06-03-2021 12:58

`Ulus` kavramı

Din, siyaset, birey algısının dinin aleyhine olarak dönüşüme uğraması; sınırları belirlenmiş toprak parçası üzerinde yaşayan “milletin/ulusun” kolektif bir yaşam ve değerler üzerinden kutsallaştırılması, milliyetçiliğin seküler bir din olarak belirmesine sebep olmuştur.

`Ulus` kavramı

Ulus, millet anlamına gelen İngilizcedeki “nation” kelimesi, Latince’de “nationem” doğmak anlamına gelen “nasci” fiilinin ortacından türetilmiştir. Latincede “nationem” kelimesi soy ya da ırkı çağrıştırır. Bu asli anlamda ulus, ortak kan ve soy bağı fikrini ifade eder. Günümüzde, milletin/ulusun bu asli anlamı görünür olmaktan çıkmıştır.

Millet kelimesini karşılayan “nacion” kelimesi, 1884 tarihine kadar bir eyalet ya da krallıkta ikamet edenler anlamında kullanılırken, bu tarihten sonra doğrudan toprakla ilişkilendirilerek merkezi bir siyasi birlik ve bu siyasi birliğin hükmettiği topraklar üzerinde yaşayan insanlar anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Ulus fikri, tarihte fiili olarak ilk kez Fransa’da ve İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle, modern ulus fikrinin oluşum sürecinin başlangıç yeri Batı Avrupa’dır… Bu anlamda “ulus fikrinin doğum tarihi ve bu yeni bilincin doğum yılı, Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği yıl olan 1789’dur”.

Ulusçuluk ilk defa Rahip Barruel tarafından 1789 tarihinde, Jacobenlerin vatanseverlik anlayışındaki ahlak dışı (vatanseverlik adına yabancı düşmanlığının bir fazilet olarak görülmesi) durumu tespit etmek için kullanılmıştır. Aynı kavram 1836 yılında ise Mazzini’nin Fransızca olarak “Jeunne Suisse”de yayınlanan bir makalesinde de görülüyor. Burada ise tam tersi bir anlamda sömürülen ulusların özlemlerine karşı monarşi emperyalizminin tezahürleri dile getirilmiştir. 

Ulusçuluk kavramının Fransa’da sözlük ve ansiklopedilerde zikredilmesi ise 1874 tarihiyle başlamaktadır. İlk defa Larouss’un 1874 tarihli “Grand Dictionaire Universal”inde yer alan ulusçuluk kavramı, şovenizm ve halkların ulusal bağımsızlığı olmak üzere iki anlama gelecek biçimde kullanılmıştır. Daha sonra “ulusal çıkar ve ulusal değerlerin siyasal alanda öncelik kazanmasına dayanan bir düşünce sistemi” olarak üçüncü bir anlam eklenmiştir.

Fransız Devrimi, modern ulusçuluğun tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu gelişme, ulusçuluğun sadece İngiltere’den Avrupa coğrafyasına geçişini değil, aynı zamanda demokratik ve laik biçimiyle doğuşunu da işaret eder. Fransız Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan eşitlik, özgürlük, dayanışma, vatan ve özellikle halk egemenliği gibi kavramlar, ulusçuluğun önünün açılmasında önemli rol oynamıştır. Bu kavramların oluşmasında da liberalizm ideolojisinin rolünü hatırlatmak gerekir. Liberalizm etkisiyle oluşan kavramlarla beslenen ulusçuluk, başka ülkelere saldırma yetkisini kendinde bulan fanatik bir doktrin değil, dünyanın değişik uluslardan oluştuğunu kabullenen ve kendi ulusuna ait nitelikleri geliştirme ya da ulusal bağımsızlığı amaçlayan bir felsefeyi çağrıştırıyordu.

Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte bir entropi durumu, belirli bir düzenden sistemli bir rastlantısallığa kayış vardır. Tarım toplumu, nispeten yerine oturmuş uzmanlıklarla, bölge akrabalık, meslek ve rütbelendirme açısından süreklilik kazanmış oldukça belirgin bir toplumsal yapıya sahiptir. Bu yapının elemanları düzenlidir, rastlantısal dağılmamıştır. Toplumun alt kültürleri bu yapısal farklılaşmaları vurgular, sağlamlaştırır ve bu yapı içinde kültürel farklar yaratmak ya da vurgulamak toplumun bütününün işleyişini herhangi biçimde bozmaz. Tam tersine, bu kültürel farklılaşmaları zararlı bulmak şöyle dursun, toplum onların varlığını ve tanınmalarını son derece uygun ve yerinde görür. Bu kültürel farklılaşmalara saygı, tarım toplumunun görgü kurallarının özüdür.

Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte ara dönem olarak değerlendirilen Rönesans’ta matbaanın kullanımının yaygınlaşması ulusçuluk hareketini tetikleyen unsurlardan biri olmuştur. 1462’de Paris’teki Sorbonne’de matbaa vardır; 1470’te Floransa, Napoli, İspanya, Alçak Ülkeler ve hatta Krakow’da matbaa vardır. Daha 1480’lerde Avrupa’da yüzlerce matbaa vardır. Venedik’te yüz elli matbaa, yılda dört binden fazla eser basmaktadır ki bu, birinci rakip olan Paris’in üretiminin iki katıdır. 1491’de iki yüz otuz altı Avrupa kenti matbaaya sahiptir. Kırk bin eseri kapsayan on milyon nüsha matbaalardan çıkmış bulunmaktadır.

Kitap, felsefi metinlerin dolaşımını mümkün kılarak, dinin eleştirisini hızlandırmaktadır. Ucuz ayin kitaplarının yayılması belleğin rolünü azaltmakta ve vaizin de prestijini kaybetmesine yol açmaktadır. Kitap, yolculuk edebiyatını geliştirerek, keşiflerin tabanını sağlamakta; ulusal dilleri teşvik ederek, Latincenin terkedilmesine ve ulusallıkların uyanmasına götürmektedir. Örneğin İngiltere kralı IV. Edward’ın kız kardeşinin mali danışmanı olan Caxton, Bruges’de bir matbaa kurmuş ve 1476’da burada ilk İngilizce kitapları yayınlamıştır.

Sanayi toplumu ise farklıdır. Toprak temelinde ayrışmalar ve çalışma birimleri gelip geçicidir. Üyelik akışkandır, müthiş bir dolaşım vardır ve genellikle üyelerin bağlılığı ya da kimliği bağlayıcı değildir. Kısaca, eski yapılar atılmış ve büyük ölçüde yerine önceki tarım toplumuyla karşılaştırıldığında gerçek alt kültürlerden pek bir şey bulunmayan rastlantısal ve akışkan bir bütünsellik gelmiştir. Toplumun bütünü ile kişi arasında herhangi bir düzeyde etkili ve bağlayıcı bir örgütlenme yok gibidir. Bu topyekün ve nihai vasıf taşıyan siyasal topluluk, eskiden pek az görülen bir biçimde, hem devlete hem de kültürel sınıra bağlı olarak tamamen yeni ve kayda değer bir önem kazanır. Alt gruplaşmaların erozyona uğraması, paylaşılan ve okuryazarlığa bağımlı bir kültürün öneminin kapsamlı bir biçimde artması sonucu ulus artık son derece önemlidir. Devlet, kaçınılmaz olarak, genellikle toplumun tüm gelirinin yarısına yaklaşan bir maliyeti bulunan muazzam bir toplumsal altyapının korunması ve denetlenmesi ile yükümlüdür. Eğitim sistemi devletin vazgeçilmez bir parçası haline gelir. Kültürel/dilsel ortak zeminin korunması eğitimin esas rolü olmuştur. Yurttaşlar, devletin tüm topraklarında, eğitim ve kültür aygıtlarıyla varlığını sürdüren ve korunması, yaşatılması ve sevgi beslenmesi gereken bu ortak zemin üzerinde kavramsal olarak nefes alabilir ve iş görebilirler.

İş bölümü olmayan yerde devletten söz etmek bile mümkün olamaz; ancak her türlü uzmanlık da devletin varlığına işaret etmez: Devlet ancak düzenin korunmasına yönelik uzmanlaşma ve yoğunlaşmadır. Devlet özellikle düzenin sağlanmasıyla uğraşan kurum ya da kurumlar dizisidir. Devlet, polis gücü ve mahkemeler gibi uzmanlaşmış düzen sağlayıcı aygıtların toplumsal hayat içinde ayrıştırmalarıyla varolur. Bunlar devletin ta kendisidir. 

Bir insanın aynı ulustan sayılabilmesi için Gellner’e göre iki şart vardır.

1- İki insan, ancak ve ancak aynı kültürü paylaşıyorlarsa aynı ulustan sayılırlar.

2- İki insan ancak ve ancak birbirlerini aynı ulusun üyesi olarak kabul ediyorlarsa aynı ulusa mensup demektirler. Bir başka deyişle ulusları insanlar yaratır. Uluslar insanların kendi inanç, sadakat ve dayanışmalarının ürünüdür.

Sanayileşmeye geçiş çağı beraberinde ulusçuluk çağını da getirmiştir. Ne var ki ulusçuluk kendini böyle takdim etmekle birlikte, eski, belirtisiz, uykuya yatmış bir gücün uyanışı değildir. Ulusçuluk, aslında derinliğine içselleştirilmiş, her biri devlet tarafından korunan, eğitime bağlı yüksek kültürlere dayanan yeni türden bir toplumsal örgütlenmenin sonucudur. Böylelikle Hegel’in anlayışına göre bir ulusun gerçek tarihi, ancak o ulus devletine kavuştuğu zaman başlamaktadır.

Sanayileşme, kapitalizm, büyük ticaret ağı, daha iyi orduların kurulması, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, dinin zayıflaması ve yaygın eğitimin gelişmesi gibi modern süreçlerle birlikte birçok gelişme ulusçuluk hareketleriyle de modern bir ulus-devlet kurma amacı gütmüştür.

Gellner, ulusu ve ulusçuluğu modernleşmenin –tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin- bir ifadesi olarak değerlendirdiği için tanımlamalarında daima bu noktayı ölçüt almaktadır. O, sanayileşmeye geçiş çağının beraberinde ulusçuluk çağını getirdiğini de iddia eder. Çünkü geleneksel (tarımsal) toplumlarda ortaya çıkan güçlü kültürel çeşitlilik, ulusun oluşumunun önündeki en temel engeldir. Sanayi toplumunun ortaya çıkışı kültürel homojenleşmeyi de beraberinde getirdiği için, siyasal ve kültürel sınırlar belirlenerek ulusalcı zorunluluk kendini hissettirir.

Ulusal topluluk duygusunun bir sonucu olarak ulusçuluğu tanımlamaya çalışanlar ise “inşa” kavramı bağlamında bir yaklaşım getirmişlerdir. Bu yaklaşım çerçevesinde “dil” ile “sembolizm” iki anahtar kavramdır. Ulusalcı bir dil ve sembolizm, bir ideoloji veya ideolojik hareketten daha geniştir. Çoğunlukla sloganlar, fikirler, semboller ve seremoniler aracılığıyla muhayyel bir nüfusun geniş kesimlerinin kitlesel duygularıyla bağlantılandırılır.

Modern ulusun inşasında, modern geleneksel bağlar vasıtasıyla köken arama çabalarının önemli olduğunu ileri süren Smith bu çabanın üç nedeni olduğunu belirtir: “Birincisi; tarihsel bakımdan ilk uluslar, modern öncesi etnik çekirdekler temelinde oluşmuştur. İkinci neden; etnik ulus modelinin sosyolojik açıdan bereketli olmasıdır. Üçüncü neden: Bir ulus olmakla övünç duyabilecek önemde bir etnik evveliyatın olmadığı ve etnik bağların bulanık veya uydurma olduğu yerlerde bile eldeki malzemeden tarihi ve kültürü olan bir toplulukla ilgili tutarlı bir mitoloji ve sembolizm yaratma ihtiyacı, her yerde ulusal beka ve birliğin koşulu olarak yüce bir iş haline gelmiştir.”

Modern Türk ulusçuluğunun inşa sürecinde bu tür örneklere sıkça rastlanmaktadır. Atatürk’ün devlet bankalarına Etibank ve Sümerbank isimlerini koyması, tarihsel meşruiyet arayış çabalarının bir örneğidir. Diğer ulus inşalarında da bu örnekleri açıkça görmek mümkündür.

Weber’in tanımına göre: “Devlet, belirli bir toprak üzerinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğudur.” Ulusu, psikolojik, kültürel, toprağa ait, siyasal ve tarihsel boyutu bulunan bir topluluk olarak nitelendirmekteyiz. “Ulus devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası içinde yasal güç kullanma hakkına sahip ve yönetimi altındaki halkı türdeşleştirerek, ortak kültür, simgeler, değerler yaratarak, gelenekler ile köken mitlerini canlandırarak birleştirmeyi amaçlayan bir tür devletin oluşumuyla tanımlanan modern bir olgudur.” Devlet açısından aidiyetin yasal anlamı vardır. Uyruklar devletin bakış açısına göre her şeyden önce devlet tasarrufunun nesneleridir. Devlet, meşruiyeti için ulusçuluğun etkinliğine ihtiyaç duyduğu kadar, ulusçuluk da başarılı olabilmek için devlete ihtiyaç duyar ki, bu devlet, ulus devlettir.

Paul Henry’ye göre “devletler, uluslardan önce gelir. Hakiki uluslar, ancak tarihsel hadiselerden meydana gelen siyasi toplulukların benliklerini tanıdıkları ve idame ettirmek için çalıştıkları günden itibaren doğmuş sayılabilirler.” Daha önceki insanlık durumu, kozmopolit ve heterojen yapıyı öngörmekteydi. Yeni insanlık durumu ise ulusçuluk çerçevesinde türdeş ve homojen bir yapının inşasını gerektirmiştir. İmparatorluklar çağı ya da dinsel devletler çağı ümmet fikrinin baskın olduğu heterojen yapılardır.

Ulusçuluk, ulusların bir ürünü değildir, tam tersine, ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir… Ulusçuluğun kullandığı kültürel parçalar ve yamalar çoğu kez gelişigüzel yaratılmış tarihsel icatlardır. İtalyan birliği hareketi Risorgimento’nun önde gelen liderlerinden Piyomente’nin eski Başbakanı Massimo d’Azaglio’nun “İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız” şeklindeki ünlü sözünün ardında, siyasi bir hareket sonucunda yeni bir devlet kurularak ulus-devlet oluşturulduktan sonra, uluslaştırma süreci işletilmek suretiyle, ulus yaratılmaya çalışılması yatmaktadır.

Çünkü ulus inşa etmek bir halk yaratmaya doğru giden olası yolardan birisidir. Bu yeni süreçte dil ve din genellikle ulusal kimliğin iki temel taşı olarak kabul edilmektedir. Ulus-devlet kendi ulusunu yaratmak için uluslaştırma araçlarını kullanır. Uluslaştırma araçlarını sürekli ve etkin kullanamayan devletlerde ulus yaratma işlemi başarıya ulaşamayabilir.

Durkheim, bize toplumun dini ibadet yolu ile kendi gizli imgesine taptığını göstermişti. Ulusçu bir çağda ise toplumlar böyle bir kamuflajdan sıyrılarak pişkinlik ve açıklıkla kendilerine tapınırlar. Nazi Almanya’sı, Nürnberg’de kendine tapınırken ne Tanrı’ya hatta ne de Wotan’a tapınma iddiasındaydı. Çok bariz bir biçimde kendine tapınıyordu.

Schulze’ye göre; İnsanların savaşlar ve çatışmalar nedeniyle yerlerinden olduğu, yönlerini şaşırdığı, her türlü geçmiş hissini yitirdiği ama geleceğe hala umutla baktığı bir dönemde, ulus fikri üç açıdan çekiciydi: Yön duygusu sağlıyor, topluluk hissi veriyor ve bir üstünlük ima ediyordu. Bireyin kendisini ulusuyla tanımlaması, karmaşık toplumsal ve uluslararası ilişkileri basitleştirmiş ve sadakat sorununu çözmüştü. Bu dönemde ulus kavramı yeni Avrupa kültürünün bir ürünüydü.

Hobsbawm’a göre; bir toplumun ulus sayılabilmesi ve dolayısıyla bağımsız bir devlet kurma hakkına sahip olabilmesi için pratikte yalnızca üç kriter vardı: Bu üç kriterden birincisi; milletin, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. İkinci kriter; yazılı bir milli edebi ve idari anadile sahip olan, çoktandır yerleşiklik kazanmış bir kültürel elitin varlığıydı. Üçüncü kriter; kanıtlanmış bir fetih yeteneğiydi. Daha genel ifadeyle, millet olmak için nesnel kriterler saptama girişimleri, dil ya da etnik köken gibi bir tek kritere ya da dil, ortak toprak, ortak tarih, kültürel özellikler gibi bir kriterler kümesine dayanmıştır.

Çek tarihçi Miroslov Hroch’a göre herhangi bir ulusal hareketin yolculuğu ancak üç hedefte gerçekleştiğinde sona erer.

Hroch’a göre ulus kurma süreci, etnik grubun tarihi, dili ve geleneklerine ilişkin bilgi toplamasıyla başlar. O, bunu (A) aşaması olarak isimlendirir. (A) Aşaması tamamlanınca, (A) aşamasındakinden daha farklı bir eylemci grup teşkil eder. Bunların öncelikli çabasını, ulus yaratma projesine halk desteği sağlamak oluşturur. Halkı uyandırmak temel hedefleridir. Çünkü bu uyanış nihai hedef olan uluslaşmayı sağlayacaktır. Özü itibariyle (C) aşaması ulusal bilincin mayalanma sürecini teşkil eder. Bunu takiben üçüncü aşama, yani (C) aşaması gelir. Bu aşamada ulusal bilinç halk kitleleri tarafından içselleştirilir. Ulusal örgüt mükemmel bir örgütlenmeye kavuşur ve bu örgüt tüm ülkede etkin olur. Artık eksiksiz bir toplumsal yapı, yani ulus ve onun devlet aygıtı olan ulus-devlet inşa olunmuştur.

Hobsbawm’a göre halkı denetim altına almak için başvurulan başlıca yöntemler üç grupta incelenebilir: 

1- Yeni kurumlar icat etmek: Festivaller, spor yarışmaları, sendikalar.

2- Yeni statü sistemleri ve toplumsallaştırma yöntemleri icat etmek: Hiyerarşik eğitim sistemi veya kraliyet törenleri.

3- Gerçek veya yapay grupların bütünlüğünü belirleyen ve simgeleyen topluluklar icat etmek: Ulus.

Hobsbawn, ulus ve ulusçuluğu modern çağın icat edilmiş bir geleneği olarak nitelerken, Miroslaw Hroch’un, Doğu ve Orta Avrupa halklarının uluslaşma sürecini çözümlemek üzere geliştirdiği üç aşamalı gelişim şemasını, tüm 19. yüzyıl Avrupa halkları için geçerli sayar ve icat işlemi için, fazla uzak olmayan bir döneme gönderme yapar. Ulusların toprağa bağlı devletler ortaya çıktıktan sonra icat edildiğini belirtir.

Bauman’ın açıkladığı üç temel özelliği ile de bireysel ve toplumsal hayatın her birimine nüfuz eder:

1- Ulus her şeyden önemlidir. Ulusun çıkarı her türlü çıkardan üstündür.

2- Ulus tek meşruiyet kaynağıdır. Bu sadece siyasal bir meşruiyet değil, en genel anlamıyla meşruiyettir. Bu özelliği nedeniyle de normal koşullarda hoş görülmeyecek, doğru bulunmayacak tutum ve tavırlara göz yumulmasını sağlar.

3- Ulusçuluk dünyayı ikili kategorilere ayırır: Biz ve onlar, yani dostlar ve düşmanlar. Başka bir deyişle kimlikler ve karşı kimlikler üretir. Bizi, ötekilere göre tanımlar; kendinden bir türlü emin olamadığı için de bu ayırımı hep canlı tutar.

Temel savlarını modernizmin eleştirisinden yola çıkarak geliştiren Etno-sembolcü yaklaşımın en önemli düşünürlerinden biri olan Anthony D. Smith; ulusu, tarihi bir toprağı/ülkeyi ya da yurdu, ortak mitleri ve tarihi belleği, ortak bir kitlesel kamu kültürünü, topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket imkanına sahip oldukları ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adı olarak tanımlar.

Şaşırtıcı ve tüm çıplaklığıyla çarpıcı bir olay Yugoslavya’da görüldü: Bosna’da yaşayan ve büyük çabalarla uzun sürede asimile edilmiş eski Müslüman halk, nüfus sayımında milliyet boşluğunu doldururken kendilerini Müslüman olarak adlandırma hakkını elde ettiler. Bu olay onların hala Müslümanlığa inandıkları ve bu dinin şartlarını yerine getirdikleri anlamına gelmiyordu; hele kendilerini diğer Müslümanlarla ya da Kosova’daki Arnavutlar gibi Yugoslavya’daki eski Müslümanlarla aynı milliyetten insanlar olarak hiç tanımlamıyorlardı. Bunlar Slav kökenli ve Müslüman bir kültürel geçmişe sahip bulunan, Sırpça-Hırvatça konuşan kişilerdi. Kastettikleri, aynı dili konuşmalarına rağmen, kendilerini Hırvat ya da Sırp olarak adlandıramayacaklarıydı. Çünkü bu tanımlamalar onların daha önce Ortodoks ya da Katolik olduklarını ima ediyordu. Kendilerine Yugoslav demeleri ise çok soyut, anlamsız ve ruhsuz kalıyordu.

Bu insanlar, dilsel açıdan Sırplardan ve Hırvatlardan ayırt edilememelerine ve onları farklı kılan inanç artık etkisini kaybetmiş olmasına rağmen, kendilerini bir etnik grup olarak gören Bosnalı, Slav, eski Müslümanlardı. Kendilerini Müslüman diye tarif etmeyi seçtiler.

İngiltere, Fransa, İtalya gibi ulus oluşturmuş ülkeler, kanın en karışık olduğu ülkelerdir. Irk konusunda söylenen şey dil için de geçerlidir. Dil, birleşmeye çağırır ama buna zorlamaz. Artık devletin dini de yoktur… Ulusu yaratan, ırk olmadığı gibi toprak da değildir. Ulus, tarihin derin karmaşıklıklarından ileri gelen manevi bir ilke, manevi bir ailedir, toprağın yapısının belirlendiği bir grup değil. Dini düşüncede kişiyi tanımlayan şey inançtır. Kişinin ırkına bakılmaksızın mümin, kafir vs. diye tanımlanır. Ona göre de bir hukuka tabi olur. Oysa ulus anlayışında kişiyi tanımlayan şey vatandaş olmaktır. Artık dinin önemi kalmamıştır.

Etnik milliyetçilikte ise bir insanın kendine ilişkin duygusu önemli değildir. İnsanın hak ettiği tek etiket, kanında taşıdığıdır. Irkçılıkla ulusçuluk, birbirleriyle belirleyici bir karakter çerçevesinde ilişkili iki olgudur. Bu anlamda ırkçılık, ulusçuluğun bir dışavurumu değil, ulusçuluğa bir eklemlenmedir. Başka bir ifadeyle ulusçuluğa bir iç ektir. Ulusçuluğu oluşturan zincirin uç ya da ara kavramlarından biridir. Ulusçuluğa göre daima aşırıdır, ama onun inşası için her zaman gereklidir ve bununla birlikte onun projesini tamamlamakta her zaman yetersiz kalır.

Uluslaşma sürecinde dilin önemi kuşkusuz öne çıkmaktadır. Çünkü dil o topluma ait geçmişi, onun öğretilerini kısacası geleneği taşıyan ve bir topluluğu aynı ulusa ait olduğuna inandıran bir araç olarak önemlidir.

Toplumun en önemli kurumlarından biri olan dil, bir toplumun ulusal benliğini biçimlendirir, düşünce ve duygu yaşamına yön verir. Modern ulus-devletin unsurları olan ortak kültür ve resmi dil, kurulan ulus devletlerin güçlü ulusal denetimi sağlaması açısından önemli araçlardır. Benedict Anderson’a göre dillerin en önemli özelliği hayali cemaatler türeterek, tikel dayanışma grupları inşa edebilme yetenekleridir… Ulusçuluğu icat eden belli bir dilin kendisi değil, yayın dilidir. 

Anderson’a göre milli bilincin oluşmasına katkıda bulunan üç gelişme vardı. Bu gelişmelerden ilki; Latincenin dini ve gündelik dil olmaktan çıkmasıydı. İkinci gelişme; Reform hareketiydi. Başarısını büyük ölçüde kapitalist yayıncılığa borçlu olan Reform hareketi, yeni yeni gelişmekte olan halk dillerindeki okuyucu piyasasını kendi amaçları doğrultusunda kullanmış, siyasi ve dini mesajlarını geniş kitlelere iletmişti. Böylelikle Latinceye bir darbe de Reform hareketi tarafından indirilmişti. Üçüncü ve son gelişme ise; konumları sayesinde geleceğin mutlakiyetçileri olmaya aday bazı monarkların halk dillerinden, idari merkezileşmenin bir aracı olarak yararlanmalarıydı.

Paul Brass, etnik kimliğin en önemli bileşenlerinden birinin dil olduğunu söyler. Ulusçuluk kuramcılarından Hayes de ulus olmanın en temel koşulunu dil birliği olarak belirlemektedir. Hayes’e göre bir ulusun geçmişi ile geleceği arasında bir bağlantı kuran, ulusun üyelerini duyguda ve düşüncede bir kılan ve diğer kişilerden ayıran tek şey dildir. Hayes, “bir ulus etkisini, karakterini, ferdiyetini, her defasında olmasa da, fiziki coğrafyadan ve biyolojik ırktan değil, kültürel ve tarihi güçlerden alır. Dili bunların ilki ve en önde geleni sayıyorum.” demektedir.

Dil ulusçuluk inşasında dini olmaktan arındırıldı. Klasik Kuzeybatı Avrupa koşullarında bu süreç iki aşamalı oldu. Reformasyon, kilise kökenli aydınları evrenselleştirdi, halk diliyle dinsel tören dilini birleştirdi. Aydınlanma ise, artık evrenselleşen bu aydınları ve ayrık öğretiye ya da sınıfa bağımlı olmayan ve tüm ulus tarafından kullanılan dili dünyevileştirdi.

Ulus anlayışının Batı Avrupa’da iki ülkede örnekleri farklı farklıdır. Bunlardan biri Fransa iken diğeri Almanya’dır. Ulusçuluk anlayışı Avrupa’da Fransa ve Almanya modeli olarak ikiye ayrılır.

Avrupa bir yandan modern merkezi devlet aygıtının ortaya çıkması, diğer yandan matbaanın icadı ve Reform hareketi Avrupa’da Latincenin etkisini kırarken, “yayın dili” olarak bir takım “halk dilleri”ni öne çıkarmıştı. Mutlak monarşiler bu dilleri sadece biçimlendirmekle kalmamış aynı zamanda yaygınlaştırmaya çalışmışlardı. Ancak bu politikaların amacı, yeni bir sadakat türü oluşturmak değil yönetimde etkinliği artırmaya çalışmaktı.

Mutlak monarşiler döneminde şekillendirilen ve yaygınlaştırılan “devlet dilleri” 18. yüzyıldan sonra ortaya çıkan ve “ulus” adı verilen siyasal bütünlerin hayal edilebilirliğini kolaylaştırmışlardı. Bu durumun bütünüyle dilden kaynaklandığını da söylemek mümkün değildi. Dilin uluslaşma sürecinde işlevine vurgu yapan bu ayrım, Fransız siyasal ulusçuluğu ile Alman romantik ulusçuluğu arasındaki farklılığa dikkat çekmektedir.

Fransız modelinde dil milli kimlikle özdeşleştiriliyor ve Fransızca öğretilerek azınlıklar Fransız olabiliyorken, Alman modeli ancak “özü” Alman olanların, yani etnik Almanların, nerede olurlarsa olsunlar Alman olabilmelerine izin veriyor, buna karşı etnik Alman olmadıkları halde yüzyıllardır Almanya’da yaşayanların Alman milletinin bir parçası olmalarını bu topluluklara atfedilen farklı folklorik kültürel “öz”e istinaden sorunsallaştırıyor ve hatta imkansızlaştırıyordu.

1881’de Eğitim Bakanı Jules Feryy’nin yayınladığı talimatla bütün okullarda Fransızca eğitim yapılabilmesi mümkün oldu. Fransızcayı eğitimin hem amacı hem de aracı olarak gören devlet politikalarının hedefi, bölgesel dilleri sistematik bir aşındırmaya tabi tutarken, önemli bir kısmı hala geleneksel aidiyet merkezlerine bağlı halkı, laik eğitim yoluyla aydınlanmış yurttaşlara dönüştürmekti.

Bilim, sanat ve idari alanda kullanılacak ortak bir dilin oluşturulması çabalarının yanı sıra Almancanın başta Latince ve Fransızca sözcüklerden temizlenmesi girişimleri de 17. yüzyıldan itibaren kurulmaya başlayan dil dernekleri ile gündeme gelmişti. Kurulan bu dernekler, Almancanın dil varlığının gerçek ruhunu ve özelliklerini korumak, anadili sevgisini uyandırmak, anadilin gereği gibi kullanılmasını sağlamak, Almancayı zorunlu olmayan yabancı kelimelerden arındırarak, tam açık ve güzel bir biçimde kullanmayı özendirmek, Alman ulusal bilincini geliştirmek düşüncelerini yaymaya çalışmıştır. Ancak dilde tasfiyecilik hareketlerinin yoğunluk kazanması esas olarak 1870-71 Fransız savaşından sonraki dönemde tekabül eder.

Avrupa’da ulusçuluk anlayışında din konusu da önemli bir yer tutar. Kimi anlayışa göre din gereksiz bir kurum olarak algılanırken kimi pozitivistlere göre de din toplumu kaynaştıran bir unsur olarak kabul görmektedir. Rousseau, bu konuda ulusçuluk anlayışı içinde din konusunu yeniden ele almış ve farklı bir bakış sunmuştur.

Rousseau sivil dinin gerekliliğinden bahsederken, “din üzerine kurulmamış hiçbir devlet bulunmadığını” ifade eder ve devamında tapınağı, mihrabı, ayini bulunmayan, dini pratikleri ihtiva eden insan dini ve sadece “memlekette geçen” vatandaş dininden söz eder. Vatandaş dininin, Tanrı sevgisini kanun sevgisi ile birleştirmesi, devlete hizmet etmenin Tanrı’ya hizmet olduğunu vatandaşlara öğretmesi açısından olumlu olduğunu belirtir. Bu iki dinin dışında bir de “daha garip” olarak nitelendirdiği “rahip/papaz dini”nden söz eder. Rahip dininin, bireylerin hem dindar hem vatandaş olmasına izin vermediğini, dolayısı ile “insanı kendi nefsiyle karşıt hale koyan” bütün kurumların olduğu gibi, bu din biçiminin de değersiz olduğunu ifade eder. Rousseau, bu üç din arasında “vatandaşlık dini”ne vatandaşın, devlet karşısındaki mükellefiyetlerini yerine getirmesi nispetinde sadık bir mümin olabileceğini ifade ederek, bir anlamda vatandaşın devlete/egemene itaat etmesi nispetinde değer yüklemektedir.

Bu farklılıklardan biri, meşruiyetini direkt Tanrı’dan alan yönetimlerin aksine, “tasavvur edilen” cemaatler aracılığı ile meşruiyetini “halkın egemenliği”ne dayandıran anlayıştır. Sekülerizm, ulus ve ulus-devlet modelinin dayandığı önemli bir unsur olmuştur. Böylelikle, uhrevi olanla bağın kesildiği ve “halk egemenliği”, “vatan”, “vatan sevgisi”, “ulus” gibi değerler aracılığı ile seküler tabana dayalı yeni bir “din” anlayışı ortaya çıkmıştır. 

Ulus öncesi dönemde bir kimlik belirtme unsuru olan din, ulus sonrası dönemde de farklılaşarak bu misyonunu sürdürmüştür. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte laik bir ideoloji olarak biçim ve muhteva kazanan ulusçuluk, dinle olan ilişkisini değişik biçimlerde dizayn etmiştir. 

Fransa örneğindeki dinselden siyasala geçiş, aslında kutsalın el değiştirmesi anlamına da geliyordu. Bu çerçevede kutsalın anlamı dinden ulusa devredilmişti. Ulus ve ulusun yönetim biçimi olan cumhuriyet; ayinleri, sunakları, tapınakları ve azizleri ile yurttaşlığa dayalı bir dine dönüştürüldü. Oluşturulan ulusçuluk da her din gibi iradeye değil akla, muhayyileye ve duygulara seslenmektedir. Akıl, spekülatif bir ulusçuluk teolojisi veya mitolojisi inşa eder. Muhayyile, kişinin ulusal aidiyetinin ezeli geçmişi ve ebedi geleceği etrafında gaybi bir alan kurar. Duygular ise ulusal tanrının tefekkürüne bir zevk, bir vecd uyandırır. Ulusçuluk yine her din gibi sosyaldir ve başta gelen ayinleri bütün topluluğun adına ve kurtuluşu için icra edilen cemaat halindeki ayinlerdir. Ulusçuluk, dini öncelikle geleneksel Hıristiyan olan halkların arasında ortaya çıktığı için bu dinin birçok adet ve örfünü alarak kendi amaçlarına uydurdu. Bununla birlikte diğer köklü dinler de ulusçuluğu kabule, hatta teşvike eğilimli odular. 

Cristophe Jaffrelot, (milliyetçiliğin ulus-devletin/ulusların zorunlu bir sonucu olup olmadığı tartışmaları bağlamında), ulus kavramının kurumsal bir yönü olduğunu ve milliyetçilikten farklı olarak devletle doğrudan ilişkisi olduğunu beyan eder. Milliyetçiliğin ise bir millete gereksinim duyan ama devlete her zaman ihtiyaç duymayan bir ideoloji olduğunu, bundan dolayı da siyasal ve kültürel bir kimliğe yaslandığını ifade eder. 

Milliyetçiliğin ortak değerler çerçevesinde siyasi birlik kurma edimi, dil, etnik köken, ırk gibi somut olguların yanında manevi diyebileceğimiz din, kültür, gelenek gibi unsurlara da ihtiyaç duymaktadır. Bireylerin kendilerini bir ulusa/ulus-devlete ait hissetmeleri sadece rasyonel gerekçelere dayanamayacağı için, aidiyet duygusunu pekiştirecek unsurlara yaslanılmıştır.

Din, siyaset, birey algısının dinin aleyhine olarak dönüşüme uğraması; sınırları belirlenmiş toprak parçası üzerinde yaşayan “milletin/ulusun” kolektif bir yaşam ve değerler üzerinden kutsallaştırılması, milliyetçiliğin seküler bir din olarak belirmesine sebep olmuştur. Toplumun dine duyduğu ihtiyacı, toplumun birey üzerinden kendisine nispet ettiği kutsallık ve o kutsallığın dayandığı kolektif değerleri üreterek gidermeye çalışan milliyetçilik, dini bir forma bürünerek siyasal meşruiyetin de zemini olmuştur. Geleneksel dinlerin unsurlarını bazen dönüştürerek bazen de olduğu gibi kendisine katarak başka bir forma büründürmüştür. 

Milliyetçiliğin en güçlü halinin ulus-devlet modeli içerisinde ortaya çıkması, siyasi bir bilincin gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Dolayısı ile milliyetçiliğin temel unsurları olarak görülen, dil, din, ortak geçmiş gibi unsurların ancak ulus-devletin tanımlanmış (kutsanmış) sınırları içerisinde bir anlam ifade etmesi ve o sınırlar dışında kalanlarla siyasi ya da duygusal bağların zayıflaması, ideolojik bir üretim sürecine tekabül eder. Dil, tarih, kültler, milliyetçilik söylemi içerisinde yeniden üretilir/dönüştürülür. Bu süreçte milliyetçilik, “yeniden kamusal sadakat biçimleri” formüle eder ve bu sadakatin görünürlüğünü de ulusal semboller, bayramlar, törenler yolu ile sağlar.

Ancak gerek Batı dünyasında modernleşme öncesi bütün dinlerdeki “biz” ve “öteki” ayrımının benzerlikler göstermesi gerek sekülerleşmeyle birlikte, “istisna” olarak görülen Türkiye Cumhuriyet’i de dahil olmak üzere, “biz”i imleyen “mü’min” ve “öteki”ni imleyen “kafir” nitelemelerinin yerini “milli”, “ulus” gibi seküler kimliklere bırakması bu tespiti zayıflatmaktadır.

Gustave Le Bon, kitleleri ayakta tutan dini ya da dinileştirilmiş düşüncelerin bulunduğunu ifade ederken, bu dinliliğin artık heykeller, resimler ve seküler diyebileceğimiz ayinlerle ortaya çıktığını belirtir: “Bugün ruhları fethedenlerin mabedleri yoktur, fakat heykelleri, resimleri vardır ve onlara yapılan ayin, geçmiş zamanların ayininden çok farklı değildir.” 19. yüzyıl insanının din kelimesini duymaya tahammül edememesine rağmen, tarih boyunca bu dönemde olduğu kadar heykel ve mabet inşa edilmediğini hatta o dönemde önemli bir isim olan General Boulanger’in resminin olmadığı hiçbir köy kahvesinin kalmadığını ifade eder. Akıl çağında dahi kitleler, yıkılan dinlerin, putların yerine her zaman aynı dini hissiyatla yenilerini koymaya hazırdır.

Sonuç olarak ulusçuluk, başlangıçta dinsel reform çabalarıyla dinin niteliksel dönüşümüne bağlı oluşmasına rağmen daha sonra siyasal bilinç haline gelerek egemenlik içeren bir din mahiyeti kazanmıştır. Bunun yanında dinsel ögelerden de kurtulamamıştır.

Ulusçuluğu kendi içinde dönemleştirmek de mümkün görünmektedir. Çünkü ulusçuluk anlayışı belli aşamalardan geçerek ilerlemiştir.

Merkantilizm ulusçuluk anlayışının doğuşunda etkin bir rol oynamıştır.

Carlton Hayes’e göre bu dönemdeki ulusal uyanışın köklerini oluşturan dört temel gelişme vardır. Bunlar:

1- Entelektüeller arasında kozmopolitçiliğin zayıflamasının ve ulusal kültürlerin yükselişinin eşlik ettiği yerli edebiyatların doğuşu ve Latincenin nispi zayıflaması.

2- Feodal ya da şehir devletten, yani Roma İmparatorluğu’nun ayakta kalan kalıntısından daha güçlü ve daha etkin siyasi bir kurum olarak, monarşik ulusal devletin doğuşu.

3- Mahalli lonca ya da malikane ekonomisinin ulusal devlet ekonomisine dönüşmesi ve bunun sonucunda ticaretin, sanayinin ve tarımın ulusal düzenlemeye tabi tutulması.

4- Katolik Hıristiyanlığının bölünmesi ve ulusal kiliselerin kurulması.

Ulusçuluğun doğuşuna tekabül eden birinci dönemdeki ulusallaşma; dil, siyasi, ekonomik ve dini unsurlardaki değişim bağlamında şekillenmiştir. Özetleyecek olursak entelektüeller, ulusçu kavram, mit, sembol ve ideolojinin doğuş ve çözümlenmesinde çığır açıcı bir rol oynamışlardı. Bu süreçte, entelektüel sınıf içerisinde ise en büyük rolü oynayanlar, toplum felsefecileri olmuştur. Bunlar adeta ulusçuluğun dölleyicileridir.

Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, kendini farklı bir etnik ve kültürel karaktere sahip gören ve monarkın yönetimi yerine halk egemenliğini kurmak için mücadele eden toplumsal grup için kendi kaderini kendisinin belirlemesi yönündeki siyasal fikrini hayata geçirerek, ulusçuluğun güçlenmesinde etkili olan ikinci gelişme ise burjuvazinin doğuşudur. Ulusçuluğun amaçlarından biri de ulusal ekonominin yaratılmasıdır.

Merkantilist anlayışla laissez faire anlayışı arasındaki temel fark; merkantilistlerin pastanın büyüklüğünün sabit olduğuna inanmalarına karşılık, laissez faire filozoflarının pastanın büyüklüğünün bireysel çabanın girişimciliği ve yaratıcılığı ile sınırsız olarak büyütülebileceği ve büyütülmesi gerektiğine inanmalarıdır.

Ayrıca ulusçuluğun tipolojilerinden de bahsetmek yerinde olacaktır.

Marksist tarih görüşü doğrultusunda ulus ve ulusçuluk olgusunu çözümlemeye çalışan Hroch, ulusçuluğu dört tipe ayırarak bir tipoloji geliştirmiştir:

1- Birleşmiş Ulusçuluk Tipi: Bilimsel ilgiden aktif ajitasyona geçiş, sanayi ve burjuva devrimini önceler. Modern bir ulusun kurulması bunları takip eder ve arkasından da işçi sınıfı hareketi gelir. Bunun en tipik örneğini Çekler oluşturur.

2- Geç Kalmış Ulusçuluk Tipi: Ulusal ajitatörler burjuvazi ve sanayi devriminden önce bilim adamlarının yerini alır, fakat işçi sınıfı hareketi ajitasyondan kitlesel ulusalcılığa geçişi ya önceler ya da eş zamanlı olarak ortaya çıkar. Böylece modern bir ulusun oluşumu diğer bütün süreçleri takip eder. Bu türün en belirgin örneği ise Slovaklardır.

3- İhtilal (Ayaklanma) Tipi Ulusçuluk: Feodalizm içerisinde modern bir ulusun kurulmasıdır. Ulusal hareket, feodal toplum koşulları altında halihazırda kitlesel bir karaktere bürünmüştür. Ulus, burjuva toplumunun oluşumundan önce ortaya çıkar. Balkanlar’daki durum buna örnek teşkil etmektedir.

4- Dağılmış (Ayrılmış) Ulusçuluk Tipi: Bu ulusçuluk türünde, ulusal faaliyetlerin erken şekilleri bile sadece burjuva ve sanayi devrimlerinden sonra ortaya çıkarlar ve kitlesel bir hareketin ulusçu ajitasyonun yerini almasına gerek bile kalmaz. Buradan çıkarılabilecek genelleme, erken sanayileşmenin, ulusçuluk için ölümcül olacağıdır. Etkisiz ve geç kalmış Batı Avrupa ulusçuluklarının bir kısmı bu türe karşılık gelmektedir. 

Hans Kohn, Orta ve Doğu Avrupa ile Batı Avrupa’nın ulusçuluk noktasındaki durumlarına göre ikili bir sınıflandırmada bulunuyor.

1- Batı Ulusçuluğu: Mevcut siyasi gerçeklik içinde ulusu yaratma çabasıyla vatandaşlığı sosyal ve siyasi bir temele oturtur. Dolayısıyla ulus, devletin oluşumundan sonra ortaya çıkmıştır. İngiltere tipik örneğidir.

2- Doğu Ulusçuluğu: Kurgusal bir ulusa ideal bir anavatan bulma ve gelecekte bir gün bu kurgusal ulusun siyasi bağımsızlığını kazanma çabası içerisinde, akılcı unsurlara başvurmaksızın, vatandaşlığı doğal sayılan, geleneksel kan ve statü bağlamıyla ilişkilendirilir. Almanya tipik örneğidir.

Ulusçuluğun en genel üç proto-tipinden bahsedebiliriz. Birincisi, Fransız ulusçuluğudur. Heterojen ve melez bir özelliğe sahip olan Fransız Ulusçuluğu, mutlak otoritelerin (tanrı ve kral) yerine ulusu ve halk iradesini koyar. Aynı zamanda hem kolektivisttir hem de yurttaşlık temeline dayanır. İkincisi Alman ulusçuluğudur. Tabi olmayı gerektiren Alman ulusçuluğu, kolektivist, organik ve etniktir. Bir anlamda Fransız ve İngiliz ulusçuluğuna karşıt olarak geliştirilmiştir. Kültürel unsurlar ve romantizmin etkinliği söz konusudur. Üçüncüsü ise Amerikan ulusçuluğudur. Bireysel yurttaşlığı ve yurtseverliği geliştiren Amerikan ulusçuluğu, bireyci, çoğulcu, özgürlükçü ve evrenselcidir.

Alman anlayışında ulus, kültür tarafından tanımlanan bir “kolektif birey”dir. Böylece “Almanlara göre esasen bir Almanım ve Alman olmak niteliğim sayesinde bir insanım”dır. Fransız anlayışında ise “bireylerin toplamı” niteliğindeki ulus, yalnızca bireyin özgürleşmesi için bir zemindir. Fransızlar için doğum gereği insan, rastlantısal olarak Fransızım anlayışı ön plandadır. Fransızlar için ulus kavramı 1789’dan beri ortak bir siyasal iradeye bağlılık iken; Almanlar içinse ulusal aidiyet dile, kültüre ve geleneğe dayanmaktadır.

Sonuç olarak bu kavramı değerlendirecek olursak; ulus kavramını Kur’an’da karşılayan herhangi bir kavram yoktur. Her ne kadar millet kavramını ulus kavramıyla aynı anlamda kullananlar olsa da hata etmektedirler. Çünkü Kur’an’da geçen millet kavramı bir inanç esasına bağlı olarak bir araya gelmiş topluluğu ifade ederken ulus kavramı aynı tarihsel köklere ve aynı dile sahip olan ve değerini vatandaş olmaktan alan bir anlamı işaret eder. Ulus kavramı içinde değerlendirilen topluluklar aynı dine ait topluluklar olmayabilirler ama aynı hukuka tabi olmak zorundadırlar. Çünkü ulus-devletin “dini” olmaz, ulus devletin yalnızca “vatandaşları” olur. 

Ulus olmak bireyin vatan kavramını da yeniden şekillendirir. Artık bir ulusun vatandaşı sayılan birey için vatan, içinde yaşadığı toprak parçası olmuştur. Bir toprağa bağlı vatandaşın zihni de tıpkı vatan coğrafyası sınırları gibi belirli bir sınıra indirgenmiştir. Yani ufku daraltılmıştır. Oysa İslam’a göre vatan kavramı yerine “Dar’ül İslam” yahut “Dar’ül Küfr” gibi tanımlar esastır. Bu tanımlar bireye mü’min yahut kafir olma karşılığında yaşadığı yerin hangi dine göre yönetilip yönetilmediğini sorgulamasını ister. Eğer yaşadığı coğrafya Allah’ın hükümlerine göre hükmedilmeyen bir yerse “Dar’ül Küfr” olarak nitelendirilir ve orayı vatan kılmanın tek yolu orasının İslam ile yönetilir hale gelmesine bağlıdır. Öyleyse birey, kendisine bir vatan inşa edebilmesi için Allah’ın dininin hakim olduğu bir mekan için mücadele eder. Bu da onun zihnini sürekli aktif hale getirerek bilincini her daim açık tutmaya zorlar. Böylelikle zihin belirli bir toprak parçası sadedinde sınırlandırılmadan geniş bir perspektif sahibi olur.

Millet kavramını kendisi için şiar edinenler bütün bağlarını inanç esasına göre kurarlar. Eğer kişi kendisini mü’min olarak tanımlıyorsa hangi ırka ait olurlarsa olsunlar bütün mü’minler Allah’ın kitabına göre kardeştirler ve aynı ailenin üyesidirler. Eğer bir kişi mü’min değilse aynı anneden doğmuş dahi olsalar, aynı dili konuşan ve aynı ırka sahip olmalarına rağmen aynı inancı paylaşmadıkları sürece aynı millete tabi değildirler. Dolayısıyla kardeş sayılmazlar. Yalnızca akrabadırlar ve komşudurlar o kadar. 

Aynı dine ait olmayanlar aynı milletten sayılmadıkları gibi aynı hukuka da tabi olmazlar. İslam toplumunun içinde yaşayan azınlıklar; Yahudiler, yahut Hıristiyanlar veyahut putperestler her biri kamuyu ilgilendiren özel bir durum olmadığı sürece kendi aralarındaki anlaşmazlıkları yine kendi içindeki hukukla çözmeleri için onlara yardımcı olunur. Bu onların kendi dinlerini rahatça yaşayıp, şeriatlarını de kendi aralarında serbestçe yaşamalarına imkan tanımak açısından önemli ve kıymetlidir.

(İktibas Dergisi)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !