Demokratik oyunlar arasında Müslüman kalabilmek
Her gün beş vakit Kâbe`ye yönelerek, Allah`ı razı etmek esasına dayalı olarak rükû ve secde eden mü`minler, oyun kurmayı da öğrenebilecekler mi? Oyunun ne demek olduğunu, niçin oyun kurmak gerektiğini, kimlerle ve kimlere karşı oyun kurulabileceğini kavrayabilecekler mi?
Ahya Aras, İktibas Dergisi'nin Temmuz sayısına yer alan yazısında, giderek daha fazla Müslümanı etki alanına almaya başlayan "demokratik oyunları" ve Müslümnalar olarak bu oyunlar karşısında almamız gereken tutumu ele aldı. "Şu anda göründüğü kadarıyla, kendini İslam'la tanımlayan büyük kitleler, andığımız endişeleri sırtlarının arkasına atmış vaziyettedirler. Marufu emretmek, münkerden nehyetmek, Din'i Allaha has kılmak, Allah yolunda malımızla ve canımızla cihad yapmak, Allah'ın adının en a'lâ olması için gayret sarfetmek, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek gibi meseleler şimdilerde yükselmeyen değerler durumundadır... Sonuç itibariyle topyekün bir fikir erozyonu, basiretsizleştirme, bilinçlerin bulanıklaştırılması, sığlaştırma, postmodernleştirme durumu ile karşı karşıyayız. Bütün İslami kavramlar flulaştırılmakta, her şey izafileştirilmekte, hiç kimsenin hiçbir şeye zorunlu olmadığı, hiç kimsenin hiçbir bağla mukayyet olmadığı safsatası herkese benimsetilmeye çalışılmaktadır" tesbitini yapan Aras, Müslümanların, başkalarının oyunlarının figüranı olmak yerine kendi oyunlarını kurmaları gerektiğini beliritiyor. İşte Ahya Aras'ın bu önemli yazısı:
Demokratik Oyunlar Arasında Müslüman Kalabilmek
Ahya Aras / İktibas Dergisi
Türkiye'de bu oyu nlar bir değil, iki değil, üç değil, belki yüzlerce keredir oynanmaktadır. Bu oyunların tarihi kısa değildir. Şu anda yine yoğun bir 'parti kapatma' 'buhranı' içinde kıvranılmaktadır. Neredeyse herkesin gündemini, AKP'nin kapatılıp kapatılmayacağı oluşturuyor. Parti kapatılacak mı, kapatılırsa yerine nasıl bir parti kurulacak? Yeni kurulacak partinin başına, AKP'nin şu anki lideri tekrar geçebilecek mi? Yeni partinin, geçmişinden çıkartacağı ders, onun daha liberal olmasını mı sağlayacak, yoksa biraz daha radikalleştirecek mi? AKP kapatılmazsa bu ne anlama gelecek? AKP treninden kimler inecek, yeni tasarımlı vagonlara kimler binecek? Vesaire, vesaire…
Bu soruları daha da uzatmak mümkündür ve zaten, konunun ilgilisi herkes tarafından ziyadesiyle tartışılmaktadır. Lakin bu gibi süreçlerde hep yapıldığı gibi, başka türlü sorular sorulmuyor, tartışılmıyor ve insanların gündemine girdirilmiyor. Peki, böyle bir vasatta başka hangi sorular sorulabilir?
Sorulabilecek sorulara geçmeden önce belirtmek gerekir ki, bunlar gerçekten derin sorulardır. Yani ancak bir mü'minin nüfuz edebileceği derinlikten bahsediyorum. Bu sorular aynı zamanda ağır sorulardır, sorulması elzem sorulardır ve mü'minleri mutlaka alakadar etmesi gereken sorulardır.
Mesela şöyle başlayabiliriz: Acaba Türkiye'de yaşayan toplum, kendi ülkesinde ve kendi üzerinde oynanan oyunların farkına ne zaman varabilecektir? Bu toplumun, farkına vardığında bu oyunları bozabilme, oyuncuların tekerine çomak sokabilme dirayeti var mıdır? Kendisini Müslüman ve mü'min olarak tanımlayan herkes, ülkedeki tezgâhlara, legal partiler üzerinden oluşturulan 'gerginliklerin' ötesinden ve üstesinden bakabilmeyi öğrenecek midir? Adını andığımız yığınlar, benim adım kullanılarak, benim adıma ve benim maddi-manevi imkânlarımla tezgâhlanan oyunu kabul etmiyorum, bu oyunda tamamen 'ayak', sürü, çoban, göbeğini kaşıyan tipsiz, kılıksız kirli-paslı ve niteliksiz paçavralar yerine konmayı artık kabullenmiyorum diyebilecek midir? Her gün beş vakit Kâbe'ye yönelerek, Allah'ı razı etmek esasına dayalı olarak rükû ve secde eden mü'minler, oyun kurmayı da öğrenebilecekler mi? Oyunun ne demek olduğunu, niçin oyun kurmak gerektiğini, kimlerle ve kimlere karşı oyun kurulabileceğini kavrayabilecekler mi?
Bu soruların daha başka türleri de var.
Allah'ın iradesine mutlak teslim olmuşlar anlamına gelen Müslümanlar, kendi başlarına geçirilen her türlü şirk, nifak ve küfür çuvallarını ne zaman çıkartıp atma kudretine erişecekler? Daha doğrusu bu kudreti ne zaman keşfedecekler? Allah'ın iradesine savaş açmak anlamına gelen beşerî ideolojileri ne zaman ellerinin tersiyle itecek Müslümanlar? Daha ne zamana kadar uzlaşma, uyuşma, uyuzlaştırılma, yılışıklaştırılma, aptal rolüne yatma, şerrin ehvenine fit olma aymazlıklarıyla Müslümanlar, şeytani düzenlerin pandası olacaklar? Ne zaman Müslümanlar, hüküm Allah'a aittir diyecekler? Dini ne zaman Allah'a has kılacaklar? Allah'ın, yeryüzünden tamamen yok edilmesini istediği fitneyi Müslümanlar ne zaman görüp bilecekler; daha doğrusu fitneyi tanımlayabilme basiretine ne zaman ulaşacaklar? Ve Müslümanlar yani bizler, ne zaman, öncülerimizden Yusuf gibi, zindanı ve dünyalık bütün nimetlerden mahrum bırakılmayı, bizi çağırdıkları bütün menfaatlerden daha hayırlı görebilme şerefine ereceğiz?
Neredeyse bütün muhafazakâr yazarlar sözlerine, "Türkiye çok kritik bir süreçten geçiyor" gibi ne idüğü belirsiz bir cümleyle başlamaktadırlar. Hâlbuki Türkiye'nin geçirmekte olduğu süreç, asırlardır devam eden bir İslamsızlaştırma siyasetinin yeni bir ayağıdır. 'Yeni' olan bir süreç yoktur. Dünyada benzeri çok az bulunan bir rejim, kendini yenileme gereği duymakta ve bunun verdiği sancılarla boğuşmaktadır. Bu değişim tabi ki kolay olmayacaktır. Muhafazakâr demokratların kıblesi olan Avrupa ülkelerinde bu değişimin neye mal olduğu hatırlanırsa, belki biraz daha sükûnet hâsıl olacaktır. Aslında Necmettin Erbakan yıllar önce bu değişimin kanlı mı kansız mı olacağına dair kaygısını dile getirmişti de, yanlış anlaşılmıştı… Fakat rejimin kendini yenileme reflekslerini İslami ya da milli mücadele sanan derinliksiz/kifayetsiz muhafazakârlar, geçirilmekte olan 'kritik süreç'lere 'müslüman' kamuoyunu kemaliyle yamayabilme rolünü oynamaktadırlar. Kur'an ve sünnet penceresinden bakarak hayatı okuyan bir mü'min nazarında, acaba hangi süreçler 'kritik'tir? Kritikten ne kastedilmektedir? Allah'ın buyruklarını esas almayan bir hayat tarzı, tankların, silahların ya da yargıçların tehdidi altında olmasa da, kritik sayılabilir mi, sayılmaz mı? Bu soruların cevabı mutlaka verilmelidir.
Şu anda göründüğü kadarıyla, kendini İslam'la tanımlayan büyük kitleler, andığımız endişeleri sırtlarının arkasına atmış vaziyettedirler. Marufu emretmek, münkerden nehyetmek, Din'i Allaha has kılmak, Allah yolunda malımızla ve canımızla cihad yapmak, Allah'ın adının en a'lâ olması için gayret sarfetmek, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek gibi meseleler şimdilerde yükselmeyen değerler durumundadır. İşte gerçek odur ki, o 'kritik süreç' yeni bir şey değildir ve süre süre, nitekim istenilen seviyeye az çok gelinmiş durumdadır. Artık Cengiz Aytmatov'un Kolaman'ları, kendilerine biçilen mankurt gömleğini benimsemiş durumdadırlar. Bütün mesele, gömleğin, üzerlerine daha da sinmesi, şöyle deli gömleği gibi iğreti değil de, bedenlerini daha da sarıp sarmalayacak şekilde durması, hani şöyle biraz da kendi gelenek ve örflerine yaraşır bir biçimde olmasıdır. Oysa beklediğimiz ve özlediğimiz tavır, mankurtlaşmaya kökten itiraz eden İbrahimî tavırdır.
Türkiye'de rejimin reformu mücadelesinde liberal-demokrat kanat safında yer alan pek çok neo-sağcı kesimi anlamak güç değildir. Çünkü onların, kesada uğramasından korktukları okulları, dershaneleri ve pek çok alana yayılmış ticari kuruluşları var. Sayısal üstünlükleriyle böbürlendikleri cemaatleri var. Karizmasının(!) çizilmesinden kaygı duydukları üstadları var. Kısacası, kaybetmekten korktukları birtakım dünyevî birikimleri onları tepeden inmeci devrim muhafızlarının karşısına, Müslüman-demokratların yanına iteklemektedir. Fakat kaybedecekleri maddi birikintileri pek olmayan kişilere ne demelidir?
Sonuç itibariyle topyekün bir fikir erozyonu, basiretsizleştirme, bilinçlerin bulanıklaştırılması, sığlaştırma, postmodernleştirme durumu ile karşı karşıyayız. Bütün İslami kavramlar flulaştırılmakta, her şey izafileştirilmekte, hiç kimsenin hiçbir şeye zorunlu olmadığı, hiç kimsenin hiçbir bağla mukayyet olmadığı safsatası herkese benimsetilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir ortamda İslam'ın ne ifade ettiği, Allah'ın niçin İslam adında bir Din vaz ettiği, Kur'an'ın, namaz, oruç ve kurban dışında bugünkü cahiliye toplumlarına nasıl tatbik edileceği, daha doğrusu tatbik edilmesinin gerekli olup olmadığı gibi sorular, ilgili kesimlerin asabını bozmaktadır.
Şu anda, mensubu bulunduğumuz toplumdaki 'mücadele', iki zümrenin halat çekme yarışına benzemektedir. Tam bir 'grup dayanışması' ve kan ter içinde yapılan yarışın bir tarafını, niteliksiz çoğunluktan ibaret bir grup, diğer tarafını ise daha 'nitelikli' azınlık bir zümre oluşturmaktadır. Tabi bir de, halat yarışını sevk ve idare eden reji odası vardır. Yarış belli bir aşamaya kadar, karşılıklı üstünlüklerle devam etmektedir. Sonra bir an halat iyice gerilmekte ve nitelikli azınlık (şahinler) üstünlük kazanmaktadır. Tam onlar yarışı kazandı gözüyle bakıldığı bir anda halatın ucunu bırakıvermekteler ve niteliksiz çoğunluk (güvercinler) kendilerini tepetaklak yerde bulmaktadırlar. Yani kendilerine zafer bahşedilmektedir. İşte tam o yere abanmalar, gerçek anlamda fikrî, akidevî sarsılmalar, tepetaklak oluşlar, geçmişine küfretmeler faslıdır. Değerli Hayrettin Oğuz'un benzetmesiyle, o güne kadar deccal dedikleri artık dâhî olmuştur. Şimdi artık deccalın kerametlerini sayıp dökmenin zamanıdır. Burada 'deccal'ın, İslam'ın şer anlamı yüklediği bütün kâfirce düşünceleri ve küfrün ve nifakın öncülerini temsil eden sembol bir kavram olduğu unutulmamalıdır.
Sözün özü: Herkes ama herkes kendi işini yapmaktadır. Her işin gerçekten ihlâslı ehilleri, işlerini yapmaktan başlarını kaşımaya zaman bulamamaktadırlar. Müslümanların da işleri vardır ve bu iş çok büyük bir iştir. Bu büyük işe Kur'an, Müzzemmil suresinin beşinci ayeti celilesinde atıf yapmaktadır. Şeytanın sağdan yanaşması anlamına gelen demokratik fitne hareketleri Müslümanları kendi işlerinden alıkoyamaz. Hiçbir Müslüman, kendisini hiçbir kâfirin deney faresi yerine koymasına izin veremez, buna ortam hazırlayamaz, bunu hoş göremez. Çünkü Müslüman bilincinin, yeryüzünde başka muadili yoktur.