18-05-2015 13:38

Demokrasi bir dindir!

Demokrasi, tanım(lar)ından da anlaşılacağı üzere, -içi boş bir iddia olsa da- halkın iradesini esas alan bir yönetim şeklidir. Oysa demokrasilerde hiçbir zaman halkın iradesi esas alınmamıştır. Demokrasilerde esas olan irade bir avuç güçlü, elitist azınlığın iradesidir. Demokrasilerde ister halkın iradesi, isterse bir avuç azınlığın iradesi esas alınsın, her iki halde de hüküm koymada İlahi Vahiy değil, halkın iradesi esas alınmaktadır. Bu ise halkın iradesinin ilahlaştırılması anlamına gelmektedir. Oysa İslami hükümleri esas alan sistemlerde ilahi vahiy esas alınmaktadır. Demokrasiler, çoğunluğun (aslında küçük, ama güçlü kapitalist/sermayedar bir grubun) görüşünü, İslami sistemler ise, -çoğunluk ya da azınlık fark etmez- Allah’ın hükümlerini esas alır. Yani helal ve haramı tayinde, hele kanun ve şeriat vaz’ etmede ‘çoğunluk’ kavramının hiçbir anlamı ve önemi yoktur.

Demokrasi bir dindir!

Her kelimenin olduğu gibi din kelimesinin de bir lügat anlamı, bir de ıstılah anlamı bulunmaktadır. Bu kelime, lügat olarak ‘baş eğmek, itaat etmek, hakkını almak, hesaba çekmek, idare etmek, ceza veya mükâfat vermek, yol, kanun, şeriat, tarikat, millet’ gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelimenin ıstılah anlamı ise insan hayatını düzenlemek amacıyla konulan kurallar bütünüdür. Bu kurallar, Allah tarafından konulmuşsa, buna İslam, insanlar tarafından konulmuşsa buna da beşeri din denilir. İslam, Allah nezdinde kabul edilen Hak din iken, beşeri din ise Allah nezdinde kabul edilmeyen batıl dindir. Çünkü Allah nezdinde din tektir, o da İslam’dır. (Al-i İmran, 3/19) İslam’dan başka kim bir din ararsa, o din, ondan asla kabul edilmeyecektir. (Al-i İmran, 3/85) Bu nedenledir ki Hz. Adem (as)’dan bu yana gelen bütün peygamberlerin getirdiği dinin ortak adı İslam’dır. Zaten Allah’u Teâlâ Müslümanlar için din olarak ‘İslam’ı seçmiş (Maide, 5/3) ve isim olarak da ‘Müslüman’ ismini vermiştir. (Hac, 22/78)

Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden (3/19, 5/3) de anlaşılacağı üzere, Hz. Adem (a.s.)’dan itibaren, son peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’a kadar gelen bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin ortak adı İslâm’dır ve her peygambere inananlar da Müslüman’dır. Nitekim, “İbrahim ne Yahudi ve ne de Hıristiyan’dı: ancak o, Hanif (muvahhid) bir Müslüman’dı…” (Al-i İmran, 67); aynı şekilde Hz. Nuh (a.s.) ile ilgili Yunus Suresinde (Yunus, 72), Hz. Yusuf (a.s.) ile ilgili Yusuf Suresinde (Yusuf, 101), Hz Süleyman (a.s.) ile ilgili Neml Suresinde (Neml, 44),  Hz. İsa (a.s.) ile ilgili Maide Suresinde (Maide, 111) ve benzeri diğer ayetlerde de diğer peygamberlerin de Müslüman oldukları açıkça belirtilmiştir.

Dolayısıyla ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin İslam’dan başka bir din araması ya da seçmiş oluğu Din’i (İslam’ı) başka –batıl- bir dinle veya bu dinin bir parçası ile –sanki eksikmiş gibi- tamamlamaya çalışması asla kabul edilemez. Çünkü İslam Dini, tamamlanmış (Maide, 5/3) ve kitabında da hiçbir şey eksik bırakılmamış bir dindir. (En’am, 6/38)  Hz. Muhammed (as) son peygamber (Ahzab, 33/40), Kur’an-ı Kerim de son kitaptır. Yani artık yeni bir peygamber ve dolayısıyla da yeni bir kitap gelmeyecektir. Zaten Hz. Muhammed (as), âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir. (Enbiya, 21/107) Bu, Hz. Muhammed (as) kıyamete kadar gelecek bütün insanların peygamberi olduğu anlamına gelmektedir. Yani Hz. Muhammed (as), diğer peygamberlerden farklı olarak belirli bir dönem, belirli bir kavme gönderilmemiştir.

Demokrasi, tanım(lar)ından da anlaşılacağı üzere, -içi boş bir iddia olsa da- halkın iradesini esas alan bir yönetim şeklidir. Oysa demokrasilerde hiçbir zaman halkın iradesi esas alınmamıştır. Demokrasilerde esas olan irade bir avuç güçlü, elitist azınlığın iradesidir. Demokrasilerde ister halkın iradesi, isterse bir avuç azınlığın iradesi esas alınsın, her iki halde de hüküm koymada İlahi Vahiy değil, halkın iradesi esas alınmaktadır. Bu ise halkın iradesinin ilahlaştırılması anlamına gelmektedir. Oysa İslami hükümleri esas alan sistemlerde ilahi vahiy esas alınmaktadır. Demokrasiler, çoğunluğun (aslında küçük, ama güçlü kapitalist/sermayedar bir grubun) görüşünü, İslami sistemler ise, -çoğunluk ya da azınlık fark etmez- Allah’ın hükümlerini esas alır. Yani helal ve haramı tayinde, hele kanun ve şeriat vaz’ etmede ‘çoğunluk’ kavramının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. ‘Çoğunluk’ şirk içinde ise, şirk asla mazur gösterilemez. Bütün insanlık faizin, zina ve içkinin helal olduğunda birleşse, demokratik olarak bu haramlar yürürlükten kaldırılabilir, fakat Şer’i/İslami çerçeve içerisinde bunlar yine haramdır ve bunların haramlıklarını kabul etmeyen bütün insanlık da olsa Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal kılmaya yeltendiğinden dolayı ‘bütün insanlık’ müşrik ve kâfir olur. İslam ve demokrasi arasındaki temel ve giderilmez çelişki de budur.

Kısacası hüküm –mutlak anlamda sadece- Allah’a aittir; İslam’a göre şekillenmiş olan bir toplum, bu hükümden başka bir hükmü asla kabul edemez. İslam’a göre Hâkimiyet de kayıtsız şartsız yalnızca Allah’ındır. Bu, İslam akidesinin bir gereği ve sonucudur. Başkalarının hüküm konusunda Allah ile herhangi bir ortaklığı ve yetkisi de yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması asla söz konusu değildir. O hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez. Zaten bir ayette; “Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz” (Kehf, 18/26) buyurulmaktadır.

Dolayısıyla hiç kimse, Allah’a ve Resulüne rağmen hüküm koyamaz. Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, kadın ve erkek hiçbir Mü’min’in o konuda başka bir hükmü tercih etme hakkı da yoktur. (Ahzab, 33/36) İhtilaflarda çözüm için başvurulacak yegâne mercii de, yine Allah ve Resulüdür. (Nisa, 4/59) Bu ihtilaflarda Resulün verdiği bir hükme, içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, teslim olunmadığı takdirde, iman etmiş de olunmaz. (Nisa, 4/65)  Bir başka ayette –ve benzeri diğer ayetlerde de- Allah’u Teâlâ, bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir. “Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf, 12/40)  Bir başka ayette ise, Allah’ın izin vermediği konularda kanun koymanın şirk ve bu şekilde kanun yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah’a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz. (Şura, 42/21)

“Şimdilerde de, çağdaş ekonomik ve politik sistemlere, siyasi ve edebi akımlara İslam’ı benzetme hastalığı yaygınlaştırılmak isteniyor. Bazı yazarlar, İslam’ı demokratik bir rejim olduğunu öne sürerken, diğer bir yazar çevresi, İslam’ın kapitalist gelişmeyi rahat bir alan içinde geliştirmeye çok yatkın bir din olduğu kanaatindedirler… Aslında bu yanlış teşebbüslerin kaynağı “İslam’ı hâkim dönemin düşüncesine benzetme” yanlışıdır. Bu yanlış da Müslümanların zihin hayatından çıkarılmadığı müddetçe sıhhatli bir İslam’ı tebliğ hareket doğmaz.”

“Dini temel kuralı içinde teşri hakkı, yani kanun ve yaşama şekli vaz’ etme yetkisi sadece Allah’ın elinde olacağından, Allah’ın mülkü üzerinde hüküm ve tasarruf hakkına yeltenmek isteyen herkes şirke sapar. Bu anlamda insan topluluklarına, sosyal sistem teklif eden her kim olursa olsun Allah’a başkaldırmış bir müşriktir. Çünkü şirkin gerçek manası tevhidin aksine Allah’ın teşri hakkına, kanun ve nizam koyma yetkisine tecavüzdür. Böyle bir açıklama platformunda insan, istediği kadar Allah birdir. O’ndan başka ilah yoktur desin, eğer teşri hakkında Allah’tan başka kimselere yetki tanıyorsa müşrik olmaktan kurtulamaz. Totaliter rejimlerde monark’lar birer ilahtırlar, oligarşik sistemlerde teşri mevkiinde bulunan elit zümreler ilahtırlar; genel sekreterler, şefler, parlamentolar ilahlık davasına kalkışmışlardır. Bunların tespit edip gösterdikleri yola, düzenlere, emir ve yasaklara rıza gösterenler, boyun eğenler gerçekte onların ilahlıklarını kabul etmiş kimselerdir ve Allah’tan başka ilahları yaratıcılarına ortak (şerik) koşmuşlardır.”[1]

“Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de kendisinin peygamberleri aracılığıyla bildirmiş olduğu şer’i hükümlere aykırı hükümler koyan kimseleri, Allah’a ortaklık iddiasında bulunanlar olarak nitelendirdiği gibi, onların bu tür bir yetkiye sahip olduklarını kabul eden, onların bu tür bir yetkiyi kullanmalarına karşı çıkmayıp reddetmeye, benimseyen ya da bunda herhangi bir mahzur görmediği için sesini çıkarmayan kimseleri de uluhiyet iddialarını kabul eden yani onların ortaklık iddialarını onaylayan müşrikler olarak tespit etmektedir.”[2]

Kısacası İslam’da meşruiyetin kaynağı vahiy’dir, demokrasilerde ise beşer/insan aklıdır; yani heva ve hevestir. (Furkan, 25/43) Demokrasilerde parmak usulü ile halkın çoğunluğunun kararı esas alınır. Helal ve haram koyucu, halkın iradesiyle belirlendiği iddia edilen parlamentolardır. Yani parlamentolar, Allah’ın haram kıldığı zinayı, içkiyi, kumarı, faizi helal, Allah’ın helal kıldığı hicabı, nikâhı vb diğer helal olan şeyleri ise yasaklayarak haram kılabilir. Çünkü demokrasilerde tek belirleyici unsur, halkın iradesinin temsilcilerinden oluşan parlamentolardır.

İslam’da, bir şeyin meşru olup olmadığının sınırlarını Allah (cc) tespit eder. Ancak O, emir ve hükmü koyabilir, helal ve haramı tayin edebilir. Çünkü Allah’tan başka hiçbir kimsenin hüküm koymak hakkı yoktur. (En’am, 6/57; Yusuf, 12/40, 67; Kasas, 28/70, 88 vs.) Allah’ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler cahili hükümlerdir ve bu hükümleri kabul etmek, hüküm koyanları Allah’a şirk koşmak ile aynı anlama gelir. (Maide, 5/50)

İşte İslam dini ile demokrasi ya da beşeri diğer bütün dinler arasında temel ve hiçbir zaman giderilmesi söz konusu olmayan çelişki budur. İslam nazarında, hâkimiyet hakkının tespitinde, helal ve haramı tayin etmede, kanun ve şeriat vaz’etmede, demokrasilerde sadece bir iddia olarak kabul edilen çoğunluk kavramının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Bütün insanlık şirk koşsa, ben Müslüman’ım diyen bir kimse, tek başına da kalsa, asla şirki mazur göremez, gösteremez. Çünkü bilir ki, Allah-u Teâlâ diğer günahları affetse de, şirki asla affetmeyecektir. (Nisa, 4/48, 116) Dolayısıyla İslam Dini ile demokrasi dininin uzlaşması, barışık bir şekilde bir arada yaşaması asla mümkün değildir. Çünkü demokrasi ayrı bir din, İslam da ayrı bir dindir. ‘Sizin dininiz size, benim dinim de bana’ (Kafirun, 109/6) ayeti, şirkle uzlaşmayı, onunla bir arada yaşamayı kesinlikle yasaklamıştır. Tevhid ve şirkin ayrı birer din olduğunu belirten merhum şehid Seyyid Kutub bu ayetle ilgili olarak şu önemli tespitte bulunmaktadır; “Hiç şüphesiz cahiliye cahiliyedir, İslam da İslam. Aralarında derin farklar vardır. Tek çare bütünüyle cahiliyeden sıyrılmak ve yine bütünüyle İslam’a girmektir. Tek yol, içindeki bütün özellikleri ile cahiliyyeden ayrılmak ve bütün özellikleri ile İslam’a göç etmektir… Düşüncede, sistemde ve uygulamada tamamen ayrı. Bu ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrılıktır. Yardımlaşmayı imkânsız kılan bir farklılıktır. Ne zaman cahiliyye taraftarları bütünü ile cahiliyyeden İslam’a geçerlerse o zaman sona erer. Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliye istediği kadar İslam kılığına bürünsün. İstediği kadar İslam’ın adını kullansın.”

dddeee

 

Demokrasiye Göre Hâkimiyet!..

Demokrasi, bilindiği gibi Batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batıda demokrasi kabul edilmezden önce, halk üzerinde Allah adına kendisini yetkili gören tek kurum Kilise idi. Kilise, zamanla dini ve dini metinleri de kendi menfaatlerine uygun olarak tahrif ederek ülkenin, dolayısıyla da devletin tek egemeni haline gelmişti. Kilise, bu egemenliğini baskıcı ve zulüm politikalarıyla devam ettirmesi üzerine, Kiliseye karşı halk ayaklanmaları başlamıştı. Bu ayaklanmalara öncülük eden düşünürler, Kilise’nin de, kralların da ileri sürdükleri bu hak ve yetkilere sahip olmadıkları, egemenlik hakkının toplumun bütün fertlerinin hakkı olduğu, bu hakta, bütün halkların eşit olduğu propagandasını yapmakta idiler. Kilisenin ve kralların sahip olduklarını iddia ettikleri hakların, esas itibariyle toplumun bütün fertlerinin çalınmış, gasp edilmiş hakları olduğunu anlatmakta idiler.

Bu gelişmelere ilave olarak keşiflerin, icatların, sanayi alanındaki siyasal ve ekonomik alandaki devrimlerin ve daha başka faktörlerin de katılmasıyla, ‘demokrasi’ düşüncesi, özellikle Fransız devriminden sonra gündemdeki yerini almıştır. Aslında değişen bir şey olmamıştır; ezilen ve tepesinde boza pişirilen yine halkın çoğunluğu olmuştur. Çünkü düne kadar Kilise ve krallar egemenliğin tek sahibi iken, demokrasilerde ise halkın iradesi adına bir avuç sermayedar bu egemenliğin tek sahibi olmuştur. Aslında bu, bütün beşeri sistemlerin –ister dini reddeden Komünist toplumların, isterse dini vicdanlara hapseden diğer kapitalist ve liberal sistemlerin- ortak özelliğidir. Bu ortak özelliğin en belirleyici yanı, insanı ilahlaştırarak, tanrıya başkaldırmak, nefse, hevaya ve şeytana tabi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özellik açıkça görülmektedir: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip yönetimde bulunan insanların hüküm koyması ve Allah’ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir.

Kur’an-ı Kerim, ‘İslami ve cahili’ olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kabul etmektedir. Nitekim: “Onlar hala cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Yakin sahibi (hakka kesin inan) bir toplum için, kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha güzel olabilir” (Maide, 5/50) ayetinde hâkimiyet (hüküm); cahiliyenin hükmü ile Allah’ın hükmü olarak ikiye ayrılmakta ve iman edenler için Allah’tan daha iyi, daha güzel hüküm koyacak kimsenin olamayacağı açıkça belirtilmektedir.

Dolayısıyla “İslam’a göre mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet, yalnızca Allah’ındır. Bu konuda, bütün Müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak, Allah’a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin, Allah ile birlikte hüküm koyması mümkün değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi –asla- ortak etmez.”[3]

Hâkimiyet noktasında şöyle bir izah vardır demokraside; hâkimiyet, ister halkın olsun ister milletin olsun önemli değil. Burada önemli olan hâkimiyeti kullanma yetkisine sahip olan toplumun genelinin hâkimiyet dediğimiz bir bütüne sahip olmasıdır. Yani, toplumun geneli, bu egemenliğe sahiptir. Fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani Türkiye’de mesela 65 milyon insan –ya da seçmen- varsa, hâkimiyet 65 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 65 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir… Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir.[4]

Demokrasi, egemenliğin halkta olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün beşeri sistemler de egemenliği elinde bulunduranlara göre isimlendirilir ve tanımlanırlar. İslâm ise, bütün bu beşeri sistemlerden farklı olarak egemenliği sadece ve sadece Allah’ta ait olduğunu kabul eden bir sistemdir. Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibaret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur…

Hâkimiyet ya da egemenlik, insan hayatının her türlü meselesini ele alıp düzenleme ve hükme ya da kanuna bağlama hakkı olarak kabul edilir. Pratiğe baktığımızda bu tespitin hiç de doğru olmadığı görülecektir.

İslam’a Göre Hâkimiyet

Yukarıda da belirtildiği üzere Kur’ân-ı Kerim, İslâmî ve cahili olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (Mâide, 5/50). Başka ayet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “heva, tâğut, dalalet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mahiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin cahili olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu ayette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise cahili hükümdür.

İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “cahili hâkimiyet”in mahiyeti hakkında İbn Kesir şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (Maide, 5/50. ayette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatına dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim cahiliyle dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevalarından ortaya attıkları dalâlet ve cehaletlerle hüküm veriyorlardı… Onlar Allah’ın kitabı ve Resulünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Resulünün hükmüne geri dönüp, az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.”[5]

İslâm’a göre hâkimiyet ve egemenlik yalnızca Allah’ındır. Hüküm koymak Allah’a has bir yetkidir. Bu yetkide, başka hiçbir gücün ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah’tan ayrı olarak ya da Allah ile birlikte hüküm koyması söz konusu değildir. O, hükmüne hiç kimseyi asla ortak etmez (Kehf, 18/26). İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Resul’ünün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Hiç kimse kendi anlayışına göre kural/hüküm koyamaz. Ben Müslüman’ım diyen bir kimse, Kur’an ve Sünnete uygun olmayan hiçbir kurala, hükme uymaz ve böyle bir kural ya da hüküm koymaya da kalkışmaz. Çünkü Yüce Rabbimiz, Mü’minler’in geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Resul’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı da şart koşmuştur. (Nisa, 4/65) Zaten, Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, –Kadın, erkek- bütün Mü’minler için, başka bir hükmü tercih –muhayyerlik- hakkı yoktur. (Ahzâb, 33/36) “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Müslüman’ın sorumluluğu ise “onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet…” (Maide, 5/49) ayetinin gereğini yerine getirmektir. Zaten her peygamberin sorumluluğu da bunu gerektirmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir (Nisâ, 4/105). Gerek Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen ve gerekse Allah’ın indirdiği hükümlere uymayanların Müslümanlıkları tartışmalı hale gelir. Dolayısıyla Allah’a ve Resulüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. “Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13). Allah’a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münafıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Resulünün hükmüne yanaşmazlar (Nisâ, 4/60-61).”[6]

Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Resulünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar (Nisa, 4/59, 65). Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zalim ve fasık yapar (5/Mâide, 44, 45, 47). Zikredilen bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah’u Teâlâ, demokratik anlayıştaki hüküm koyma ve hâkimiyet anlayışını toptan reddetmektedir.

dddd

 

Demokratik Çalışma ve Amel İlişkisi:

İslam adına, Müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları iş sıhhat şartlarını taşısın ya da taşımasın bir iştir/ameldir. Bu amelde bulunan kimselere bunu neden yaptıkları sorulacak olursa ”İslam’ın hâkim olabilmesi için uygun olmayan bir zemini uygun hale getirebilmek için” diye cevap vereceklerdir. Oysa ancak bir amelin, salih amel olabilmesi yani Allah tarafından makbul-kabul edilebilir bir amel sayılabilmesi için, kişinin sadece mü’min olması yetmez; aynı zamanda o ameli sadece Allah rızası için ve Şar’i’nin (Allah ve Resulünün) belirlediği ölçülere uygun yapma şartını da yerine getirmesi gerekmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz. Muhammed (as) bize örnektir. (Ahzab, 33/21) Peygamber Efendimiz (as), yemek yiyişinden, tuvalete girişine kadar örnek alınırken, bunlardan daha önemli olan İslam’ı hayata hâkim kılma mücadelesinde örnek alınmaması anlaşılır gibi değildir. Aslında bu, şu anlama gelir; Hz. Peygamber’in İslam’ı hayata hâkim kılma mücadelesinde örneklik teşkil edebilecek tarzda bir yolu, bir yöntemi yoktur. Bu ise, hem Kur’an’ın, hem de Sünnet’in günümüze ilişkin getirdiği çözümleri bilmemek ya da bu çözümleri Kur’an da, sünnet de getirse, bunu yeterli görmeyerek kabul etmemek anlamına gelir.[7] Kur’an’ın ve Sünnet’in getirdiği hükümleri (çözümleri, yol ve yöntemi) kabul etmemek ise, kişiyi Müslümanlıktan çıkarır.

Halbuki bu konuda, İslam’da herhangi bir boşluk yoktur. Çünkü din tamamlanmıştır. (Maide, 5/3) Dolayısıyla İslam’ın hâkim kılınması süreci adına yapılacak bir amelin salih (ameli hasene) olabilmesi için başta son Peygamber olmak üzere Kur’an’da zikri geçen diğer Peygamberlerin ‘tevhid mücadelelerinin’ örnek alınması gerekmektedir. Zaten Peygamberlerin verdikleri tevhid mücadelesi bilinmeden İslam adına sahih ve Allah’ın razı olacağı bir mücadelenin yürütülmesi de mümkün değildir.

Genel seçimler –genelde- dört senede bir yapılmaktadır. Yapılan her seçimde ise, demokrasi kan tazelerken, kitleler de demokrasiye uyumlu hale getirilmektedir. Nitekim her seçimden sonra demokrasi ile olmaz diyenlerin bir kısmı demokrasiyi savunur hale gelmektedir. Bu nedenledir ki, İslami çevrelerde, her seçim dönemi, oy verilip verilmeyeceği konusunda yoğun tartışmalara neden olmaktadır. Ne yazık ki her seçim döneminde yaşanan bu tartışmalar, genellikle oy verilmez diyenlerden küçük ya da büyük bir parça kopararak bitmektedir. Kopan bu parçalardan kimisi marjinal kalmamak, kimisi menfaat, kimisi Müslümanların önünün açılmasına zemin oluşturmak, kimisi de yorulduğu, ümitsizliğe kapılma gibi gerekçelere sığınmaktadır. İşin üzücü tarafı düne kadar oy vermenin küfür olduğunu söyleyen kimi üstatların, ağabeylerin (!) bugün, oy vermeyenleri suçlar hale gelmeleridir. Nitekim bunlardan kimileri oy vermeyelim de koy mu verelim diyor, kimisi falan partiye oy vermeyelim de, filan parti mi gelsin, kimisi sizler hala orada mısınız diyor? Velhasıl at izi, it izine karışmış durumdadır. Tabi mesele sadece oy vermek ya da parti beğenmek ya da beğenmemek değildir. Asıl mesele, Allah’ın cahiliye hükmü olarak nitelendirdiği yani Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen bir yönetime katılarak ya da destek olarak cahili düzenleri tezkiye etmektir. Çünkü böyle bir tavır,  İslam’la ve Müslümanlıkla asla bağdaşmaz.

Seçimden seçime, sadece oy vermek için sandık başına gider ve hiçbir partisel çalışmaya –seçim öncesi de, sonrası- da katılmam, bu da inancıma zarar vermez diyenler vardır. Demokrasiye iman edenler bile, oy vermek namustur, vatandaşlık görevidir derken, gerçekten oy vermek, sandık başına gitmek bu kadar basit mi? Bir kere seçim sandığına giden bir kimsenin bu davranışının anlamı, -kendisi ister işin şuurunda olsun, ister olmasın, ister bu anlama geldiğini bilmekle birlikte kalbinden bunu onaylamasın, fark etmez -zahiren şudur: ”Ben sahip olduğum kendi payıma düşen egemenlik/hâkimiyet hakkımı, filan partiye veya falan kişiye bana vekâleten kullanmak üzere belirlenen süre içerisinde devrediyorum”dur. Yani ben, mevcut demokratik düzeni kabul ediyorum. Bu düzenin sınırları içerisinde kalmak üzere, hâkimiyet hakkımı şu partinin ya da bu kişinin kullanmasını istiyorum.” Seçime katılmanın bu anlama gelmediğini söylemek mümkün değildir. Bizim sandığın başına giderken başka niyetler taşımamız, davranışımızın hükmünü değiştirmek için yeterli değildir. Hangi niyetle olursa olsun ve rey verdiğiniz parti veya kişinin niteliği ne olursa olsun seçmen olarak seçime katılmanın anlamı, kurulu bulunan demokratik düzeni kabul etmek olarak yorumlanmasa bile, en azından reddetmemek anlamına gelir. Demokrasiyi kabul edenler için hiçbir mesele yoktur. Asıl mesele, demokrasinin halkın iradesini ilahlaştırdığını, Allah’a meydan okuduğunu söyleyenler içindir. Allah’ın hükmü ile cahiliye hükmünü tercih kendilerine aittir.

Partisel çalışmanın ya da demokratik mücadelenin Müslümanların önünü açacağını, İslami çalışmalar için uygun bir zemin hazırlayacağı tarzındaki düşünceleri, Kur’an’da kıssaları anlatılan hiçbir Peygamberin verdiği tevhidi mücadeleyle bağdaştırmak asla mümkün değildir. 950 senelik tevhid mücadelesinde Hz. Nuh (as), ateşe atılmasına rağmen Hz. İbrahim (as) ve işkence, baskı ve boykota rağmen Hz. Muhammed (as) dâhil, hiçbir peygamber, içinde yaşadıkları şirk sistemlerini, kendilerine ya da birlikte oldukları Mü’minler’e yönelik zulmünü kısmen de olsa durdurmak ya da geriletmek için, içinde yaşadıkları şirk sistemleriyle bu anlamda bir ilişkiye girmeyi asla denememişlerdir. Her peygamber ve beraberindeki bir avuç Müslüman, bizimle mukayese bile edilemeyecek derecede çok daha zor şartlarda, büyük kuşatılmışlıklar ve işkenceler altında oldukları halde, tağuti sistemle uzlaşmadıkları gibi, bir takım haklar elde etmek için de sistemde kısmi değişikliğin peşinde de olmamışlardır.

Son Peygamber, kendisine iman eden Mü’minler, bir taraftan işkenceden geçirilirken, kimileri de işkenceler altında şehit edilirken bile kendisine yapılan devlet başkanlığı teklifi dâhil, mücadelesini kolaylaştırıcı; işkence ve zulümleri hafifletici hiçbir teklifi kabule yanaşmamış ve bütün teklifleri ‘bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler dahi’ diyerek elinin tersiyle reddetmiştir. “Sizin dininiz size benim dinim bana” (Kafirun, 109/5) ayeti, biraz sizden, biraz bizden türü uzlaşma tekliflerine bütünüyle kapıların kapatıldığını bize göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, son peygamber dâhil, hiçbir peygamberin, kendilerine ve beraberindeki Mü’minler’e yönelik zulüm ve işkenceleri geriletmek için, tağuti sistemlerle uzlaşmaya çalıştığını bize göstermemektedir. Tevhid mücadelesinde, bu, değişmez bir metottur; zaten nebevi metot da budur. Akli ve içtihadi yorumlarla, hiç kimse, bu metodu değiştiremeye kalkmamalıdır. Partisel ya da demokratik mücadeleyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Bir Müslüman halkın iradesinin ilahlaştırıldığı partisel ya da demokratik bir yöntemi, -velev ki İslami mücadele için uygun bir zemin oluşturacak dahi olsa- asla kabul edemez. Çünkü demokrasi beşer aklının ürünü bir din iken, İslam ise, Allah’ın bizler için uygun gördüğü/seçtiği bir dindir.

İslam’ı Egemen Kılmak İçin Çalışmak İbadettir.

Elbette İslam’ı egemen kılmak için çalışmak bir ibadettir. Bu ibadetin yerine getirilme yolu ve bu yolun temel ilkeleri evvela Kur’an-ı Kerim ile ikinci olarak da sünnet-i seniyye ile tespit edilmiş bulunmaktadır. Tespitini yapageldiğimiz gerçeklere ve bu esas kaynaklara bir daha müracaat edildiği takdirde, herkesin tespit edebileceği gerçeklerden bir tanesi de şudur: Müslüman için Allah’ın hükümlerine aykırı herhangi bir hükmü kabul etmeye imkân yoktur. Müslüman bir kimsenin, İslam’ın emrettiği hedef ve gayeleri gerçekleştirmek sorumluluğu vardır. Bu sorumluluklarını yerine getirmek için izleyeceği yol, Allah’ın emredip Resulünün rehberlik ettiği yola aykırı olamaz.

Muhammed Kutub, konuyla ilgili üç tehlikeli kaygan zeminden bahseder. Bu zeminlerden birincisini şöyle açıklar Muhammed Kutub: “Bu konudaki ilk tehlikeli kaygan zemin itikadidir…

Yalnızca Allah’ın şeriatının hükmüne başvurmakla, başka hiçbir hukukun ve yasanın egemenliğini kabul etmemekle yükümlü olan, Allah’ın hükmü dışında kalan bir hüküm, cahili bir hükümdür, o cahili hükmün kabul edilmesi de, o hükümden hoşnut olunması da, o hükme (herhangi bir şekilde) iştirak etmek de Müslüman için caiz değildir, diyen bir dine bağlı olan bir Müslüman için, Allah’ın indirdiklerinden başka hükümleri koyup kanunlar yapan, yaptığı uygulamalarıyla her fırsatta Allah’ın şeraitinin hükmünü kabul etmediğini, reddettiğini ilan eden bir parlamentoya katılmak nasıl caiz olabilir?

“Böyle bir Müslüman için böyle bir parlamentoya katılmak nasıl caiz olabilir? Üstelik böyle bir parlamentoya giren bir kimse yaptığı yemininde, parlamentoya sadakatle bağlı kalacağına yemin de etmektedir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

“O size Kitap’ta: Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman sizler de şüphesiz onlar gibi olursunuz…” (Nisa, 4/140)

“İleri sürülebilen lehte gerekçeler şundan ibarettir: Bizler onlara karşı İslam’ı haykırıyoruz… Allah’ın indirmedikleriyle yapılan teşri’leri sürekli olarak reddettiğimizi ilan ediyoruz… Bizler “devletin resmi kürsüsü”nden konuşuyor ve Allah’ın Şeriatı’nın hükmünü kabul etmeye çağırıyoruz…

Ancak bütün bunlar, açıktan açığa akideye aykırı olan bir tutuma uygun bir gerekçe olamaz.”

“İkinci tehlikeli kaygan zemin, halk kitlelerinin gözünde davanın sulandırılmasıdır.

Biz her fırsatta halk kitlelerine, Allah’ın indirmedikleriyle hükmetmek batıldır, diyoruz. Allah’ın şeraitiyle hükmeden yönetim dışında hiçbir yönetimin ve yönetim düzeninin meşruiyeti (İslam’a uygunluğu) söz konusu olamaz… diyoruz. Diğer taraftan halk kitleleri bizim, katılmama çağrısında bulunduğumuz işe katıldığımızı görmektedir. Bunun sonucu ne olur?

(…) Bizler böyle yapmakla aslında İslam’ı ve düzenini ayakta tutacak ve oluşturulması gereken tabanı sulandırmaktayız. Çünkü artık bunun sonucunda halk kitleleri bu gibi hususlarda izlenmesi gereken yolu açık seçik bir şekilde anlayamaz, tespit edemez. İslami bir yönetimin ayakta kalabilmesi için gerekli olan ‘İslami bir taban’ın oluşması ise, halk kitlelerinin bilinci netleşmedikçe, akidelerinin kendilerine yalnızca İslam ile hükm eden bir düzeni kurmakla, başka hiçbir düzeni ve yönetimi kabul etmemekle yükümlü kıldığını kesinlikle bilmedikçe, evet, bütün bunlar gerçekleşmedikçe böyle bir tabanın da oluşması mümkün değildir.

Üçüncü tehlike kaygan zemin ise, geçmişteki bütün asırların deneyleriyle ispatlandığı gibi, ‘diplomasi oyunu’dur. Bu oyunda her zaman için güçlü olan zayıfı yutar.  Bu oyun esnasında, güçlü olanın elinden –çok küçük dahi olsa- egemenliğinin bir parçasını zayıf olanın almasına asla fırsat verilmez…

(…) Buna göre İslam’a düşman olanların siyasal organizasyonlarına katılan İslami cemaatlerdir, asıl bu diplomatik oyunlarda kaybedenler, kazananlar da daima düşmanlardır. Çünkü halk kitleleri nazarında bu yolla düşmanlarının temize çıkarılması söz konusu olduğu gibi… diğer taraftan halk kitleleri nazarında İslam savunucularının davaları da sulandırılmış olmakta ve cahiliyyenin siyasal organizasyonlarına katılmaksızın, alanda bağımsız ve kendilerine has yapılarıyla ortada oldukları dönemlerdeki ‘aslilikleri’ni kaybettikleri için de bu oyundan yenik çıkarlar.”[8]

İslami Mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Uzun soluklu olan bu mücadele dünyevi başarılardan öte, Allah’ın rızasına endekslenen ve sadece O’nun rızasını uman bir mücadeledir. Bu nedenle bu mücadeleyi verenler, bugünden yarına bir başarı, bir sonuç beklemezler. Zaten bugünden yarına bir sonuç bekleyenler, istedikleri gibi bir sonuç alamadıkları zaman çabucak yorulmak suretiyle, mücadeleden de vazgeçmek zorunda kalmaktadırlar. Ömrü, bütünüyle içine alan, ölüm sonrası hayatı da kuşatacak olan bir mücadeleyi göğüsleyenler, kolay kolay yorulmazlar, bıkmazlar ve usanmazlar.

Ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin, her zaman ve her şart altında savunması gereken, yok olması pahasına koruması, muhafaza etmesi ve vazgeçmemesi gereken sabiteleri/ilkeleri vardır. Bu ilkelerden, sayımız azdır, gücümüz yeterli değildir, güçleninceye kadar vazgeçebiliriz tarzı bir düşünceye sahip olması mümkün değildir. Çünkü ilkeli olmayan ya da ilkelerinde gevşek/esnek davranan bir mücadelenin İslamilik yönü tartışılmalı hale gelir. İslami bir mücadelenin ilkesiz olması, sabitelerinin olmaması düşünülemez. Bu nedenle, ben Müslüman’ım diyen herkesin özellikle de belirli hedefleri olan ve attığı her adımda İslami ilkeleri kendisine esas alan bir Müslüman’ın mutlaka şartlara, konjonktüre göre değişmeyen ilkeleri bulunmalıdır. İlkelerin muhafazası, ilkelerden taviz vermemesi, o Müslüman’ın İslam’ı özümsemesine, pratikleştirmesine bağlıdır. Bir Müslüman ancak, Ammar b. Yasir gibi yani ikrah altında tutulduğunda kalbiyle tasdik etmemek şartıyla ilkelerinde gevşeyebilir. Zaten bu da ruhsattır. Bu şartlarda bile azimeti tercih etmek, ruhsattan daha evladır. (Nahl, 16/106)

İslami mücadele, ilkeli bir mücadeledir. Şartlara, konjonktüre göre yol ve yöntemini belirlemez. Çünkü bu, 950 senelik mücadelesine rağmen bir ailenin fertleri kadar kendisine inananları bulunan Hz. Nuh (as)’ın; ateşe atılmasına rağmen mücadele yönteminden taviz vermeyen Hz. İbrahim (as)’ın; dünyalık bütün tekliflere rağmen ‘bir elime güneşi, diğer elime ay verseniz bile davamdan vazgeçmem’ diyen Hz. Muhammed (as)’ın ve “kıyamet günü yanında 2-3 ya da hiç inananı bulunmadan gelen’ peygamberlerin mücadele yöntemidir.

Dolayısıyla ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin bu konuda tercih hakkı yoktur. Helal ve haramın belirleyicisi olarak halkın iradesini benimseyen demokrasiyi kabul etmesi asla mümkün değildir.

“Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.” (En’am, 6/153)

“De ki: ’İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar bilerek Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf, 12/108)

“(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125)

M. Ali Furkan

(*) Bu yazı Genç Birikim Dergisinin 178’nci sayısında yayımlanmıştır.

 


[1] Ali Kaçar, Zirvedeki Mankurtlar, Genç Birikim yayınları, III. Bsk. 2012 Ankara, s. 214-215

[2] Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Beka Yayınları Temmuz 2011 İstanbul, s.105

[3] Eryarsoy, age. s. 45-46

[4] (M. Beşir Eryarsoy, İslam’a göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, Buruc Yayınları, Kasım 1998, İstanbul, s.71)

[5] Eryarsoy, age. s.44-45

[6] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Beka yayınları, Temmuz 2011, İstanbul, s. 51

[7] Bu konuda daha geniş bilgi için M. Ali Furkan, İslami Tebliğde Nebevi Metod başlıklı yazısı, Genç Birikim Dergisi Ocak 2104, 176. sayı

[8] Eryarsoy, age. s.282 vd.

 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !