Cahiliye, kesinlikle aynı cahiliyedir
Cahiliye, kesinlikle aynı cahiliyedir. Tüm dünya insanlarını kaplamış olsa bile aynı cahiliyyedir. insanların yaşantısı, Allah`ın hak dinine dayanmadıkça anmaya değer hiç bir şey ifade etmeyecektir. İslam davetçisinin görevi, gene aynı görevdir. Dalaletin çoğalması veya batılın şişkinleşmesi bu görevi değiştirmez.
İslam çağrısının temel özelliği başlığı altındaki , Hakkın Zaferi ve Hak Kelimesi başlıklarını ilginize takdim ediyoruz… Bbir sonraki alt başlığımız "Taviz vermek ve orta yol" ile "Kesin bir red" konuları olacak inşaallah.
Hak, bu kainatın tabiatında kök salmıştır. Varlığın oluşumunda kök salmıştır. Batılın ise bu kainatın yapısında yeri yoktur. Geçicidir, hiçbir kök salmışlığı da yoktur. Allah'ın kudret elinin kapıp yok ettiği bir şeyin yaşaması mümkün değildir.
Bu akide, mutlak tevhid ile şirkin arasında bir Furkan’dır; ayırıcıdır. Ruh ve şuurda, ahlak ve davranışta, ibadet ve ubudiyet’te olanca dallarıyla kök salmış mutlak tevhid ile Allah'tan başka kişilerin, zevk ve ölçülerin, yönetimlerin, gelenek ve göreneklerin uşaklığını gönüllere koyan şirkin tüm biçimleri arasında bir fark...
Öyleyse zafer akidenin olmalıdır. Akidenin sahipleri, batılla savaşmak ve bu savaşın içine girmek zorundadırlar. Görünürdeki maddi güçlerin düzeyine gelmek için beklemeden cihad etmek zorundadırlar...
İslâm çağrısının metod özelliğinde birtakım hakikatler vardır ki, davetçilerin bu konuda içtihada başvurmaları bile caiz değildir. Davetçilerin görevi, bu dinin temel gerçeklerini -hiçbir şey gizlemeden ve ileri bir tarihe bırakmadan- açıklamaktır.
"Ta ki helak olacak olan da, yaşayacak olan da deliliyle (niçin olduğunu bilerek) helak olsun veya yaşasın." (el-Enfal: 42)
Hakkın Zaferi
Bir insanlık toplumunda hakkın; nazariyede kalan mücerred açıklamalarla başarıya kavuşması, batılın da iptal olması mümkün değildir. "Hak bu, batıl da şu" gibi nazariyede kalan bir inançla da bu iş gerçekleşmez.
Batılın iktidarı yıkılıp hakkın iktidarı kurulmadıkça; hakkın zafere kavuşup insanların hayatına girmesine, batılın da iptal olup insanlık hayatından çıkmasına imkan yoktur.
Bu işin gerçekleşmesi; hak ordusunun galip gelip zafer kazanmasına, batıl ordusunun da yenilgiye uğrayıp dağılmasına bağlıdır.
Bu din, bilgi ve tartışmaya yarayan mücerred bir nazariye veya mücerred bozuk bir itikat değil, pratiği olan bir hareket metodudur.
"(Allah bunu) hakkı zafere kavuşturmak ve batılı da yok etmek için (takdir etmiştir)" (el-Enfal: 8)
Bu, yüce, Allah'ın bir işaretidir. Davetçilerin bu büyük hakikati anlaması içindir. Bu hak ki, ifadesini Yüce Allah'ın ilahlık, egemenlik, tedbir ve takdir konusunda birlenmesinde bulmaktadır. Yüce Allah'ın, semasıyla, dünyasıyla, eşyasıyla ve canlılarıyla tüm kainatın mabudu olması konusundaki takdiriyle...
Ortağı olmayan takdiriyle...
Her şey bu biricik ilahlığın ve bu biricik egemenliğin mahkumudur. Bu takdirin hiçbir ortağı yoktur. Ona soru soracak kimse de yoktur.
Şu sahte batıla gelince...
Yeryüzünü tümüyle kaplayan, soylu ve köklü hakkın üzerini perdeleyen ve yeryüzünde Allah'ın kullarının hayatında dilediğince tasarruf eden, yaşamın ve canlıların hakkında keyfice hareket eden sahte ve boysuz batıla gelince...
İşte hakkın amacı, insanlığı bu batıldan kurtarmaktır.
Bundan dolayı hak, ilahlık ve hakimiyet hakkını gasp eden tağutları uzaklaştırıp yeryüzüne bir tek Allah'ın ilahlık ve hakimiyetini yerleştirmekle insanın özgürlüğünü ilan ediyor.
Bu özelliği taşıyan İslam'ın kuvvet ve hareket sahibi olması zorunludur. Başlangıç yapıp vurması zorunludur. Çünkü İslâm, ila nihaye gizlenip kalamaz. Onu alamet türü ibadetlerden ve bireylerarası ahlakî davranışlardan ibaret sayan kimselerin gönlünde mücerred bir inanç olarak kalamaz.
Bir kere İslam, yeni bir hayat görüşünü, yeni bir sistemi ve yeni bir toplumu ortaya koymak için harekete atılmak zorundadır. Hayatın içinde var olmak zorundadır. Yolunu tıkayan maddi engelleri yıkmak zorundadır. İslâm'ın öncelikle Müslüman’ların hayatında, daha sonra da insanlığın hayatında uygulanmasını önleyen güçleri yıkmak zorundadır. Çünkü İslâm, insanlığın pratik hayatında uygulanmak için Allah katından gelmiştir.
İslâm, ruhun derinliklerinde kök salan bir akidedir.
Bu akide, mutlak tevhid ile şirkin arasında bir Furkan’dır; ayırıcıdır. Ruh ve şuurda, ahlak ve davranışta, ibadet ve ubudiyet’te olanca dallarıyla kök salmış mutlak tevhid ile Allah'tan başka kişilerin, zevk ve ölçülerin, yönetimlerin, gelenek ve göreneklerin uşaklığını gönüllere koyan şirkin tüm biçimleri arasında bir fark...
Öyleyse zafer akidenin olmalıdır. Akidenin sahipleri, batılla savaşmak ve bu savaşın içine girmek zorundadırlar. Görünürdeki maddi güçlerin düzeyine gelmek için beklemeden cihad etmek zorundadırlar...
Çünkü müminlerin, terazi kefesini ağırlaştıracak başka bir güçleri vardır. Sonra bu akide, dille söylenen bir lakırdıdan ibaret değildir. O, gerçekleşen bir pratiktir. Açıklamanın, pratikteki halidir.
"Büyük bir grubu Allah'ın izniyle yenen nice küçük topluluk vardır." (el-Bakara: 249)
İşte Bedir olayı...
Hak ve batılın ayrıldığı gün...
Hakkın yerini bulup, batılın iptal olduğu gün...
Bu Furkan’ın zaruretini, bugün iyice anlıyoruz. İslâmî kavramların, kendilerine Müslüman adını takan kimselerin gönlünde bir karmaşaya dönüştüğü günümüzde de bu Furkan olmalıdır, öyle ki bugün bu karmaşa, insanları bu dine davet eden bazı kimselerin kavramlarına bile bulaşmıştır.
Hak, hiç şüphesiz Kudret'in elindeki ağır bir silahtır. Batılı bombalayıp beynini parçalayan bir silah...
Yani batılı, bir anda yok edip ortadan kaldıran bir silah...
"Hakkı, kuvvetle batılın üzerine atarız ki o, batılı beyninden vurur. Batıl da hemen yok olup gider." (el-Enbiya: 18)
Bu, Allah'ın bilinen kanunudur. Hak, bu kainatın tabiatında kök salmıştır. Varlığın oluşumunda kök salmıştır. Batılın ise bu kainatın yapısında yeri yoktur. Geçicidir, hiçbir kök salmışlığı da yoktur. Allah'ın kudret elinin kapıp yok ettiği bir şeyin yaşaması mümkün değildir.
Bazı insanlar, zaman, zaman hayat gerçeğinin Âlim ve Habîr Allah'ın bildirdiği bu hakikata aykırı olduğu zannına kapılmaktadırlar, özellikle de batılın galipmiş gibi şişine durduğu hakkın da mağlupmuş gibi uzakta kaldığı dönemlerde...
Oysaki bu, zamanın sadece bir dönemidir. Allah, bu dönemi dilediği miktarda, sınama ve deneme için uzun tutabilir. Ama sonunda ortada kalan, gene ezelî kanundur. Gökleri ve yeri ayakta tutan kanun...
İtikat ve davaları da ayakta tutan kanun...
Allah'a iman etmiş kimseler, ilahî va’din doğruluğunda en ufak bir kuşkuya kapılmazlar.
Varlığın yapısında ve nizamında kök salmış hakkın soyluluğunda ve batılın beynini parçalayıp onu yok eden hakkın zaferinde en ufak bir kuşkuya yer vermezler.
Eğer Allah, belirli bir dönemde batılın zaferiyle onları deneyecekse, bilirler ki o, sadece bir sınamadır. Bilirler ki o, sadece bir denemedir. Hissederler ki Rableri tarafından eğitilmektedirler. Zayıflık ve kusurları yüzünden eğitilmektedirler. Çünkü Allah bu yolla onları, zafer kazanmış bir hakkı karşılamaya hazırlamaktadır. Kudretinin tecellisi için onları hazırlamaktadır. Bu yüzden de onları bu tür denemelerden geçirmektedir. Kusurlarını gidermek ve zaaf noktalarını kapatmak için...
Deneme sürelerini, iyileşmeye doğru koşuştukları nispette kısa tutan Yüce Allah, sonunda onların eliyle dilediğini gerçekleştirmektedir. Sonuç ise bellidir:
"Hakkı, kuvvetle batılın üzerine atarız ki o, batılı beyninden vurur. Batıl da hemen yok olup gider."
Allah, elbette ki dilediğini yapar.
Hak Kelimesi
İslâm çağrısının metod özelliğinde birtakım hakikatler vardır ki, davetçilerin bu konuda içtihada başvurmaları bile caiz değildir. Davetçilerin görevi, bu dinin temel gerçeklerini - hiçbir şey gizlemeden ve ileri bir tarihe bırakmadan - açıklamaktır.
Bu gerçeklerin başındaysa, Allah'tan başka hiçbir kimsenin İlah’lık ve Rab’lik hakkına sahip olmamasıdır. Bundan dolayı da:
- Allah'tan başkasına bağlılık yoktur.
- Allah'tan başkasına dindarlık yapmak yoktur.
- Allah'tan başkasına boyun eğmek ve ondan başkasına itaat etmek yoktur.
Bu temel hakikatin ilan edilmesi zorunludur. Karşıdaki muhalefet ne olursa olsun, hangi tehdit altında bulunulursa bulunsun, inkarcıların tepki ve tavırları ne olursa olsun, bu yolun meşakkat ve tehlikeleri ne kadar çok olursa olsun bu ilan zorunludur.
Bu hakikatin kısmen bile olsa gizlenmesi veya ileriye atılması bilgelikten değildir. Güzelce öğüt vermekle ilgili değildir.
Yani yeryüzü tağutları, bu ilandan hoşlanmıyorlar diye veya bu ilanı yapanları işkenceye verirler diye, bunu bahane ederek İslâm' dan yüz çevirirler diye veya bu konuda hem davete hem de davetçilere tuzak kurarlar diye gizlenip geciktirilemez.
Çünkü; bu gerekçelerin hiç biri, davetçilerin söz konusu temel gerçekleri gizlemelerine veya ileriye atmalarına cevaz vermez. Yahut bu gerekçelere dayanarak; örneğin, işe günlük ibadetlerden, ahlakî davranışlardan veya ruhsal güzelliklerden başlamalarına cevaz vermez.
"Allah'ın vahdaniyet ve Rab’lığından ; bir tek Allah'a itaat, bağlılık, boyun eğmişlik ve teslimiyetten başlandığı takdirde yeryüzü tağutlarının gazabını üzerimize çekeriz" diye bu ilanda gizleme ve gecikme yapılamaz.
Bu akideyi Yüce Allah'ın dilediği gibi hareket alanına koymanın metodu budur. Rabbi tarafından yönlendirilen Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in izlediği, "Allah'ın dinine davet metodu" buydu.
Müslüman davetçi, bu yoldan ayrılamaz. Bu metodtan başkasına baş vuramaz.
Her şeyden önce Yüce Allah, dininin kefilidir. O, İslâm davetçilerine koruyucu olarak yeterdir. Tağutun şerrine karşı O, yeterdir.
Yüce Allah mü'minleri, bir tek ilah'a davet etmekle görevlendirmiştir. Kafirlerin gazabına hiçbir önem vermeden dindarlığı sadece Allah'a ait kılma davetiyle görevlendirmiştir.
"Kafirler hoşlanmazsa bile siz, dindarlığı (itaati) sadece kendisine ait kılarak Allah'a davet edin." (Ğafir: 14)
Kafirler, mü'minlerin sadece Allah'a itaat etmelerine ve başkasına değil, sadece O'nu çağırmalarına asla rıza göstermeyeceklerdir.
Bu konuda onların rıza göstermesi, kesinlikle mümkün değildir. Mü'minler kendilerine yanaşsalar bile, değişik yollarla rızalarını almaya çalışsalar bile ve kendileriyle anlaşsalar bile kafirler razı olmayacaklardır.
Öyleyse mü'minler, yollarına devam etmelidirler.
Rablerinin ubudiyyetine çağırmağa devam etmelidirler.
İtikadı, sadece O'na ait kılmağa ve gönüllerini sadece O'na vermeğe devam etmelidirler.
Kafirlerin rıza veya gazabını hiçbir zaman umursamamalıdırlar. Çünkü kafirler, hiçbir zaman razı olmayacaklardır.
Müslüman olduklarını iddia edip Rableri'nden kendilerine indirilenleri uygulamayanlar tıpkı anmaya değer hiç bir şey üzerinde bulunmayan ehl-i kitap gibidirler.
Müslüman olmak isteyen kimse, Allah'ın kitabını kendi nefsinde ve hayatında uyguladıktan sonra bu uygulamayı yapmayan insanlara yönelmek zorundadır. Anmaya değer hiç bir din üzerinde bulunmayan insanlara...
Ta ki onlar da uygulasınlar. Çünkü Alemlerin Rabbi'nden gelen hanif dinden olmak davasıdır. Bu konuyu çözüme kavuşturmak bir zorunluluktur.
İnsanları yeniden İslâm'a davet etmek; Allah'ın kitabını kendi nefis ve hayatında uygulayan müslümanın kaçınılmaz görevidir.
Sadece söz veya veraset yoluyla söylenip gelen bir İslâm, İslâm demek değildir. Gerçek iman demek değildir. Kişiyi hiçbir zaman ve hiçbir yerde bir din üzerine kılacak bir şey değildir. Çünkü Allah'ın dini, bir yafta, bir bayrak veya bir veraset değildir.
Allah'ın dini, hem ruhta, hem de hayatta yaşanan bir gerçektir.
- Kalbi dirilten bir akide,
- Ubudiyyet (kulluk) etmeyi sağlayan bir ibadet nizamı ve
- Hayatı yöneten bir sistem olarak yaşanmak zorundadır.
Allah'ın dini, tüm bu alanlarda uygulanmadıkça hayata geçmiş olmaz.
Nefis ve hayatların içinde temsil olunmadıkça insanların bu din üzere olmaları mümkün olmaz. Bunun dışında kalacak tüm değerlendirmeler, akideyi bulandırmaktan ve gönülleri aldatmaktan ileriye geçmeyecektir.
Yüreği temiz olan bir Müslüman,ın bu bulandırma ve aldanmaya iltifat etmesi mümkün değildir. Çünkü Müslüman,ın görevi, bu gerçeği açığa vurmaktır. Bu hakikatin hatırı için tüm insanlardan ayrılmaktır. Bu ayrılışın doğuracağı sonuçları umursamadan ayrılmaktır. Çünkü koruyucu olan Allah'tır.
İslâm davetçisi, davasının hakikatini tüm özellik ve yönleriyle tebliğ etmedikçe, Allah'ın dinini tebliğ etmiş olmaz, insanları delilsiz bırakacak ezeli hücceti ortaya koymuş olmaz. Bu hakikat, olduğu gibi tebliğ edilmelidir. Yaranma ve anlaşmalara hiçbir iltifat edilmeden...
Eğer davetçi, insanların anmaya değer bir din üzerinde bulunmadıklarını ifade etmezse, sarıldıkları şeyin kökünden batıl olduğunu ve kendilerini - şimdiki hallerinden başka - yeni bir şeye davet ettiğini açıklamazsa, onlara eziyet bile vermiş olabilir. Uzun bir geçiş dönemine, uzun bir yolculuğa, düşünce ve yönetimlerini, düzen ve ahlaklarını kökünden değiştirmeye açıkça davet etmediği hallerde bile insanlara eziyet verebilir. Çünkü insanlar, bir davetçinin çağırdığı hakka ne ölçüde bağlı olduğunu bilmek isterler:
"Ta ki helak olacak olan da, yaşayacak olan da deliliyle (niçin olduğunu bilerek) helak olsun veya yaşasın." (el-Enfal: 42)
Eğer davetçi bir şey ifade etmezse, davasını kapalı bırakırsa, tereddüt geçirirse, insanların üzerinde bulunduğu batılla çağırdığı hakkın arasındaki temel farkları anlatmazsa, hak ve batılın ayırıcı özelliklerini ortaya koymazsa; hiç şüphesiz insanları aldatmış olur. Eziyete vermiş olur.
Evet, eğer dava sahibi mevcut şart ve vaziyetlere uyayım diye hayatlarına, düşüncelerine ve bakış açılarına tahakküm eden yönetimlerin emrindeki insanların tepkisinden kaçınayım diye bu açıklamayı yapmazsa; hiç şüphesiz aldatma ve eziyete sebep olur. Çünkü o, istenenlerin tümünü gerçek niteliğiyle kendilerine tanıtmamıştır.
Bunun yanında o, Allah'ın anlatılmasını zorunlu kıldığı şeyleri tebliğ etmemiştir, insanları, Allah'ın dinine davet ederken letafet ve incelik gereklidir.
Ne var ki bu, tebliği yapılan hakikat konusunda değil, tebliğde kullanılan üslupta (anlatım biçiminde) söz konusudur. Çünkü hakikat, tüm boyutlarıyla insanlara hikmet ve güzel öğüde dayanır.
Mesela kimimiz etrafa baktığında değişik bloklardan insanlar görüyor. Sayılan büyük rakamlarla ifade edilen maddi güç sahibi ehl-i kitabı görüyor. Yeryüzünde sayılan milyonlarla ifade edilen ve uluslararası ilişkilerde söz sahibi olan budistleri görüyor. Sayıca çok ve yıkıcı güçleri hayli fazla olan materyalist görüş sahiplerini görüyor. Ve aynı kimse; kendilerine inen Allah'ın Kitabını uygulamayan, dolayısıyla anmaya değer hiçbir din üzerinde bulunmayan Müslümanları da görüyor. İşte işin korkunçluğunu da bu durumda kavrıyor. Yani bu manzarayı, gören ve bundan dehşete kapılan kimseler, bu sapık kitlelere karşı ayırıcı hak kelimeyle ortaya çıkmaktan çekiniyorlar. Tüm insanlığa bir anda:
"Hiçbiriniz, anmaya değer bir din üzerinde değilsiniz" tebliğini yapıp hak dini açıklamayı gereksiz görüyorlar. Oysa ki yol, bu değildir.
Cahiliye, kesinlikle aynı cahiliyedir. Tüm dünya insanlarını kaplamış olsa bile aynı cahiliyyedir. insanların yaşantısı, Allah'ın hak dinine dayanmadıkça anmaya değer hiç bir şey ifade etmeyecektir. İslam davetçisinin görevi, gene aynı görevdir. Dalaletin çoğalması veya batılın şişkinleşmesi bu görevi değiştirmez.
Batıl; temelsiz bir birikintiden başka bir şey değildir.
Madem ki bu dava, tüm dünya insanlarına; yani anmaya değer hiç bir din üzerinde bulunmayan tüm dünya insanlarına tebliğ ile başlamıştır, öyleyse şimdi de böyle başlamalıdır. Dönüp dolaşarak gelen zaman, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) gönderildiği zamandan farklı değildir. Günışığı gibi ortada olan temel hakikat budur.
Gerçek bir Müslüman bu hakikatin karşısında tereddüde düşemez. İnsanlığın içinde yaşadığı cahiliyenin büyüklüğü karşısında kararsızlığa düşemez. Cahili şartların baskısı var diye, şu veya bu yaftaya sığınıp yaranamaz. Çünkü onun görevi, hak kelimesini açığa vurmaktır. Batılın kuvvetinden ve şişirilmiş cahiliyyeden korkamaz.
Çünkü akideyi ilgilendiren hak bir kelime, gizlenemez. Bu kelimenin tüm boyut ve ayırıcı özellikleriyle anlatılması gerekir.
Bu yapıldıktan sonra, düşmanlar ne derse desin. Neyi dilerse onu yapsın. Akideye ilişkin hak kelime, kişilerin zevkine uydurulamaz. Arzulara göre ayarlanamaz.
Burada gözetilecek tek şey, akidenin kalblere ulaşmasıdır. Kuvvet ve canlılıkla kalblere ulaşmasıdır.
Zaten hak kelime, açığa vurulursa kalblere ulaşabilir. Hidayete elverişli bir kalbin gizli noktalarına aşılanmasının yolu budur.
Ama bu hak kelime, eğer kırpılacaksa kalbleri yumuşatmasına imkan yoktur. İnanma yeteneği bulunmayan kalbleri yumuşatmasına hiç imkan yoktur. Ki bu tip kalbler, davetçilerin - bazı gerçeklerden taviz verirsem yumuşar diye - ayrı önem verebilecekleri kalblerdir. Oysa ki:
"Allah, kafir kimseleri hidayete erdirmez." (el-Maide: 67)
Öyleyse hak kelime, kesin, ayırıcı, tam ve kapsamlı olmalıdır.
Hidayet ve dalaletin asıl dayanakları, gönüllerin yeteneği ve açıklığıdır.
Hak adına veya hak kelimesinde taviz vermek yoluyla gönüllerin hidayet ve dalalet yeteneği değişmez. Davetçilerden istenen, hak kelimeden taviz vermemektir.
Akide konusunda orta yol çözümlerine başvurmamaktır. (Yarı senden, yarı benden yoluna gitmemektir.) Çünkü itikadî hakikatta, orta yol çözümleri yoktur.
(Kaynak: Fi Zilâl-il Kur’an'da Davet Yolu / Ahmed Faiz / Çeviri; Ubeydullah Dalar / Seçkin Yayıncılık, İslam ve Hayat için yayına hazırlayan: Rıdvan Dinçer)
-
HUSEYİN SASMAZ 16-03-2014 21:41
İSLÂM AKİDESİ Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur : "Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5] Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır. Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğu na itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur. Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7] [5] Necm : 28 [6] En'am : 117 [7] Nisa : 157 http://www.rasidihilafet.org/kitaplar/Ummetin_Misaki/index.htm http://www.rasidihilafet.org/inceleme/sohbet/03.htm