06-08-2020 15:17

İnsanı ve aileyi korumak

Şiddeti, topyekün bir sorun olarak görmek; kadına, çocuğa, erkeğe, hayvana şiddet diye ayırmamak gerekiyor. Erkeğin erkeğe olan şiddeti, anne babaların çocuklara olan şiddeti daha mı az önemli? Kadına şiddet uygulayan erkekler hangi annelerin elinde büyüdü, hangi okullarda, kışlalarda eğitim gördü? Aydın olmak, kamerayı, “bakın, bakın!” diye bağırılan yerlerden başkasına da çevirmekle mümkün olsa gerek.

İnsanı ve aileyi korumak

Mehmet Ali Başaran / Dünya Bizim

Kitap; okuruna bilgi sahibi olma, fark etme, soru sorma ve düşünme imkanları tanıması dolayısıyla kıymetli bir deneyim yaşatır.

 

Son yıllarda Türkiye'de pek çok tartışmanın göbeğinde yer alan Kadına Şiddet, Toplumsal Cinsiyet, İstanbul Sözleşmesi gibi konulara ilişkin “İnsanı Ve 

 

 

Aileyi Korumak” adlı kitabı okuyunca, ilkin bunu düşündüm. Bir konuya ilişkin bir tutum takınmadan önce etraflıca okumakta fayda var.

 

Bir örnekle meramımı anlatayım. Konuya duyarlı bir isim “Her gün öldürülen kadınların ardından yasta değil isyandayız” diyerek başladığı yazısını şu cümlelerle bitirmiş: “Konforlarından vazgeçmeyen, sözleşmeyi uygulamayan, yürürlükten kalkması için kamuoyu oluşturan herkes yaşanılan tüm cinayetlerden sorumludur. Bizler sabırla, inatla İstanbul Sözleşmesi’nin sadece varlığı için değil uygulanması için de mücadele etmeye devam edeceğiz.”

 

İnsan hakları mücadelesi içinde yoğrulmuş kırk yıllık “Müslüman hukukçu” tecrübesiyle kaleme aldığı kitapta Avukat Muharrem Balcı İstanbul Sözleşmesi'ni tüm bileşenleriyle birlikte masaya yatırıyor:

 

Başta “Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW-1986) ve 6284 sayılı “Ailenin Korunması Ve Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” (2012) olmak üzere ilgili diğer yasal düzenlemeler...

 

İstanbul Sözleşmesi evrensellik iddiası barındırmakla birlikte bu ülkenin dini ve kültürel değerlerine yabancı bir zihniyetle kaleme alınmış bir mevzuattır. Bu itibarla, batıdan alınma diğer temel yasalarda olduğu gibi bu sözleşmeye de eleştirel bir gözle yaklaşmak şarttır. Yazarın, kitabın ilk bölümüne Akif Emre'den bir alıntı ile başlama sebebi de bu: “Her kavram, geldiği medeniyetin ruhunu taşır.”

 

TBMM'den jet hızıyla geçirilmiş söz konusu uluslararası sözleşme ne yazık ki kamoyunda hâlen sağduyulu, bilimsel bir değerlendirmenin konusu olmaktan bir hayli uzak. Taraflar karşı cehpelerde mevzilenmiş, sözleşmeyi bir o yandan bir bu yandan çekiştirmekle meşguller. 

 

Sözleşmeye getirilen en temel eleştiri, merkezinde “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramın yer alması. Kadınlık ve erkekliğin sosyal olarak inşa edildiği fikrine, bilimsellikten ziyade politik bir argümana yaslanan kavram, sözleşmenin İngilizce orijinal metninde tam yirmi beş yerde (“toplumsal cinsiyet”) geçmektedir.

 

Sözleşmesinin 4. maddesinde “cinsel tercih/yönelim”, ayrımcılık yapılmaması adına yasal güvence altına alınıyor. LGBTİ örgütleri bu sözleşmeye dayanarak, hakları olarak gördükleri her şeyin yasal güvenceye bağlanması için, küresel güçlerin sponsorluğunda yoğun bir mücadele veriyorlar. Bu noktada cevabı okurlara bırakmak üzere en azından bir soru sormak gerekiyor: Toplumsal cinsiyet eşitliği ile varılmak istenen nihai amaç, politikacıların ve feministlerin anladığı gibi samimi, insancıl bir dünya mı yoksa Sünnetullah’a ve Hududullah’a karşı gelinerek tesis edilecek bir dünya mı? Mevzuat ve teoriden bir cevap çıkmıyorsa pratiğe bakacağız elbette.

 

Sözleşmeye bakınca toplumsal cinsiyet savunucularının dine ve geleneğe olan yaklaşımının yanlı, hiç değilse itici olduğu görülüyor. Sekiz yıldır avukatlık yapan biri olarak ben de böylesine rahatsız edici bir üslupla düzenlenmiş bir  yasa metnine denk gelmiş değildim:

 

İstanbul Sözleşmesi Madde 12/1:

 

“Taraflar, kadının aşağılı iddiasına veya kadın ve erkek için kalıp rollere dayanan önyargıları, örf ve âdetleri, gelenekleri ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak/kökünü kazımak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır.”

 

İstanbul Sözleşmesi Madde.12/5:

“Taraflar; kültür, gelenek, görenek, din ya da sözde “namusun” işbu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar.”

 

Doğal cinsiyetlerin (kadın ve erkek) “kalıp” denilerek mahkum edilen yargıları...  Eksikleri, yanlışları olsa da örf ve âdetler, gelenekler... “Ve diğer” denilerek, içine her türlü sünnetin, marufun sokulabileceği uygulamalar... Tüm bunların “kökünü kazımak”tan bahseden bir yasa, sizce de hızını alamamış, haddini aşmış, fazla ileri gitmiş değil mi? Okuyunca, şahsen, “Ne bu şiddet bu celal?” dememek elde değil.

 

Batıda “terör” ile “İslâm”ın bilhassa yan yana getirilmesi gibi “namus” ile “cinayet”in, “aile” ile “şiddet”in (“aile içi şiddet”) “birlik ve beraberliği”ne yaslanma yanlışının bir türevi değil mi “sözde namus” ibaresi? Dinin olumsuz bir “şey” olduğu “algısı”nı işleyen bir yanı da cabası. Sözleşme'de kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için, başta içki ve kumar olmak üzere bağımlılıklara karşı tek bir söylem, önlem öngörülmemesi de asıl amacın farklı olduğunu düşündürüyor.

 

İslâm Ansiklopedisi'nin “İçki” maddesinden alınan şu bilgiler Sözleşme'yi imzaya açanların şiddeti önlemede ne denli samimi oldukları göstermesi açısından ibretliktir:

“Dünya Sağlık Teşkilâtı’nın Türkiye’nin de içinde bulunduğu otuz ülkeyi kapsayan son araştırma raporlarına göre cinayetlerin % 85’i (% 60-70’i aile içine dönüktür), tecavüzlerin % 50’si, şiddet olaylarının % 50’si, eşlerini dövenlerin % 70’i, işe gitmeyenlerin % 60’ı ve akıl hastalıklarının % 40-50’si (bu oran bizzat alkol kullananlarla ilgilidir; onlardan doğan çocuklarda aklî ârızalar % 90’lardadır) alkolden kaynaklanmaktadır.”*

 

Yazar, yapılması gerekenin, şiddetin nedenlerini ortadan kaldırmak olduğunu belirtiyor. Sorunun elbette -yine gözardı edilen- ekonomik ve psikolojik boyutları da var. Yoksa sorunlar, en azından yirmi yıldır hayata ve mevzuata hâkimken, İstanbul Sözleşmesi’ni ortadan kaldırmak bir sonuç doğurmayacaktır.

 

Şiddeti, topyekün bir sorun olarak görmek; kadına, çocuğa, erkeğe, hayvana şiddet diye ayırmamak gerekiyor. Erkeğin erkeğe olan şiddeti, anne babaların çocuklara olan şiddeti daha mı az önemli? Kadına şiddet uygulayan erkekler hangi annelerin elinde büyüdü, hangi okullarda, kışlalarda eğitim gördü? Aydın olmak, kamerayı, “bakın, bakın!” diye bağırılan yerlerden başkasına da çevirmekle mümkün olsa gerek.

 

Amaç; bağcıyı dövmek değil üzüm yemekse Muharrem Balcı “İnsanı Ve Aileyi Korumak” kitabıyla bu amaca hizmet ediyor. İslâm'ın bahçesinden topladığı üzümlerle...

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !