurt edindiğiniz ülke olabileceği gibi, bir başka ülke ve tabii yurt edinmediğiniz, dışında bulunduğunuz bir ülke de olabilir. Fikir sahibi bulunacağınız şey ile ilgili eser/iz yurt edindiğiniz ülkede değil de onun dışında bulunabilir. Size doğru haber getiren kişi yurt edindiğiniz yerin dışından gelebileceği gibi, getirdiği haber yurdun dışından, hattâ dünyaların da dışından olabiiir. Örneğin peygamberler insanların tümüne gönderilmişlerdir. Eyke’lilere gönderildiği söylenen (Şuayb) peygamber Eyke’nin dışındaki kimselere kendisiyle gönderilen haberi vermeyecek, bildirmeyecek değildir.
Bütün bu gerçekler göstermektedir ki fikirlerin, düşüncelerin, dünya görüşlerinin vatanı olmaz. Belki bir vatanda (belli bir toprak parçası üzerinde) yaşayan kimsede doğabilir, veya ona Allah tarafından gönderilmiş bulunabilir. Lâkin fikrin toprakla bağlılığından söz etmek galibâ Meksika buğdayının falan topraklarda yetişmediğinden bahsetmek gibi bir şey olur ki, bu da fikrin, düşüncenin buğday veya domates ile karıştırılması manasına gelir. Filan bitki belki kendi özelliklerinden hareketle belli bir toprak yapısı, belli bir rutubet, belli bir sıcaklık isteyebilir. Ve sizin bunları kendisine sağladığınız yerde de yetişir. Ana vatanında, doğal olarak yetiştiği yerde yetiştiğinden daha iyi de yetişebilir, ona yakın düzeyde de yetişebilir.
Fikirlerin dünyanın her yanında yetiştiği (oralarda yaşayanlar arasında yayıldığı, benimsendiği) bilinmektedir. Fikrin toprakla değil, insanlarla, insanın aklı ile alakası bulunmaktadır. Bitkilerin ilgisi toprak, nem ve ısı ile alakalı iken, fikirler akıl ile, insan ile ilgilidirler.
Bu gerçeği göz önünde bulundurarak konuşulduğunda görülüyor ki eğrisiyle-doğrusuyla fikirler, Türkiye topraklarında (Türkiye’deki insanlar arasında) yetiştiği, yer ettiği gibi, insanın bulunduğu dünyanın, giderek uzayın yaşanılabilecek başka gezegenlerinde de tutabilir, yetişebilir.
Fikrin, bitkilerde olduğu gibi yurt dışından veya yurt içinden gelmesi, kökünün yurt içinde veya dışında bulunmasından, anavatanının Kuzey Amerika veya Avustralya olduğundan bahsedilen bir bitki veya hayvan türü gibi bahse konu olması, akıl sahipleri için kınanacak, hattâ gülünecek bir şeydir.
Bu gerçek bilinmeli olduğu halde koca koca insanların çocuklaşarak böylesi şeylerle insanları suçlamaları, aşağılama sebebi olarak saymaları öncelikle batıya yöneldiğinden bu yana bu ülkenin ileri gelen insanlarının zayıflıklarından başlıcası olmuştur. Zaten insan düşünmeyi öğrenmedikten sonra bu ve benzeri daha nice tuhaflıklar insanla yakın arkadaş olur ve onu bırakmaz. Bu insanlar ihraz ettikleri mevki itibariyle Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, şu üniversitede Profesör, bu orduda Orgeneral v.s. olurlar. Böylesi basitlikler onların böylesi mevkilere gelmelerinde hemen hiçbir engel, ayıp teşkil etmez. Bu, düşünmeye düşünmeye ‘düşünen hayvan’ olmaktan çıkıp, ‘düşünmeyen hayvanlar’ haline gelen insanların bulunduğu ülkelerde çok daha yaygın bir hâldir. Ki içinde yaşadığımız, kendimizin de seçmediği bu ülke de böylesi insanların çokça bulunduğu bir ülkedir.
Türk’ler Anadolu’ya küçük gruplar halinde 11 asır önceden beri gelip durmaktadır. Elbette ki buralar hâlî arazîler değildi. Çok daha önceden beri üzerinde yaşamış, nesli ya kaybolmuş veya başka isimlerle anılır olmuş insanlar vardı. Özellikle batıya doğru da Bizans’ın hakimiyeti altında bulunuyordu. Derken kitleler halinde gelen Türkler 26 Ağustos 1071 tarihinde Türk tarafının kumandanlığını Alparslan’ın yaptığı Malazgirt meydan muharebesinden itibaren de artık bu toprakların yabancısı olmak yerine yerlisi olmaya başlamış ve önceki yerlileri ile birlikte yaşamaya da başlamışlardır. Bu önceki sakinleri içinde müslüman Kürtler, Gregoryan Ermeniler, Ortodoks Rumlar, Süryânîler, Yezîdîler kuzeylerde Pontus Rumları, Gürcîler, Abhazlar, Çerkezler, Azerî Türkleri ve birbirine akraba da olsa ayrı isimlerle kendilerini adlandıran küçük küçük gruplar bulunuyorlardı. Başından itibaren hiçbir Türk’ü bulunmayan bu topraklar daha nicelerinin de olduğu gibi artık ekseriyetini müslüman Türklerin oluşturduğu, yeni vatanları olmuştu. Diğer dinlere mensup ırkî farklılıkları, dil farklılıkları da bulunan nice küçük gruplar, başta Anadolu ve Karadeniz Rumları olmak üzere müslümanlaştılar. Müslümanlaşmada belirgin bir yeri koruyan grupların başında Ermeniler gelmektedir. Zaten o tarihlerde bu topraklarda tek-tükün dışında yahudi varlığından bahsedebilmek mümkün görünmüyor. Çok sonraları bu topraklardaki beyliklerin devlet olup, Osmanlı adı ile dünyaya nam salmasından da sonradır ki 1492’de Endülüs (bugünkü İspanya)’teki müslümanlar ve yahudiler ya din değiştirme veya ateşte diri diri yakılma alternatifleri ile karşı karşıya bırakıldıklarından sonradır ki, yahudilerin Osmanlı müslümanlarının lütfü ile bu topraklara göçmelerine izin verilmiş ve ondan sonra buralarda varlıklarından söz edilebilir olmuştur.
Burada tarih boyunca bu topraklarda neler olduğunu anlatacak değiliz. Ammâ bazı cins olmayan kafalara şunu demek istiyoruz ki şu anda bu topraklarda, yani Türkiye’de hıristiyanlığın tarihi İslâm’ınkinden önce ise de hıristiyanların ezici çoğunluğu müslüman olmuş, kalanların bir kısmı başka topraklara göçmüş ve hıristiyanlık Türkiye’de nerede ise 20-30 binlerle sayılır hâle gelmiştir. Bu sebeble müslümanlık bu topraklar için kökü içeride olan en eski ideoloji; dünya görüşü ve yaşam biçimi halindedir. Ve müslümanlık köklerini öylesine bu topraklarda salmıştır ki hiç kimsenin onun köklerini sökebilmesi mümkün olmamıştır.
Osmanlı müslümanlarının dinlerini sürekli olarak anlayıp, karşılaştıkları sorunların çözümlerini İslam’da aramaları, bu dini benimsediklerinden itibaren pek mümkün olmamıştır. Zira müslümanlaştıkları Abbâsîlerin son dönemlerinden itibaren din Benî Umeyye ve Benî Abbâs tarafından hurafelere bulanmış, esası bozulmuş, tevhid hâleldâr edilmiş, İslam dışı kültürlerden taşınan nice bâtıl, hak ile karıştırılmış ve bu haliyle ‘hak din’ olarak Türklere sunulmuştur. Onlar da haktan uzaklaştırılmış bu ‘hak din’i benimsemiş ve sonuna kadar, bugünlere kadar uğrunda yapmadık fedâkârlık bırakmamışlardır. Evlat vermişler, can vermişler, mal vermişler velhâsıl her şeylerini bu benimsedikleri din için dönmeden, ağır aksak davranmadan, ihmâl göstermeden, sapmadan fedâkârlıklarını sürdürmüşler, İslam’ı yaşamlarının sebebi saymışlar, yaşamlarını İslam’la anlamlı bulagelmişlerdir.
Ne zaman ki çok Tanrılı dinlerde olduğu gibi Kur’an’ı saymışlar ve belden aşağı tutmamayı, abdestsiz onu okumamayı, okusalar da anlayamayacaklarını bir yaşam biçimi haline dönüştürmüşlerdir; işte o zamandan itibaren müşkillerini İslam’la çözemez olmuşlar ve giderek İslam hayatlarını düzenleyen, yeni çözümler getiren ve sürekli hayatiyet kazandıran bir dünya görüşü olmaktan (uygulamada) çıkmış ve doğan bu boşluğu batıdan gelen fikirler, dünya görüşü ve yaşam biçimi doldurur olmuştur. 1789 Fransız Devrimi ile başlayan laiklik-demokrasi-milliyetçilik-liberalizm-kapitalizm-sosyalizm ve komünizm, bulduğu boşlukları doldurmaya başlamıştır. Bu boşluk devletin başında bulunanlarda da mevcut olduğundan yukarıdan aşağıya, yukarıda da değindiğimiz gibi 1839’da Tanzimât, 1856’da Islahât, 1908’de Meşrutiyet ve sonuçta 1923’te Cumhuriyet’le köktenci bir değişiklik yukarıdan aşağıya bu topluma giydirilmiştir, tıpkı bir deli gömleği gibi.. Geniş halk kitleleri arzu etmeseler de, halk kıymet vermemiş olsa da, halkı yönetenlerin akılları bu kadarına ermiş ve dayatarak bir “Kökü Dışarı”da dünya görüşünü bu ülkenin insanlarına tıpkı bir deli gömleği giydirir gibi giydirmişlerdir. 1923’te kurulan Cumhuriyet’in bu konuda en gaddar uygulamalar sahibi olduğunu ise bilmeyen yoktur. “Kelleler gider” alternatifi ile karşı karşıya bırakılan bu ülke insanı gerçekten çok da “kelle” vermiştir. Bütün bunlara rağmen “Kökü Dışarıda” laik-demokratik-liberal-kapitalist-devletçi, halkçı (!) kemalizm, bir insan ömrü kadar bile bütün baskılara, müeyyideli kanunlara, dayatıcı uygulamalara, eğitimin her kademesindeki mecbur tutulmalara rağmen bu müslüman halkın arasında kendine bir yer bulamamış ve vücudun yabancı maddeleri attığı gibi bu kökü dışarıdaki sistemi, dışarıda bırakmıştır. Aldatmalar, kandırmalar, müslüman görünmeler, ezan seslerine bayılmalar, yüzlerce imam-hatib okulları, binlerce Kur’an Kursları açmalara kadar nice şey yaptı iseler, hemen hepsi boşa çıkmış ve metelik vermedikleri insanların eteklerine yapışmadan siyaset yapamaz olmuşlar, onların yardımını almadan iktidar olamaz olmuşlardır.
Özetle demek istiyoruz ki, bu ülkede gerçek kökü dışarı olan ideoloji; sonradan gelme ideoloji İslam değil, laik-demokrasidir. Dağdan gelip bağdakini kovmaya kalkmış fakat becerememiştir. Türkiye’de asıl azınlık Cumhuriyet’in başından beri kâhır ekseriyete sahip müslümanlar olmuştur.
Tabirleri, deyimleri ve kelimeleri kullanırken lütfen düşünerek kullanalım. Aynı kelimeleri kullanıyor olmak aynı anlamlarla konuşmak demek değildir. Bu yüzden de toplumda bir sağırlar diyaloğu hakim görünmektedir.
Cumhuriyet Yönetimi 70 yıldan beri tıpkı yaman hırsızın ev sahibini bastırması gibi bir görünüm arzetmektedir. Bunun fazla sürmeyeceğini artık kendi akılları da kesmeye başlamıştır. Yeni tuzakların, yeni yeni dolapların döndürülmesi ile denemedik şey bırakmamışlardır ve iş artık sonuna varmaktadır. Herkes bile ki, bu ülkede şunun veya bunun şahsında ifadelendirilmek istenilen değil, Kur’an’ın İslâmı hakim olacaktır. Kendisinden kaçılacak yer yoktur, en iyisi ona koşunuz ve vaktiyle yerinizi alınız.
(Ercümen Özkan / İktibas, Mart 1994, Sayı 183)