27-11-2013 21:43

4. Bölüm: Bu Dinin Fıkhı

Sözlü davet ve hükümleri açıklama yoluyla halkın İslâm`a geçişinin sağlanmasından daha kolay bir yol yoktur. Yani ilk bakışta en kolay görünen yol budur. Ne var ki bu düşünce sadece bir kuruntudur. Çünkü İslâm`ın her defasında başvura geldiği yavaş ve süreli davet yolu olmadan halk yığınlarının cahiliyeden ve tağutların boyunduruğundan İslâmî bir hayata geçişi asla mümkün değildir.

4. Bölüm: Bu Dinin Fıkhı

BU DİNİN FIKHI

Bu dinin fıkhı, İslâmî pratikten yoksun bir boşluğun ürünü değildir.

Aynı şekilde bu fıkhın İslâmî bir pratik olmadan yaşanıp anlaşılması da mümkün değildir. Çünkü İslâm fıkhı, İslâm’ı uygulayan bir toplumun içinden doğar. Bu toplumun hareketi içinden...

Yani  pratik İslâmî hayatın gereği olan davranışlardan. Hiç kuşkusuz İslâm fıkhı, İslâm toplumunu doğurmamıştır. Çünkü - tam tersine - hareket halindeki İslâm toplumunun eseridir, İslâm fıkhı...

Yani Müslüman’ca bir hayatın ihtiyaçlarından doğan hareketlenmenin bir ürünüdür. Bu iki tarihsel gerçeği bilmenin büyük önemi vardır.

Zira İslâm fıkhının özgün yapısını ve fıkhî hükümlerin hareketlilik niteliğini anlamak bu iki gerçeği bilmeye bağlıdır.

Çağımızda derlenmiş halde bulunan delil ve hükümleri; bu iki gerçeği kavramadan, delillerin nazil olup hükümlerin ortaya çıktığı konum ve şartları bilmeden, bu delillerin cevaplayıp yönlendirdiği ve bu hükümlerin şekillenip içinde uygulandığı hava, ortam ve durumu düşünmeden ele alan kimseler...

Evet bunu yapan kimseler, kesinlikle fakih olamazlar. Sanki bu hükümleri, pratiği olmayan bir hayatın ürünüymüş gibi, pratiksiz bir ortamda yaşaması mümkünmüş gibi uygulamaya çalışan günümüzün bu insanları, fakih olamazlar.

Bu dinin de, fıkhın da özgün yapılarını kesinlikle kavrayamazlar. Çünkü hareket fıkhı, ölçü olarak pratik hayatı ele alır. Nassların indiği ve hükümlerin içinde biçimlendiği pratik hayatı...

Sonra hareket fıkhının gereği olarak bu pratik hayat, ilgili delil ve hükümlerle uyum içinde bulunan bir bütündür. Parçaları birbirinden kopmaz bir bütün...

Yani bir tek parçanın kopmasıyla özellik ve ayrılmazlığı kaybolan bir bütün...

İşte bundan dolayı, ilk doğduğu andaki ortamın, havanın, durumun ve şartların temel öğelerini yansıtmayan, yani pratiksiz bir ortamda başlı başına yaşayan bir tek fıkıh hükmüne rastlanamaz.

Kesin olan şu ki, fıkhı hükümler pratiği olmayan hayatın ürünü değildir. Pratiksiz bir ortamda yaşaması da mümkün değildir. Çünkü hareket fıkhı, evrak üzerinde kalan fıkıhtan tamamıyla ayrılmaktadır. Evrak fıkhıyla aynı kaynağa ve aynı dini nasslara dayandığı halde ayrılmaktadır...

Deneyler şunu kesinlikle gösteriyor ki; bu dinin gerektirdiği harekete katılmayan kimseler, bu dini anlayamazlar.

Kitaplar üzerinde ne kadar araştırma yaparlarsa yapsınlar, gene de anlayamazlar. Çünkü tüm bunlar, soğuk ve donuk araştırmalardır.

Çünkü bu dinin apaçık gerçekleri, bu dinin insan hayatına girmesi uğrunda cihad hareketi içinde olan kimselere görünüyor. Kitapların arasında boğulup evraka bağlanmış kimselerin bu gerçekleri görmesine imkân yoktur.

Bu dinin fıkhı, hareketli ortamların ürünüdür.

Bu dinin fıkhı hareketin zorunlu olduğu bir ortamda yerinde çakılıp kalmış bir fakihten alınamaz.

Hiç kuşku yoktur ki, İslâm fıkhı, İslâmî bir hareketle ortaya çıkar, önce din bulunacak ki, fıkıh bulunsun. Bunun tersi mümkün değildir, doğru değildir.

Yani en başta bulunması gereken şart, sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) etmektir.

Bundan sonra sıra bunu kabullenen toplumun bulunmasındadır.

Allah'tan başkasına tedeyyün (boyun eğip, itaat) etmeyen, cahiliyenin kanun, adet ve geleneklerini bir yana atan ve beşer kanunlarının hiç bir hayat alanında egemen olmasını kabullenmeyen bir toplum...

Bu toplum var olduktan sonra hiç kuşkusuz fiilen yaşamaya başlayacaktır, İslâm şeriatinin genel ilkeleri doğrultusunda bir yaşama...

Bunun yanında şeriatin aslında var olan cüz'i hükümlere de uyulacaktır. Ve sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat etmek) esasıyla ve bu tedeyyünü (boyun eğip, itaat etmeyi) sağlayan İslâm şeriatinin uygulanmasıyla fiilen hayata başlandığı anda bir takım hukukî sorunlar ortaya çıkacaktır. Yeni pratik hayatın gereği olan yeni durumlara karşı bir takım cüz'i sorunlar...

İşte burada, sadece burada fıkhı hükümler çıkarılmaya başlanır. Ve sadece burada İslâm fıkhı gelişmeye başlar.

Demek ki bu dinin gereği olan hareket olmadan fıkıh da olamaz.

Fıkhın gelişmesini sağlayan tek şey, bu dinle harekete geçmektir. Görülüyor ki, bu dinin fıkhı, pratik hayatın sıcak havasından tamamen uzak olan soğuk ve donuk kağıt yığınlarından çıkmamıştır...

Bu dini anlayan gerçek fakihlerin, tüm bilgilerini bu dinle hareket etmelerinden edindiklerini görüyorsak, nedeni budur.

Bu dini anlayan fakihlerin, toplumsal bir fiili hareket kaynağı olan İslâm dininden fıkıh aldıklarını görüyorsak, nedeni budur.

Çünkü İslâmî bir hayat yaşamak, İslâm yolunda savaşmak ve fıkhı, pratik bir hayat hareketinin gereği olarak uygulamak; söz konusu hareketin varlığına bağlıdır.

Ya bugünümüzde olan ne?

Hani Allah'tan başkasına tedeyyün (boyun eğip, itaat) etmeyi reddeden Müslüman toplum?

Hani hiç bir kula fiilen tedeyyün (boyun eğip, itaat) etmeyen toplum?

Hani sadece Allah'ın şeriatini kendisine kanun alan toplum?

Hani bu temel şeriat kaynağı dışından herhangi bir kanun almayı fiilen reddeden toplum?

Böyle bir İslâm toplumunun fiilen var olduğunu hiç kimse iddia edemez. Bu bakımdan İslâm'ın metodunu ve tarihini anlayan hiç bir Müslüman, İslâm fıkhının biricik yaşam kanunu olmasını peşinen kabullenmeyen toplumların gölgesindeyken "İslâm Fıkhının Gelişimi" çabalarına katılamaz.

Çünkü ciddi Müslüman’ın asıl görevi, en başta sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) edilmesini sağlamaktır.

" Hakimiyet  sadece Allah'ındır" ve

"Allah'ın şeriatine dayanmayan bir yasama tanınmaz" ilkelerini yerleştirmektir.

Çünkü Allah'ın şeriati olmadan, Allah'a dindarlık yapılamaz. Bazı kimselerin, İslâm fıkhını uygulayıp hayatına esas yapmayan bir toplumun gölgesinde "İslâm Fıkhının gelişimiyle" uğraşmaları gerçekten boş, anlamsız ve bu dinin ciddiyetiyle bağdaşmayan bir şeydir.

Kitap ve soğuk evrak yığınları içinde boğulmuş bir kimsenin bu dinde fakih olacağını beklemek, bu dinin tabiatıyla hiç bağdaşmayan yüz kızartıcı bir cehalettir. Çünkü olanca dinamizmiyle akan hayattan ve bu dinin pratik yaşamdaki hareketliliğinden dışlanmış bir şeriatten fıkıh kurallarını çıkarmaya imkan yoktur.

- Müslüman toplum, sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) etmenin bir ürünüdür.

- İslâm fıkhı ise, bu İslâm toplumunun bir ürünüdür.

Bu sıralamanın bulunması, bir zorunluluktur.

- Yani en başta sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) edip sadece Allah'ın şeriatini uygulamaya azmeden bir müslüman toplum bulunacak.

- Bu yeni doğan toplumun durumuna uygun olan ayrıntılı bir İslâm fıkhı ise, bundan sonra - önce değil - bulunacaktır. Yani önceden hazırlanmış bekleyen bir İslâm fıkhı söz konusu değildir.

Bunun nedeni şu: Özgün yapısı gereği olarak her bir fıkıh hükmü, genel şeriat kanunlarının uygulaması demektir. Belirli bir yapıdaki ve belirli şartlardaki pratik bir vakaya uygulanışı...

Bu vakaları doğuran şey ise, İslâmi çerçevenin - dışında değil - içindeki hayat hareketidir. Bu vakanın durumunu, şeklini ve biçimini de belirleyen bu harekettir. Dolayısıyla bulunan hüküm de bu vak'aya göreydi. Kitapların içinde hazır halde bulunan hükümler, ilahî Şeriatin fiili egemenliğine dayalı Müslüman’ca bir hayatın yaşandığı zamanlar için konulmuştur. Yani o gün için var olan vakalar için...

Bu hükümler o zaman için soğuk ve donuk değildi. Tam tersine diri ve canlılık dolu hükümlerdi, öyleyse bugün bize düşen görev, aynı yola bu tür vakalar için başvurmaktır.

Buysa en başta, Müslüman bir toplumun bulunmasını gerektiriyor.

Yani kanunlarında Allah'tan başkasına tedeyyün (boyun eğip, itaat) etmeyen ve - başkasından değil - sadece Allah'ın şeriatından hükümler çıkaran bir toplumun...

Bu dinin ciddiyetiyle bağdaşan ciddi ve verimli çabalar o zaman gerçekleşir. Basiretleri açan cihad, o zaman gerçekleşir. Bu dinin gerçek fakihi olmak, o zaman gerçekleşir. Bunun dışında yapılacak bir şey, İslâm'ın doğal özelliğiyle çelişen bir ciddiyetsizlikten öteye geçmiyecektir.

"İslâm Fıkhının Gelişimi" perdesi altında gerçek cihad görevinden kaçıştan öteye gidemeyecektir. Evet gerçek cihaddan bir kaçış...

Oysa ki, bunun yerine yapılması gereken şey, kusur ve zaafların itiraf edilmesidir. Cihattan geri kalanlarla yan yana oturulduğu için Allah'tan af dilemektir.

Şimdiki görevin Allah yolunda cihad olduğunu bilmektir.

Allah'ın tüm yeryüzünde İlahlığının yerleşmesi ve Allah'ın egemenliğini gasb eden tağutların uzaklaştırılması için cihad...

İslâm fıkhı, kesinlikle pratiksiz bir hayattan doğmaz.

Pratiği olmayan bir ortamda yaşayamaz. Evrak ve beyinlerden doğamaz. Çünkü o, pratik bir hayatın ürünüdür. Ama herhangi bir hayatın da değil...

Kesinlikle Müslüman’ca yaşayan bir toplum hayatının ürünüdür, öyleyse en başta bu Müslüman toplum bulunmalıdır. Doğal nitelikteki yapısıyla var olan bir Müslüman toplum...

İşte İslâm fıkhının içinde doğup geliştiği ortam budur. Bu toplumun oluştuğu durumda ise işler tamamen değişiktir.

Günümüz araştırmacılarının asıl talihsizliği; mevcut cahili yaşamı, Allah dininin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir esas olarak düşünmeleridir.

Gerçekte ise durum böyle değildir. Çünkü asıl olan, Allah'ın dinidir, İnsan, kendisini ona uydurmak zorundadır. Cahiliye hayatını yıkıp değiştirmek zorundadır. Çünkü başka türlü kendisini bu dine uyduramaz.

Ne var ki bu devirip yıkmanın da - tabii olarak - bir tek yolu vardır. O da cahiliyeye karşı harekete geçmektir. Allah'ın yeryüzündeki ilâhlık ve alemlere Rab'liğini gerçekleştirmek ve insanları, sadece ilahi şeriatı egemen kılmak suretiyle tağutların kulluğundan kurtarmak için harekete geçmek...

Bu hareketin bela, çile ve sınavlarla karşılaşması kaçınılmaz bir şeydir. Bunun sonucunda kimileri fitneye kapılıp gider, kimileri dinden döner, kimileri Allah'a verdiği sözünde durup görevini yaparak şehid olur, kimileri de sabırla yoluna devam eder. Allah, kendileriyle kavimleri arasında hakla hükmedinceye değin ve yeryüzünde dininin hükümranlığını sağlayıncaya kadar sürecek bir deneyim ve sınavdır bu...

İşte İslâm nizamının hayata geçmesinin tek yolu budur. Bu nizamı kurmak için harekete geçen kimselerin İslâmî özellik ve ölçülerle bezenmelerinin yolu budur. Bu nizam kurulduktan sonra ise elbette ki, bu insanların değişik nitelikteki hayati ihtiyaçları olacaktır. Cahiliyye toplumlarının ihtiyaçlarından - özü itibarıyla - farklı olan ihtiyaç ve arzuları...

Ve bunları farklı şekillerde giderme yolları...

İşte fıkhî hükümler, böyle bir ortamdaki Müslüman toplumun hayatı ışığında çıkarılabilir. Diri ve hareketli bir İslâm fıkhı böyle bir toplumda doğmaya başlar. İslâm'dan yoksun bir ortamda değil...

İstekleri, ihtiyaçları ve problemleri belirlenmiş olan bir ortamda...

Yukarıda değindiğimiz gibi günümüz insanlarının asıl aldanma noktası, mevcut toplumları, İslâm toplumları diye varsaymaktır.

Evrak yığınlarından edindikleri İslâm fıkıh hükümlerini bu toplumlara uygulamak istemeleridir. Yani söz konusu cahiliye toplumları bu organik yapılarıyla, bu düşünce, bu duygu, bu değer ölçü ve yargılarıyla ayaktayken evrak fıkhıyla uğraşmalarıdır.

Bu talihsizliğin bir diğer nedeni de mevcut cahiliye toplumlarının pratik ve yapısal durumlarını esas olarak kabullenmektir. Yani Allah dininin kendisini ona uyarlamak, ona göre değiştirmek, geliştirmek ve dönüştürmek zorunda olduğu bir esas olarak...

Bu toplumların, İslâm dışı yaşamından ve İslâmî çerçeveyi bırakışından doğan ihtiyaç ve problemlerini gidermek için, "İslâmî hükümlerin değişmesi gerekir " diyor bu kimseler.

Öyle sanıyoruz ki, İslâm'ın; davetçilerin gönlünde en yüce makamı işgal etme zamanı gelmiştir. Bu bakımdan onu, cahiliye hayat şartlarına, cahiliye toplumları ve cahiliye ihtiyaçlarına uşak yapamazlar, insanlara ve kendilerinden fetva isteyen kimselere özellikle;

"Önce siz İslâm'a gelin, her şeyden önce onun hükümlerine siz boyun eğin!" demeleri zamanı gelmiştir.

Yahut başka bir ifadeyle:

"En başta siz Allah'ın dinine girin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceğinizi ilan edin. Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâhın bulunmadığına en başta siz şehadet edin" demek zorundadırlar.

Ama bu şahidliğin de gerçek muhtevasına uygun olması lazımdır.

Yani iman ve İslâm'ın vazgeçilmez dayanağı olarak: "La ilahe illallah (Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh yoktur)" şehâdetini getirmek...

Bu da gerek yeryüzündeki ve gerekse gökyüzündeki ilahlığı sadece Allah'a ait kılmaktır.

İnsanlık hayatında sadece onun rabliğini, yani sadece O'nun hakimiyetini gerçekleştirmektir, insanlık hayatını, kula kulluk esasından kurtarmaktır. Bunun da yolu, kulun kulluğuna son vermek ve kulun kula koyduğu kanunları kaldırmaktır.

Eğer insanlar veya insanlardan bir grup bu daveti kabul ederlerse, Müslüman topluma doğru ilk adım atılmış demektir.

Varlık alemine ilk adımlarını atmış demektir, İslâm fıkhının tüm diriliğiyle ortaya çıkacağı, Allah'ın şeriatine fiilen teslim olmuş Müslüman toplumun ihtiyaçları nisbetinde gelişecek bir uygulama alanı meydana gelmiş demektir.

Böyle bir toplum kurulmadan önce fıkıh ve düzenleyici hükümler alanında da çalışmak ise kendi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.

Havaya tohum atmaktan başka bir şey değildir.

Çünkü İslâm fıkhı, İslâmsız bir alanın ürünü değildir. Tıpkı havaya atılan tohumun üreyemeyeceği gibi...

İslâm fıkhıyla sadece düşünce planında uğraşmaya gelince:

Bu, yapılabilir. Çünkü bir tehlikesi yoktur. Bununla beraber bu, İslâm yolunda bir çalışma sayılamaz. Çünkü bu iş, bu dinin metodu ve doğal yapısı gereği olan bir iş değildir.

Aslında rahatlık ve selamet taraftarı olan kimseler için en iyi yol, edebiyat, sanat veya ticaretle uğraşmaktır. Böylesine İslâmsız bir ortamda bu kimselerin yaptığı gibi - İslâmî bir iştir gerekçesiyle - fıkıhla uğraşmak; Allah en iyi bilir ya öyle sanıyorum ki, ömrü ve ahiret sevabını boşa harcamaktan başka bir şey değildir.

Çünkü Allah'ın dini, aşağılık bir hizmet aracı, cahiliye toplumunun ihtiyaçlarını karşılamaya amade bir uşak değildir.

İslâm'dan kaçan, onu red eden, şeriate ve şeriatin egemenliğine boyun eğmediği halde kimi sorun ve ihtiyaçları için zaman zaman hükmüne başvurmakla onu alaya alan bir cahiliye toplumunun...

Çünkü bu dinin fıkıh ve hükümleri İslâmsız bir ortamda doğamaz ve yaşayamaz.

Çünkü İslâm'ın doğuşu ve doğuş aşamaları, sürekli olarak aynıdır.

Cahiliyeden İslâm'a geçiş, hiç şüphesiz kolay ve rahat değildir. Hiç, bir zaman da böyle olmamıştır. Boş bir ortamda fıkhı kalıplardan hükümler çıkarmakla başlangıç yapılamaz.

"İslâm'ın toplumsal düzeni kurulduğu zaman bu hükümler uygulanır" diye bu tür hükümler hazırlamakla cahiliyeden çıkılamaz.

Sonra pratiksiz bir ortamda peşinen hazırlanan bu hükümler, hiç bir zaman başlangıç noktası olamaz. Cahiliyeden İslâm'a geçişin başlangıcı olamaz.

İslâm'a geçişi istenen bu cahiliye toplumlarının tek eksiği elde hazır bekletilen fıkhî hükümler değildir.

Bu geçişteki zorluğun nedeni, İslâm'ın mevcut fıkıh hükümlerindeki yetersizlik değildir ki bu, "kalkınmış toplumların ihtiyaçlarına uyarlamak" gibi bir sorun ortaya çıksın. Kimilerini aldatan ve kimilerinin aldanmasına neden olan buna benzer daha nice oyalamaca söz konusudur.

Hayır!...

- Çünkü cahiliye toplumlarının İslama geçişlerini engelleyen asıl sorun, Allah'ın hakimiyetini reddeden tağutların varlığıdır. İnsanın yeryüzü hayatında Allah'ın rablık ve İlahlığını tanımayan ve - dinin zaruri ve bilinen hükümleri dolayısıyla - İslâm'dan tamamen kopmuş tağutların varlığıdır.

- İkinci sorun ise Allah'ı bırakıp bu tağutlara tapınan bazı halk yığınlarının varlığıdır. Yani bu tağutları, bağlılık, tabiiyyet ve tedeyyünleriyle itaat edilen birer rab haline getiren yığınların varlığı...

Bu tapınmalarıyla tevhidi bırakıp şirke giren yığınların varlığı...

İslâm'a göre şirkin en belirgin muhtevalısı, bu tür şirktir.

Çünkü cahiliye bu tür yollarla yeryüzünde düzenini kurmaktadır. Cahiliyenin, maddî güçten çok, düşünce gücüne dayanması da bundan ileri gelmektedir.

Şu halde fıkhi hükümlerle uğraşmak, cahiliyeye yeterli bir güçle karşı koymayı sağlamaz.

Cahiliyeye karşı ortaya konacak yeterli güç, yeniden İslâm'a davet etmektir.

Bunun yanı sıra da harekete geçmektir. Cahiliyenin dayanak noktalarına karşı yeterli olan bir hareket...

Bundan sonra da cahiliyeye karşı yapılan İslâm davetinin gerek ve sonuçları neyse o, gerçekleşecektir. Bunu da Allah'ın hak hükmü izleyecektir. Allah'a teslim olmuş kimselerle kavimleri arasında verilecek hak hükmü...

İşte fıkıh hükümlerinin gelişi bu hükmün gerçekleşmesinden sonradır. Bu hareketli ve diri ortamda yeni doğmuş bu toplumun günlük ihtiyaçlarını - o günkü durumun gerektirdiği - ölçü, biçim ve nitelikte karşılayacak bir doğal fıkıh...

Bu toplumla beraber doğal olarak ortaya çıkan bir fıkıh...

Ki bu da hiç kuşkusuz gaybı ilgilendiren, peşinen kehanette bulunmayı imkansız kılan ve günümüz şartlarında bu dinin ciddiyetine yakışır tarzda bir çalışmaya el vermeyen bir husustur.

Yalnız bu, "Kitab ve Sünnet'te yer alan şeriat hükümleri şu anda hiç yoktur" demek değildirBu hükümlerin şer'i yönüyle fiilen mevcut olmadığı demek değildir. Çünkü demek istediğimiz şudur:

"Kendisi için bu hükümlerin konulduğu toplum" mevcut değildir. Yani bu hükümlerin sadece orada uygulanacağı, başka bir ortamda yaşamayacağı İslâm toplumu şu anda - bilfiil - mevcut değildir.

Öyleyse bu hükümlerin fiilen varlığı, doğrudan doğruya bu toplumun var olmasına bağlıdır.

Bu hükümlere bağlı kalmak, cahiliye toplumundan ayrılarak yeryüzünde İslâm Nizamını kurmak için cahiliyeye karşı harekete geçen herkesin boynunda bir yükümlülüktür.

Cahiliyeye ve cahiliyenin ilahlık iddiasındaki tağutlarına ve tağutlara boyun eğip rablık konusunda şirk koşmaya rıza gösteren yığınlara karşı, bu dinle harekete geçen herkesin boynunda bir borçtur. Bu, böyle devam edecektir.

İslâm'ın, değişmez doğuş özelliğini bu şekliyle kavramak, bir başlangıçtır. Var olan cahiliye toplumlarına karşı İslami bir harekete girişmenin, gerçek başlangıç noktası budurVarlık aleminden kaldırılan bu dini, tekrar fiili hayata geçirmenin başlangıç noktası...

Çünkü bu dinin, son iki asır içinde beşer kanunlarının yerini işgal etmesiyle fiili varlığı kesilmiştir.

İslâm'ın gerçek varlığı yeryüzünden o zamandan beri silinmiştir, öyle ki, İslâm'dan geriye, bu dine duygusal yakınlığı olan kimseleri uyuşturmaya yarayan cami ve minarelerden öte, dua ve alamet türü ibadetlerden başka bir şey kalmamıştır.

Çünkü bu kimseler, İslâm'ın kesinlikle ortadan kaldırıldığı bir ortamda kendilerini hayır içinde sanmaktadırlar.

Gerçekte ise; İslâm toplumu, camiler bulunmadan önce, alamet türü ibadetler bulunmadan önce bulunur.

Yani bu toplum (İslâm toplumu), insanlara:

"Sadece Allah'a kulluk/ibadet ediniz; sizin ondan başka ibadete layık bir ilahınız yoktur" denildiği gün varolmuş, demektir.

Bu ilanla, Allah'a kulluk edildiği gün bulunmuş demektir.

Bu kulluk (o an için) alamet türü ibadetlerle temsil olunmasa da var olmuştur. Çünkü alamet türü ibadetler, Allah'a kulluk esası kabul edildikten sonra farz kılınmıştır. Çünkü bu tür ibadetlerin, ilke olarak sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) etme esasına dayanması gerekiyor.

Kanunî hükümlerin inişi, hep bu ilkeden sonra olmuştur. Sadece Allah'a tedeyyün (boyun eğip, itaat) eden kimseler, ne zaman ki yeryüzünde maddi bir egemenlik sahibi olurlarsa, kanunî hükümler, işte o zaman inmeye başlamıştır.

Bizzat kendilerinin yaşadıkları hayatın ihtiyaçlarına göre fikhî hükümler çıkarılmıştır. Kimisi doğrudan kitap ve sünnet'le gelen, kimisi de bu iki kaynağa dayalı olarak çıkarılan hükümler...

İşte biricik yol budur. Bunun dışında başka bir yol da yoktur.

Sözlü davet ve hükümleri açıklama yoluyla halkın İslâm'a geçişinin sağlanmasından daha kolay bir yol yoktur.

Yani ilk bakışta en kolay görünen yol budur. Ne var ki bu düşünce sadece bir kuruntudur.

Çünkü İslâm'ın her defasında başvura geldiği yavaş ve süreli davet yolu olmadan halk yığınlarının cahiliyeden ve tağutların boyunduruğundan İslâmî bir hayata geçişi asla mümkün değildir. Yani bu geçişin tabii olan yolu şudur:

Davayı bir kişi başlatır. Bilahare bir öncü kadro bu kişiyi izler. Daha sonra bu öncü kadro da cahiliyeye karşı harekete geçer. Bu hareket ise Allah, kavimleriyle kendileri arasında hakla hükmedip yeryüzünde hükümran olmalarını sağlayıncaya kadar devam eder.

Bundan sonra da insanlar, akın akın Allah'ın dinine girerler. Allah'ın dini ise Allah'ın şeriat, nizam ve hayat programıdır. Allah'ın, insanlardan bundan başkasını kabul etmediği dinidir:

"Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bu, hiç şüphesiz kendisinden kabul olunmayacaktır." (Al-i İmran: 85)

(Kaynak:  Fi Zilâl-il Kur’an'da Davet Yolu /  Ahmed Faiz / Çeviri; Ubeydullah Dalar / Seçkin Yayıncılık, İslam ve Hayat için yayına hazırlayan: Rıdvan Dinçer)

YORUMLAR
  • Ebubekir   01-12-2013 14:46

    Gerçekten ilaç gibi bir çalışma. İlk okuduğum eserlerden biriydi Ahmet Faizin Davet Yolu adlı eseri ve bu eserin tekrar bu şekilde gündeme gelmesine inanın çok sevindim. Ne yazık ki bu gün bu tür kitaplara rastlanmıyor veya çok az rastlanıyor. Umarım sizin bu çalışmanız da ilgili eserin okunmasına vesile olur. Yazı dizinizin bu bölümünde değindiğinz hususların da kitabın ve çalışmanın can damarını teşkil ettiğini düşünüyorum.