Bir bilinç manifestosu: Dört Terim
Kitap tanıtımlarımızın üçüncüsünde üstad Ebu’l Ala Mevdudi’nin `Kur’an`da Dört Terim / İlah, Rab, Din, İbadet” adlı eserini konu edinmeye çalışacağız.
Hikmet Ertürk / İslam ve Hayat
Kitap tanıtımlarımızın üçüncüsünde üstad Ebu’l Ala Mevdudi’nin "Kur’an'da Dört Terim / İlah, Rab, Din, İbadet” adlı eserini konu edinmeye çalışacağız. Elimizde kitabın Kahraman Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış baskısı var. Çevirisini ise Cahit Koytak yapmış.
İlah, Rab, Din ve İbadet… Bu dört terimin geniş açıklamaları kitabımızın ana konusunu oluşturmaktadır. Mevdudi bu dört terimin önemini vurgularken; İlah ya da Rab sözcüğünün tam olarak ne anlama geldiğini bilmeyen, ibadet sözcüğünün semantik planda (anlam bilgisi) hangi alanı kuşattığını kestiremeyen, din sözcüğünün işaret ettiği istikameti fark edemeyen birine Kur’an’ın söyleyeceği fazla bir şeyin olmayacağını, böyle birinin ‘’tevhid’’ düşüncesini gereği gibi kavramakta güçlük çekeceğini üstelik bunun karşıtı olarak ‘’şirk’’ hadisesinin de hangi şekilde ve görüntüler altında insan ruhuna çullanabileceğini fark etmekte güçlük çekeceğini ve böyle birinin İbadetini yalnız Allah’a yöneltmesinin, Dini yalnız O’na has kılmasının mümkün olmayacağı ifadelerine yer vermektedir.
"Senden önce hiç bir resul göndermedik ki, ona: 'Ben'den başka ilâh yok, öyleyse bana ibâdet (kulluk) edin' diye vahyetmiş olmayalım." Enbiya.25
"....Oysa, yalnızca tek İlah'a kulluk (ibâdet) etmekle emr olunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yok ki!.. Neyi ki ortak koşuyorlar, hepsinden yücedir, uzaktır O." Tevbe.31.
"Kim ki Rabb’ine kavuşmayı umuyor, iyi işler (salih amel) yapsın; ve ibadetinde kimseyi ortak koşmasın Rabb’ine" Kehf.110
"Gerçek şu ki, biz her ümmete, 'Allah'a ibâdet edin, tâğut'tan da kaçının' diye(n) bir Resul gönderdik..." Nahl.36
Yukarıda son ayette geçen tâğut’’ terimi kitabın ana konusu olan diğer dört terimle de yakından ilgilidir. ‘’Tâğut’' teriminin önemi sebebiyle kitabımızın dipnotunda geçen açıklamayı İngilizceye çevirisini yapan kişinin notu ile birlikte alıntılamayı uygun buldum.
‘’Sırf lügat anlamıyla’’tâğut’’ şu ya da bu konuda haddi aşan, taşkınlık ve azgınlık yapan kimse demektir. Terim olarak ise, bir kul ve yaratık olarak kendisine uygun düşen konumu ve statüyü aşarak kendisinde tanrısal nitelikler vehmeden; yapılması ya da gerçekleştirilmesi ancak Allah'ın kudret ve yetkisinde olan işleri yapmaya kalkışıp bu hususta üstünlük ve yücelik iddialarıyla ortaya çıkan; insanları açık ya da kapalı kendisine kulluğa çağıran ve bu yolda gerekirse zora başvuran kimseler, güçler ve sistemler için kullanılır. İnsanın, yaratıcısı karşısında sergileyebileceği isyan ve taşkınlığı üç kademede düşünmek mümkündür. Bunlardan birincisi: İnsanın, ilke olarak, yaratıcısına nasıl gerekiyorsa öylece itaat ve teslimiyet içinde olması gerektiğine inandığı halde, sıra eylem ve aksiyona gelince duralaması ya da çizgiden dışarı çıkması. Bu duruma FISK diyoruz, ikinci kademe: insanın, Allah'a karşı göstermesi gereken itaat ve teslimiyeti bilerek ve ilke olarak terk edip heva ve heveslerine, vehim ve insiyaklarına uyup, Allah'a kulluk edercesine yürekten ve bağlanarak Allah'tan başkasına ya da başkalarına kulluk etmeyi yeğlemesi. KÜFR diyoruz bu duruma da. Allah'a karşı gösterilebilecek taşkınlığın, azgınlığın en ileri ve nihaî merhalesi ise: Allah'a baş kaldırıp O’nu ve O’nun yarattıkları üzerindeki yasama hak ve yetkilerini inkârla kalmayıp, bu hak ve yetkilere el koymaya, yeryüzünde ve insanlar üzerinde hükmetmeye kalkışmaktır. Taşkınlık ve azgınlığını bu sınıra vardıran kişi, zümre, sınıf, sistem ve organizasyonlar için Kur'an-ı Kerimde TAĞUT teriminin kullanıldığını görüyoruz. Yine Kur'an-ı Kerimde, Tağut'u inkâr edip ona baş kaldırmayanların mümin sayılamayacaklarını çıkarsıyoruz. (Mevdudl)
İngilizceye çevirenin notu: Yukarda yapılan tanımlamaların ışığında fark edilecektir ki: kısmen ya da tamamen Kur'anî ilkelere sırt çevirip, bunların yerine Kur’an’a aykırı yasalar ikame eden yöneticilerin, ister istemez TÂĞÛT kategorisi içinde mütalaa edilmeleri gerektir. Bu sınıfa giren yöneticilerin kendilerini İslâm'a bağlı görmeleri ya da böyle göstermeleri, hatta çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumların maddî çıkar ve yükselmelerine matuf amaçlar serdederek öne çıkmaları durumu değiştirmez. Böylelerinin, Müslümanların vükselmelerinden anladıkları şey onların omuzlarına basarak kendi yükselişlerini hazırlamaktan ibarettir ve bunun için de sıkça kullandıkları yol, ya toplumları İslam öncesi (cahili) kültürün karanlık bulutları içine sokan yoldur, ya da kokuşmuş Batı kültürünün dipsiz bataklıklarına götüren yol.( Ebu Asad)
(Ya da, "DİN" sözcüğünün ilerde göreceğimiz "yol, düzen, yasa" gibi çağrışımları göz önünde bulundurularak, Zümer-11 de geçen ayetin daha açık bir ifadesiyle: "De ki, ben yasa ve düzen koyup, yol göstermek işini yalnızca Allah'a özgü bilerek, Ona kulluk etmekle emr olundum.") diye de çevirisi yapılabilir.’’
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez, O'na boyun eğmişken ve hepsi O'na döndürülecekken, onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar..." Âl-i Imrân.83
Yukarıya aldığımız ayetler söz konusu terimlerle ilgili örneklerden sadece bir kaçı. Üstünkörü bilgileri aşarak Kur'an-ı Kerim'e az çok derinlemesine eğilen dikkatli bir okuyucu, ilâhî mesajın hemen bütünüyle bu dört terimin çevresinde odaklandığını ve kitabın nerdeyse tamamında merkezî öğretinin (talimatın) öz olarak aşağıdaki gibi ifade edilebileceğini görmekte gecikmeyecektir:
Allah Rab'dır ve İlâh'dır.
O'ndan başka Rab da yoktur, İlâh da. (Bu iki terimin ifade ve ihata ettiği sıfat ve nitelikleri O'ndan başkasında aramak, O'ndan başkasına yakıştırmak sapıklıktır.)
O halde, insan, yalnızca ve yalnızca O'na kulluk (ibâdet) etmelidir.
Ve yine insan, bu gerçeklerin bir gereği olarak, Kur'anî ifadeyle, "dini yalnızca O'na has kılmalı", O'nun hoşnut olacağı yolu izleyip, O'nun önerdiği yaşama biçimini kendine din olarak seçmelidir.
Buraya kadar zikredilen ayetlerdeki merkezî konumlarına bakılacak olursa, bahse konu olan bu dört terimin bütün îmâ ve çağrışımlarıyla sıhhatli bir biçimde kavranmış olmasının, topyekûn Kur'an mesajının gereği gibi anlaşılmasında ne kadar hayatî bir önem taşıdığı açıktır. İlâh ya da Rab sözcüğünün tam olarak ne anlama geldiğini bilmeyen, ibâdet sözcüğünün semantik planda (anlam bilgisi) hangi alanı kuşattığını kestiremeyen, din sözcüğünün işaret ettiği istikameti fark edemeyen birine Kur'an'ın söyleyeceği fazla bir şey yoktur. Böyle birinin 'Tevhid' düşüncesini gereği gibi kavramakta güçlük çekeceği çok açıktır.
Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, anlamının derinliklerine inmek isteyen kimsenin bu dört kavramdan her birinin gerçek anlamlarını bilmesi, tam ve kapsamlı olarak neyi ifade ettiklerini anlaması gerekir. İnsan ilâhın ne olduğunu, Rabb'in ne anlama geldiğini, ibâdetin neden ibaret olduğunu, dinin neye dendiğim anlamazsa, şüphesiz, Kur'an-ı Kerim'in tamamı onun gözleri önünden, mânâsından hiç bir şey anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider. Bu durumda da, tevhidin hakikatini bilemez; şirkin anlamını kavrayamaz; ibâdetini Allah'a tahsis etmeye gücü yetmediği gibi, Din'inde de ihlasla Allah'a yönelemez. Bu dört terimin ifâde etmek istediği mânâ zihinlerde kapalı, karışık kalırsa ve onların mânâları hakkında insanın bilgisi noksan olursa, tabii ki ona Kur'an-ı Kerim'in hidayet ve irşad adına sunduğu şeyler karışık görünür. Kur'an-ı Kerim'e inanmakla beraber, inancı ile bütün amelleri noksan kalır. Durmadan "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhidini tekrarladığı halde Allah'tan başka birçok ilâhlar edinir. Her zaman Allah'tan başka Rab olmadığını söyler durur; fakat pratikte Allah'ın dışında başka Rablara itaat eder; boyun eğer. Bütün doğruluk ve ihlası ile Allah'tan başkasına ibâdet etmediğinden, O'ndan başkasına boyun eğmediğinden dem vurur da bunun yanında Allah'tan gayri bir çok ilâhların kulluğuna bağlanır, kalır. Yine aynı şekilde bütün şiddet ve kuvvetiyle Allah'ın dininin gölge ve himayesinde olduğunu bağıra bağıra söyler. Birisi kalkıp kendisini İslam'dan başka bir dine nisbet ederse, ona hücum eder, savaş açar da, bütün bunlara rağmen çeşitli dinlere bağlanmış olarak yaşar durur.
Şüphesiz ki bu şahıs Allah'tan başkasına dua etmez, O'ndan başkasını ilâh ve Rab olarak adlandırmaz. Lakin bunu sadece dili ile yapar. Bunun yanında bu iki kelimenin kullanıldığı anlamda birçok ilâhlar, çeşitli rabler edinir de, bundan haberi bile olmaz. Bu durumdaki birisine, başka başka ilâh ve rableri Allah'a ortak ettiğim ve dinde şirk koştuğunu anlatarak uyandırmak istediğin zaman üzerine hücum eder ve buna şiddetle tepki gösterir. Ama o gerçekte, dinin ve İbâdetin gerçek amaçları bakımından şüphesiz ki Allah'tan başkasına ibâdet etmekte ve O'nun dininden başka bir dine girmiş bulunmaktadır. Buna rağmen böyle bir kimse, gerçekte işlediği amellerin Allah'tan başkasına kulluk anlamına geldiğim bilmez. Oysa içinde bulunduğu durum, aslında Allah'ın hoşnutluğunu taşımayan başka bir Din'in ifadesidir.’’
Mevdudi şuan için bu dört terime verilen manaların yanlış manalar olduğunu söylemekte ve yukarıda da geniş bir şekilde anlattığı bu yanlış bilgilenmenin sebeplerini de şu şekilde açıklamaktadır.
‘’Yukarıda söz konusu edilen yanlış bilgilenmelerin, yanlış anlamaların, büyük ölçüde bu terimlerin Müslüman kitlelerin dilinde uzun bir tarihsel süreç içinde geçirdiği anlam değişmelerinden, anlam sapmalarından kaynaklandığını ortaya koymak zor değildir. Kur'an'ın indirildiği dönemde, sözgelimi ilâh ve Rab sözcüklerinin, Araplar için anlamı çok iyi bilinen sözcüklerden olduklarında şüphe yoktur. Çünkü her iki sözcük de Kur'an'dan önceki dönemlerden beri Arap dilinde bilinen ve aktüel olarak kullanılan sözcüklerdi; bu dile ilk kez Kur'an'la girmedikleri gibi, Kur'an'da kullanılmakla da, lügat anlamı olarak daha önce bünyelerinde bulunmayan yeni anlam ya da çağrışımlarla yüklenmiş olmadılar. O gün, Arap dilini kullanan herkes bu sözcüklerin işaret ettiği dil dışı karşılığı bütün çağrışımları ve semantik nüanslarıyla birlikte, hemen hiç bir zihin kırışıklığına düşmeden tasavvur edebiliyordu. Söz gelimi, ona "Allah'tan başka ilâh yok" dendiği ya da Allah'ın, bu iki sözcüğün imâ ve işaret ettiği sıfat ve keyfiyetleri hiç kimseyle ve hiç bir şeyle paylaşmadığı söylendiği zaman o günkü Arap bu mesajın ifâde ettiği anlamı bütün kapsam ve fiili yaptırımlarıyla birlikte, hiç bir semantik bulanıklığa düşmeden olduğu gibi anlayabiliyor; bu mesajla münhasıran Allah'a tahsis edilmesi ve dolayısıyla başkalarına kapalı tutulması öngörülen alanı, hiç bir sınır belirsizliğine düşmeden hemen kestirebiliyordu. Pek tabii, burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, Arabın sözü geçen mesajı zihnen kabul edip etmemesi değil, sırf birer dil objesi olarak baktığı zaman da bu sözcüklerin işaret ettiği ufku görebilmesi, semantik yapılarına ya da muhtevalarına vukuf sağlayabilmesidir. Bu durum, bu sözcüklerin çevresinde vaz'edilen ilke ve öğretiye şu ya da bu sebeple karşı çıkan
Ne var ki, Kur'an'ın indirildiği o açıklık, aydınlık dönem üzerinden yüzyıllar geçip giderken, pek çok Kur'anî terimin anlamında olduğu gibi, ele aldığımız bu dört anahtar terime yüklenen anlamlarda da, zaman içinde, belki kolay fark edilmeyen, ama terimlerin o ilk dönemlerde ortaya koyduğu sahih ve tevhidi etkiyi gölgeleyen ciddi bir takım değişmeler, dönüşmeler oldu; başka pek çok Kur'anî sözcük ve terim gibi bu terimler de esas anlam ve fonksiyonlarından ciddi kayıplar vererek daha sınırlı yüklemlerle kullanılır oldular; etki ve nüansları bakımından kuşaktan kuşağa yoksullaşıp belirsizleştiler. Arap diline duyulan ilginin zaman içinde uğradığı tedrici gerileme, Kur'anî sözcük ve terimlerin geçirdiği bu semantik değişmenin ya da yoksullaşmanın sebeplerinden biri olarak gösterilebilir belki; ama bize kalırsa, söz konusu olguda asıl belirleyici saiki, toplumsal ve kültürel değişmelerin, özellikle de siyasal tercih ve temayüllerin topyekûn dil üzerindeki ve daha zorlayıcı, daha sınırlayıcı olmak üzere dinsel diskur (söylem) üzerindeki dönüştürücü etkisinde aramak daha doğru olur, herhalde. Yoksa Arapça konuşan halklar arasında bile söz konusu terimlerin ilk dönemlerdeki etki ve güçlerinden pek çok şey kaybederek kuşaktan kuşağa farklı anlam ve yüklemlerle kullanılır olması gerçeğine inandırıcı bir açıklama bulmamız büsbütün zorlaşır. Şu ya da bu, sebep ne olursa olsun, Kur'anî terim ve sözcükler çevresindeki bu anlam korozyonu (aşınma, bozulma) giderek o kadar belirgin ve yaygın bir hal almıştır ki, son yüzyıllarda görülen çoğu lügat ve tefsirlerde pek çok anahtar sözcük ve terim artık orjinal lügat anlamlarıyla değil de, sonraki kuşakların dilinde aşına aşma özünden uzaklaşan kısır anlam kırıntılarıyla yer alır olmuştur.
O kadar ki, bu 'zamane' lügat ve tefsirlerde, sözgelimi, ilâh sözcüğüne karşılık olarak put, idol, ikon gibi sadece etnoloji öğrencilerinin ilgisini çekebilecek karşılıklar bulduğumuz zaman şaşırmıyoruz artık, 'Rab' sözcüğü ise bugün, besleyip büyüten, yetiştiren gibi dar ve sınırlı anlamıyla dinî metinlerdeki kullanımı ve tabii bir de köksüz, umutsuz ve eğitimsiz bırakılmış aşağı tabakadan
Bu anlam ve kavram dejenerasyonunun kurbanı olan sözcüklerden biri de, Kuran tefhimatının (anlam örgüsünün) odak terimlerinden biri olan 'tâğut' sözcüğüdür; son dönem lügat ve metinlerde (meal, tefsir vb.) bu sözcük, olabilecek en pasif ve etkisiz çağrışımlarına indirgenerek, 'put' ya da 'şeytan' sözcüklerinin eşanlamlısı olarak verilir olmuştur.
Huşu, mahviyet ve tapınma duygusuyla Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmediklerine göre, Kur'an, bu yolda başka ne isteyebilirdi ki onlardan? İnsan elinden çıkmış putlara tapmamanın, biçim yanıyla bu tür törensel davranışlardan uzak durmanın, ibâdet kavramına yüklenen ritüel tazim ve sığınma tavrını putlara yöneltmemenin, yaşama sınavının yükü altında pek çok 'tâğut'un karşısında korkuyla küçülüp, pek çoğuna da umut bağlamış olmaktan kurtarmaya yetmeyeceğini anlaması elbette
İncelememize konu olan bu Kur'anî terimler çevresinde zaman içinde oluşan, ya da daha doğru bir deyişle, Kur'an dışı kültürler, dinler ve eğilimler eliyle oluşturulan bu kavramsal bulanıklığın, kaçınılmaz olarak Kur'anî öğretinin bizatihi kendisinin de net olarak görülmesini, merkezî talimatının açık seçik anlaşılmasını önlediği bir vakıadır. Biçimsel planda İslâm'a bağlılığını sürdüren Müslüman toplum ya da topluluklara mensup görünen çoğu insanın inanç ve davranışlarında görülen zaaf ve çarpıklığın temel sebebidir bu. İşte bu sebepledir ki, söz konusu terimlerin gerçek anlamlarının, kavramsal ihatalarının, îmâ ve çağrışım alanlarının tam ve doğru olarak keşfedilip öğrenilmesi hem Kuranın vaz'ettiği temel ilke ve öğretilerin doğru anlaşılması, hem de bu anlayış doğ
Yukarıda Mevdudi’nin değindiği konular bu konuları ilk kez okuyanlarımız açısından çok önemli konular. Aynı zamanda çok ürkütücü bir tablodur. Çünkü tüm zamanlar boyunca öğrendiğiniz şeylerin yanlış olma riski var. Eğer tarihsel süreç içerisinde bu terimlerin manalarındaki kaymalarını anlayamamış ve yanlış manalar yüklemiş iseniz bu sizlerin tüm emeklerinin boşa gitmesi anlamına geliyor. Mevdudi yukarıda aktardığı izahların konuyla ilgilenen her seviyedeki okuyucuyu tatmin etmeyebileceğini söylüyor. O yüzden ele alına terimlerin orijinal Arap dilindeki ilk karşılıkları ortaya çıkarılmadıkça bu terimlerin kavramlar örgüsü içerisindeki belirleyici konumları gösterilmedikçe yapılan her türlü açıklamanın kendisi ile aynı düşüncede olmayan kimseler nezdinde kişisel görüşler olarak ele alınacağını, kabul edilmeyeceğini düşünmektedir. Mevdudi kitabın ilerleyen bölümlerinde bu terimleri çok ayrıntılı bir biçimde Kur’an’daki kullanımlarına uygun düşen anlamlarıyla açıklamış. Bu terimlerin kadim Arap dilindeki kullanımlarından da örnekler vermiş. Doğrunu söylemek gerekirse itiraza yer vermeyecek müthiş bir eser ortaya koymuş. Kitabın ilerleyen bölümlerinde söz konusu terimlerle ilgili açıklamaları çok uzun tutmayı uygun bulmadım. Umarım sizler çok önemli bu terimlerle ilgili bölümleri çok dikkatli bir şekilde okursunuz.
İlk terimimiz ‘’İlah’’…
Mevdudi’nin kaleminden aktaralım;
‘’Kökü l (elif) - J (lâm)- (hâ) harflerinden oluşan bu "sülâsî" (üçlü, üç harfli) sözcüğün Arapça lügatlerde yer alan muhtelif karşılıklarını, bazı örneklerle birlikte, şöyle sıralayabiliriz:
1)Kulluk etmek
2)Birini korumak, himaye etmek; kurtarmak.
3) Şaşmak, şaşa kalmak; hayran olmak.
4) Korkudan birine sığınmak; "Filan kişide huzur ve emniyet buldum, ona sığındım, ona ısındım, ünsiyet ettim" denmek isteniyor.
5) Şaşa kalmak, üstün bir güç, olağanüstü bir fenomen ya da müteal bir varlık karşısında korkmak, şaşırmak, acze düşmek.
"And olsun, çevrenizdeki (izlerini, kalıntılarını görüp durduğunuz) şehirleri yıkıp mahvettik ; (oysa) belki dönerler diye ayetleri (alâmetleri) tekrar tekrar (ya da türlü yollarla) açıklamış, göstermiştik onlara."
"Hani, kendilerine Allah'tan başka yakınlar (hamiler, veliler), ilâhlar olarak seçtikleri (şeyler ya da kimseler) yardımlarına koşsalardı ya! Tersine bunlar berikilerden uzaklaştı, yok olup gittiler, onların yalan ve iftiralarını açıkta bırakarak." Ahkâf. 27–28
"...O'ndan başkalarını veliler (dostlar, yakınlar, hamiler) edinip de, 'Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz,' diyenler... İşte böylelerinin aralarında çekişip durdukları şeyler hakkında, şüphesiz, Allah hüküm verecektir..." Zumer. 3
"Allah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de yarar eriştirmeyecek olan şeylere (ya da kimselere) kulluk ediyor ve 'Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımız (şefaatçilerimiz) dir' diyorlar." Yunus. 18
"iki ilâh tutmayın", dedi Allah; "(çünkü) bir tek ilâhtır (ilâh olarak yönelmeniz gereken); öyleyse, yalnızca benden korkun!" Nahl.51
"...O'na ortak koşa geldiğiniz şeylerden korkmam ben, Rabbim bir şey dilemedikçe..." En'am.80
"Seni tanrılarımızdan (ilâhlarımızdan) biri fena çarpmış" demek kalıyor bize..." Hud.54
Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere, Araplar, kendilerini tanrılarının kayra ve gözetmesinden yoksun bırakacak, onların gazap ve öfkelerine yol açacak eylemlerin hastalık, kıtlık, can ve mal kaybı gibi felâket ve musibetlerle sonuçlanacağına inanıyor ve bu tür eylemlere bulaşarak tanrılarla arasını açan kimselerin er geç 'çarpılacaklarına' hükmediyorlardı.
"Allah'ı bırakıp bilginlerini (ilahiyatçılarını?) ve rahiplerini (meslekten din adamlarını) Rab yerine koydular. Meryem'in oğlu Mesih'i de. Oysa kendisinden başka ilâh olmayan o biricik ilâh'a, sadece O'na kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Ortak koşa geldikleri şeylerden (kimselerden) uzaktır O." Tevbe.31
"Hevâsını (arzu ve ihtiraslarını ya da düşkünlüklerini) tanrı (ilâh) edinen kişiyi gördün işte! Ona sen mi vekil olacaksın?" Furkan.43
"Yoksa, onların, din konusunda Allah'ın izin vermediği (olumlamadığı) şeyi (ya da işleri) kendilerine vaz'eden düzmece tanrıları (şürekâları) mı var? Şûra.21
Bu son âyetlerde 'ilâh' sözcüğü, daha önce gördüğümüzden biraz daha farklı bir yüklemle çıkıyor karşımıza; dikkat edilirse bu âyetlerde ilâh sözcüğüyle işaret edilen şeyler artık sadece, kendilerine tabiatüstü ya da aşkın (mute'al, trancendental) nitelikler yakıştırılan ve tabiat güçleri üzerinde tasarruf ve irade sahibi olduğuna inanılan varlıklar değil, aynı zamanda irâde ve buyruklarına uyulmak suretiyle ilâh mevkiine konan kişiler, iktidar sahibi liderler, din koyucu mevkiinde görülen meslekten ilahiyatçılar, din adamları ve hatta hakikat karşısında insanı inat ve lâkaydiye sürükleyen kişisel arzu ve hevesler (hevâ) ya da ihtiraslardır da. Burada, ilâh yerine konması kınanan şeyler, ne kendilerine körü körüne dua edilen muhayyel varlıklar, ne kendilerinden bir zarar ya da fayda beklenemeyecek sembolik şeyler (putlar, idoller, ve-senler) ve ne de yardım ve şefaatleri için kendilerine başvurulan mevhum ve ruhanî şahsiyetlerdir (ölüler, cedler, v.b.). Emir ve talimattan din ya da yasa olarak kabul görüp itaat edilen gerçek ve yaşayan kimselerdir burada dikkat çekilmek istenen. Emirlerine uyulan, yasaklarından kaçınılan, 'haram' ve 'helâl'in tayini konusunda yetki sahibi olarak görülen; hükümlerinde, yasama irâdelerinde daha üstün bir otoritenin onay ve murakabesine muhtaç ve bağlı olmaksızın bizatihi yetki ve otorite sahibi olduklarına inanılan kimseler ya da zümreler...
Yukarıya alınan âyetlerden ilki (9:31), Yahudi ve Hristiyanların, Allah'ı bırakıp, kendi ruhban ve ilahiyatçılarını nasıl Rab ve İlâh yerine koyduklarına işaret ediyor. Burada, Tirmizi'nin İbn Cerir'den, onun da Adiy bin Hâtem'den rivayet ettiği şu ünlü hadisi nakletmemiz, konuya açıklık getirmesi bakımından yerinde olacaktır. Rivayete göre, Adiy bin Hâtem, boynunda altından mamul bir haç, Allah Elçisinin (s.a.s.) yanına gelir. Allah Elçisi o sırada, yukarda zikri geçen âyeti okumaktadır. Adiy bin Hâtem, âyette imâ edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bahisle, "Onlar ruhbanlarına ilahiyatçılarına kulluk etmiyorlar ki" diye itiraz edecek olur. Allah Elçisi de bunun üzerine şu karşılığı verir: "Belki. Ancak, onlar berikilerine helâl olanı haram, haram olanı da helâl kılıyor, berikiler de onlara uyup itaat ediyorlar; Yahudi ve Hıristiyanların ruhban ve ilahiyatçılarına kulluk eder duruma düşmeleri böyle oluyor işte." Bu rivayetin açıkça ortaya koyduğu gibi, birilerini ilâh ya da Rab yerine koymanın başlıca yollarından biri, bu kimselerin din ve yasa koyucu planda, Allah'ın ne vaz' ettiğine bakmaksızın, bizatihi helâl ve haram olanı tayin edici mevkie konması oluyor, demek ki.
Son iki âyette 'ilâhlar' yerine 'şürekâ' ( ortaklar) tabiri kullanılıyor. Şirk, bilindiği üzere, ulûhiyyetinde Allah'a ortak koşmak, O'nun zâtına mahsus sıfat ya da vasıfları kısmen ya da tamamen başkalarına yakıştırmak; başkalarını da bu vasıflarla niteliyor duruma düşmek demektir. Bu son âyetlerden, kaynak ve temel olarak Yüce Allah'ın hükmüne, O'nun vaz' ettiği ölçülere dayanmadıkları halde, bireysel ve. toplumsal planda genel bir hayat düzeni olarak din ya da şeriat yerine ikâme edilen beşer ürünü yasaları, ilke ve töreler dizgesini olumlayıp, bunlara teslim olmanın da 'şirk' tavrının kapsamı içine girdiği, yani, bu yasaları, ilke ve töreleri koyan kişilere bilerek, isteyerek boyun eğmenin de, onları Yüce Allah'a ortak koşmakla aynı anlama geldiğini öğrenmiş oluyoruz.
Öngörü sahibi kimseler için, yukarda 'ilâh' sözcüğü çevresinde verilen anlamlar arasında açık ve dolaysız bir bağ olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. İnsan, bir başkasını, bir başka varlığı gaybî anlamda (tabiatüstü planda) kendisine yardımcı, veli ya da hami olarak görüyor, bu varlığın dualarını işitip icabet etmeye, sıkıntı ve ihtiyaçları giderip insan için gerekli ve yararlı olanı yaratmaya muktedir olduğuna inanıyorsa, bu inanç, hiç şüphesiz, insanın söz konusu varlığı âlemin tasarrufunda, tabiatın sevk ve idaresinde az ya da çok kudret ve otorite sahibi olarak görmesinin bir sonucudur. Benzer bir çıkarsamayla, insan eğer bir başka varlığın hoşnutluğunu kazanmak umuduyla bazı eylemlere girişiyor, hoşnutsuzluğuna yol açmak korkusuyla da bazı eylemlerden kaçınıyorsa, bunu, söz konusu varlığı insanın iş ve eylemleri üzerinde tedbir ve takdir edici (düzenleyici, değerlendirici) bir otorite sahibi olarak gördüğü için yapar. Allah'a inandığı halde, ancak Allah'tan bilinmesi, beklenilmesi gereken yardım ve esirgemeyi başkalarından uman kimse de bunu ancak kudret ve otoriteyi zımnen Allah'la başkaları arasında paylaştırarak yapabilir, şüphesiz. Ve nihayet, Allah'tan başkasının hüküm ve buyruğunu uyulması, bağlanılması gereken bir yasa olarak gören ve böyle birinin emir ve yasaklarını hayata yön verici ölçü ve esaslar olarak benimseyen kimse, dar anlamıyla din olarak ortaya koyduğu tercih ne olursa olsun, gerçekte üstün ve mute'al otorite olarak Allah yerine bir başkasını ya da başkalarını ikâme etmiş demektir. Bütün bu açıklamalardan sonra artık rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, ulûhiyyet fikrinin özü ve temeli otoritedir; bu otorite ister tüm yaratılmışlar âleminde koyduğu fizik, metafizik yasalarla hükümfermâ olduğuna inanılan üstün bir varlığa ait olsun, ister beşeri dünyada bireysel ve toplumsal ilişkilerin tanzim ve yönlendirilmesinde hüküm ve öğretisine (ya da irşadına) itibar edilen, başvurulan bir varlığa, beşerden birine ya da bir sınıfa, bir zümreye ait olsun...
Kur'an-ı Kerim'de de, Allah'tan başkasına yakıştırılan ulûhiyyetin sahteliği ortaya konulup gerçek ulûhiyyetin sadece ve sadece Allah'a ait olduğu vaz' edilirken ısrarla üzerinde durulup dikkat çekilen kavram yine otorite kavramıdır. Kur'an'da tekrar tekrar ifâde edilmektedir ki, göklerde ve yerde gerçek ve yegâne kudret ve otorite sahibi Allah'dır (c.c); tüm yaratılış ve topyekûn yaratılmışlar.’’
İkinci terimimiz Rabb…
"Rab" sözcüğünün Kuranda yukarda verilen bütün anlamlarda kullanıldığını görüyoruz; pek tabii bu anlamlardan bazen yalnızca birini, bazen iki ya da daha fazlasını, bazen de hemen hepsini kucaklayarak. Bunu aşağıdaki ayetlerde açıkça göreceğiz:
1.Anlamda:
"(Yusuf): "Allah'a sığınırım" dedi, "doğrusu O benim Rabbimdir, bana güzel baktı..." Yusuf.23
2.Anlamda: (Birinci anlamla da belli bir ilgi ve uyum
taşıyarak):
"(Rab bilip, kulluk ettiklerinizin) hepsi benim düşmanlarımdır, Alemlerin Rabbi’nden başka;
"O'dur beni yaratan ve beni doğru yola yönelten
"De ki, Allah'tan başka Rab mi arayayım, O her şeyin Rabbi iken?" Enam. 164
"Doğunun ve Batının Rabbi'dir O; O'ndan başka ilâh yoktur; öyleyse O'na güven (O'na dayan, O'nu Vekil tut.)" Müzemmil.9
3.Anlamda:
"'....Rabbiniz O; ve O'na döndürüleceksiniz." Hûd.34
"....Sonra dönüşünüz Rabbinizedir..." Zümer.7
De ki, Rabbimiz (bizi ve sizi) hepimizi bir araya toplayacak...." Sebbe, 26
4.Anlamda: (Bazı bakımlardan üçüncü anlamı da kuşanarak;
"Allah yerine, bilginlerini ve rahiplerini Rabbler edindiler..." Tevbe.31
"...Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi Rab yerine koymayalım...."Al-i İmrân.64
Bu son iki âyette kullanılan orjinal sözcük, 'Rab' sözcüğünün çoğulu olan 'erbab'" sözcüğüdür ve bu sözcük, insanların nihaî otorite yerine koyup sözüne ve hükmüne yasa gözüyle baktıkları dinî liderlere, bilginlere (ilahiyatçılara), rahiplere yakıştırılan niteliği işaret etmek için kullanılmıştır. Burada, Allah katından hiç bir ruhsat ya da delile dayanmaksızın helâl ve haram konusundaki hükümlerine inanılıp boyun eğilen, kendilerinde mutlak ve bağımsız bir buyurma ve yasaklama yetkisi vehmedilen kimseler söz konusudur.
"Ey zindan arkadaşlarım, sizden biriniz efendisine (Rabbine) içki sunacak....
" O iki kişiden, kurtulacağını sandığı kimseye, "Beni efendinin {Rabbinin) yanında an." dedi. Ne var ki, şeytan ona, efendisine (Rabbine) söylemeyi unutturdu...." Yusuf.41-42
"....Elçi yanına gelince (Yusuf): "Efendine (Rabbine) dön de ona sor, dedi, "ellerini kesen o kadınların amacı neydi? Şüphesiz benim Rabb'im onların hîle (ve düzenlerini) bilir!" Yusuf.50
Son iki âyetin orjinal metnine bakacak olursak, orada Hz. Yusuf un diliyle. Mısır meliki ya da azizi için karşılığı çok kez meallerde 'efendi' olarak verilen 'Rab' sözcüğünün kullanılmış olduğunu görürüz. Bu kullanım tam da 'Rab' sözcüğünün, itibari de olsa, "hüküm ve sulta sahibi olarak görüldüğü için kendisine itaat edilen, efendi yerine konan kimse" şeklinde yapılabilecek aktüel tanımlamasına denk düşmektedir. Nitekim Hz. Yusuf un diliyle Mısır Azizi'ni ima için bu sözcüğün kullanılması, sırf
Mevdu’di ‘’Rabb’’ teriminin geniş anlamlarına değindikten sonra bu terim üzerindeki çarpık anlayışların neler olduğu konusunda Kur’anı Kerimde bahsi geçen kavimlerin ve bu toplumlarda bulunan hakim eğilim ve anlayışların kendi şartları içerisinde incelenmesi gerektiğini söylemektedir.
Bu bağlamda Mevdudi’nin geniş biçimde Kitabına konu edindiği kavimlerden Hz İbrahim’in, Firavun’un (Hz Musa’nın) kavimleri ile Yahudi ve Hıristiyanlar ile Arap Müşriklerini aktarmayı uygun gördüm. Bu kavimlerin Rabb terimine yüklediği anlamları görünce kendi toplumumuzda da bu çarpık anlayışların oldukça fazla olduğunu göreceksiniz. Hatta ‘’Rabb’’ terimi ile ilgili bu çarpık anlamları din eğitimi almış kişilerinde savunduğunu görünce şaşıracaksınız.
Hz. İbrahim (A.s.)'ın Kavmi ve Nemrûd
İçinden çıktığı toplumun yerleşik inanç ve eğilimlerinin neler olduğunu ve aynı toplumun tevhid çağrısı karşısında nasıl bir tepki ortaya koyduğunu araştırırken, önce, düşünme çağına henüz ulaşan genç İbrahim (a.s.)'ın gerçeği ararken izlediği muhakeme sürecini anlamaya çalışmak yerinde olacaktır:
"Üzerine gece çöktüğü zaman, bir yıldız gördü, 'işte budur Rabb 'im' dedi; ama ne zaman ki, o yıldız battı, 'Ben batıp gidenleri sevmem', dedi.
"Ayı doğarken gördüğü zaman, 'İşte budur Rabb'im, dedi; ama ne zaman ki, Ay battı'Rabbim beni doğruya yöneltmeseydi, mutlaka, yoldan çıkmış insanlardan biri olurdum', dedi.
"Güneşi doğarken gördüğü zaman, 'îşte, budur Rabb'im,' dedi, 'bu en büyük.'. Ama ne zaman ki, Güneş de battı, 'Ey kavmim' dedi, 'ben sizin (Allah'a) or-tak koşageldiğiniz şeylerden uzağım."
"Ben yüzümü dosdoğru, 'gökleri ve yeri yoktan var eden'e çevirdim ve ben müşriklerden (ortak koşanlardan) değilim." Enam.76-77-78-79
Yukardaki âyetler ve özellikle bu âyetlerin altı çizilen bölümleri açıkça göstermektedir ki, Hz. İbrahim'in içinde doğup, yetiştiği toplum, bir takım gök cisimlerini, yıldızları ve gezegenleri tanrısal varlıklar olarak görüp onlara tapınmakla birlikte, göklerin ve yerin yaratıcısı, âlemlerin Rabbi olarak hiç de Allah'ı tanımazlık, bilmezlik tavrı içinde değiller. Allah'ı yaratıcı Rab olarak görüyorlar ama yıldızları, ayı ve güneşi O'na ortak koşuyorlar.
Hz. İbrahim, bir resul olarak görevlendirilip de insanları Allah'ın dinine çağırmaya başladığı zaman, yukarıdaki sorgulamayı artık kendi kendisiyle ve sadece düşüncede değil, kavmiyle ve şifahî olarak da yapacaktır:
"Siz, Allah'ın, hakkında hiç bir belge indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben niçin sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkayım?..." Enam.81
"Sizden de, sizin Allah'tan başka çağırdıklarınızdan da uzak duruyor ve Rabb'ime sığınıyorum..." Meryem.48
"Hayır 'dedi,' göklerin ve yerin Rabb’bidir ki, onları yoktan var etmiştir. Ve ben de bunun tanıklarındanım." Enbiyâ.56
"Peki, siz Allah'ı bırakıp da size ne bir fayda ve ne de bir zarar veremeyecek olan şeylere mi kulluk ediyorsunuz?" Enbiyâ.66
"Allah'ı bırakıp düzmece tanrılar mı istiyorsunuz
"Sizden ve sizin Allah'tan başka kulluk edegeldiklerinizden uzağız; sizi tanımıyoruz; sizinle bizim aramızda, siz sadece Allah'a inanıncaya kadar sürecek bir
düşmanlık ve nefret başlamıştır" " Mümtehine.4
Kur'an'da nakledildiği kadarıyla, Hz. İbrahim'le Nemrûd arasında geçen tartışma, incelediğimiz konu bakımından ilginç ipuçları verecektir:
"Allah, kendisine mülkü verdi diye, Rabb’i hakkında İbrahim'le tartışana ne dersin? İbrahim, ona, 'Benim Rabb’bim O'dur ki, yaşatır ve öldürür' dediği zaman, 'Ben de yaşatır ve öldürürüm' demişti. Bunun üzerine İbrahim, 'Peki, Allah güneşi doğudan yükseltir; haydi sen de onu batıdan yükselt!' deyince, o küfreden kimse şaşırıp kaldı. Allah zalimler topluluğunu doğru yola yöneltmez." Bakara.258
Burada, Hz. İbrahim'le Nemrûd arasındaki polemiğin, âyette veriliş tarzından anlaşıldığı kadarıyla, hiç de Allah'ın varlığı ya da yokluğu çevresinde cereyan etmediğini görmek güç değil. Mesele, izafî ve itibarî nüfuzunu ya da mülk üzerindeki geçici ve sınırlı otoritesini rablık iddiasına dayanak kılmak isteyen bir despotun, kudret ve azametini itiraz kabul etmeyen tezahürlerle ortaya koyan İbrahim'in Rabb'biyle boy ölçüşmeye kalkışmasıdır sadece. Yoksa, aynı despotun İbrahim'in Rabb'ini inkâr etmek şöyle dursun, İbrahim'in (a.s.) parlak dialektiği karşısında, şaşırıp kaldığına bakılırsa, kendi iddiasında bile mutlak bir zaafa düştüğü gün gibi ortadadır. Nemrûd'un en azından yerleşik kültürün ve geleneğin bir motifi olarak Allah'ın varlığından haberdar bir toplumdan çıktığına hükmetmek hiç de zor değildir. Öte yandan, sadece İbrahim tarafından bile olsa, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak kendisinden söz edilen Allah'ı inkâr edip, 'göklerin ve yerin yaratıcısı benim, ayı ve güneşi ben yönetiyorum' iddiasıyla insanların karşısına çıkması düpedüz onun deliliğine, mecnunluğuna delâlet ederdi ki, bu da bir lider, bir kral olarak onun mutlak zaafa uğraması demek olurdu; nitekim o da zaten iddiasını bu noktada frenlemek zorunda kalmış ve bir ahmak, bir deli olmadığını göstermeyi bilmiştir. Geriye kendi alanında, kendi mülkünde, insanların katında hüküm, sulta ve nüfuz sahibi olmak anlamında, efendilik ve hâmilik anlamında sınırlı bir Rablık iddiası kalıyor ki, Nemrûd'un da yaptığı budur. Yaratmak, besleyip büyütmek, hilkat ve yatkınlık vermek anlamındaki rubûbiyyet, Nemrûd'un gözünde de, ona tabi olan toplumun gözünde de semavî tanrılara, aya, güneşe, yıldızlara ve bu arada Allah'a aittir. Nemrûd'un Rablık id
Kur'an'da verilen tarihsel panoramada sıra, haklarında Nemrûd ve kavminden daha ciddi bilgi yanlışlarının, bulanık aktarımların yaygın olduğu Firavun ve kavmine geliyor şimdi. Yaygın görüşe göre, Firavun Allah'ın varlığını inkâr etmekle kalmamış, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak da kendi tanrılığını ilân etmiş; tebaası da o kadar dar görüşlü ve uymaca bir halkmış ki, onun bu akıldışı iddiasına, hemen hiç sorgulamadan, peki deyip boyun eğmiş, il'âhir... Oysa bu konuda Kur'an-ı Kerim'in ve tarihin verdiği ipuçlarını değerlendirdiğimiz zaman, görüyoruz ki, bu despotla halkının ulûhiyyet ve rubûbiyyet konusundaki sapık ve çarpık görüş ve inanışları, Nemrûd gibi daha önce sözü edilen lider ve toplumlarınkinden pek fazla farklı değil. Firavun ve halkının durumunda seçebildiğimiz tek ayma olgu, İsrailoğullarıyla içine girdikleri kavmî zıtlaşmanın, siyasî inatlaşmanın bir ürünü olarak, daha çok tepki ve gösteriş halinde ortaya konan zoraki bir ilhad (Allah'ın varlığına inanmama, dinsizlik), ve örneğine günümüzde de çok rastlanan moda ürünü bir tanrıtanımazlık olmuştur, denebilir.
Mısır Meliki tarafından kendisine yüksek yetki verilen Hz. Yusuf un, bu yetkinin sağladığı imkân ve nüfuza da dayanarak ilâhî misyonunu yerine getirmek için kendi çağında Mısır halkına tevhid düşüncesini ve îslâmî yaşama biçimini var gücüyle anlatmaya çalıştığından kuşku yoktur. Bu çabanın bir sonucu olarak, tüm Mısır halkının atalarının dinini terk edip de İslâm'a girdikleri düşünülemese bile, içlerinde Allah'ın varlığından ve O'nun göklerin ve yerin yaratıcısı muteal bir Rab olduğuna ilişkin söylemden habersiz bir tek kişinin bile kalmamış olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Hz. Yusuf un tebliğatı, Mısırlıları bütün bütün Tevhid inancına sokmamışsa da, en azından onlara Allah'ın varlığını ve O'nun tabiatüstü anlamda İlâh ve Rabb olduğunu öğretmiş olmalıdır. Böylece onların fiilen Allah'tan başka ilâhlara kulluk etmekle birlikte, Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini ve hatta O'nun öteki Rabların üstünde büyük ve mûteâl bir Rab olduğuna inandıklarını görüyoruz. Hz. Yusuf zamanında tohumu ekilen Tevhid düşüncesinin örtüle bozula, bazı çizgileriyle Musa (a.s.) zamanına kadar ulaştığını söyleyebiliriz.
Bunun böyle olduğunu, Kur'an-ı Kerim'de imanını gizleyen mü'min bir adam olarak nitelendirilen Kıpti soylunun Firavunun meclisinde yaptığı konuşmadan da çıkarabiliriz. Zikri geçen kişi, Firavun'un Hz. Musa'yı ölüme mahkûm ettiğini öğrendiği zaman, tepkisini cesur bir üslûp içinde şöyle dile getirir:
‘
"İnanan kişi ise, 'Ey kavmim,' dedi, 'Ben, önceki toplumların başına gelen günün, sizin de başınıza gelip çatmasından korkuyorum:
"Nuh kavminin, Ad ve Semûd'un ve onlardan sonrakilerin başına geldiği gibi... Allah kullar(ın)a zülüm olsun istemez." Mü'min 28, 29, 30, 31
'"Daha önce Yusuf da apaçık işaretler getirmişti size. Onun getirdiklerinden de hep şüphe edip durdunuz. Ne zaman ki öldü, 'Allah ondan sonra artık resul göndermez', dediniz. İşte böyle şaşırtır Allah, haddi aşanları, şüphede ileri gidenleri." Mü'min 34
'Ey kavmim, tuhaf değil mi, ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz;
İnanan bir soylunun ağzından verilen bütün bu tirad, güçlü kişiliğiyle Hz. Yusuf un Mısır halkı üzerinde bıraktığı etkinin yüzyıllar sonra bile hâlâ az çok devam ettiğini göstermektedir. Varlığını bir kültür ve an'ane unsuru olarak devam ettiriyor olsa bile, Hz. Yusuf öğretisinin Mısır toplumunun bilgi dağarcığında bıraktığı bakiye, bu toplumun Allah'ın varlığından; bir Rab ve İlâh olarak O'nun tabiat güçleri üzerindeki hüküm ve tasarrufundan; gazabından korkulan rahmetine ümit bağlanan üstün ve kahir bir mâbud olduğundan büsbütün habersiz kalmamasını sağlamıştı. Yukarıdaki son âyet, Mısırlıların ilâh ve Rab olarak Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini, ancak O'na bu konuda başkalarını ortak koştuklarını ortaya koyuyor.
Musa'dan (a.s.) üç ya da dört yüzyıl önce Mısır'ın idari ve ekonomik hayatında önemli bir rol üstlendiği anlaşılan Hz. Yusuf, güçlü kişiliğiyle sadece İslâm'ın tanınıp yayılmasına hizmet etmemiş, aynı zamanda İsrailoğullarının nüfuz ve prestij sahibi bir topluluk olarak Mısır'ın sosyo-politik hayatına girmelerini de sağlamıştı. İsrailoğullarının, bu güçlü konumlarını, Mısırlı ırkçı bir hanedanın iş başına geldiği Musa'dan (a.s.) hemen önceki döneme kadar sürdürdüklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Mısır'ın bu yeni yöneticilerinin, İsrailoğullarını hor görüp aşağılamakla kalmayıp, Hz. Yusuf döneminden sürüp gelen Tevhidi töre ve kültür mirasını da bütün izleriyle zaman içinde kararlı bir biçimde silip yok etmek ve Tevhid öncesi dönemlerin yerli müşrik kültür ve uygarlığını diriltmek çabası içine girdikleri anlaşılıyor. Tam da bu şartlar altında, İsrailoğulları içinden birinin, Hz. Musa'nın, Allah'ın Elçisi olarak karşılarına çıkması başta Firavun olmak üzere Mısır'ın yerli seçkinlerini derinden ürkütmüş olmalı. Onun kişiliğinde ve getirdiği öğretide, İsrailoğullarını eski prestij ve nüfuzlarına kavuşturacak siyasal gelişmeyi görmüş olmaları şüphe götürmez, işte, gerek bu korkunun verdiği telaş, gerek ırksal ön yargılar ve gerekse iki topluluk arasında geçmişe dayanan düşmanlık, Firavun'u Musa'nın (a.s.) çağrısına, olabilecek en olumsuz ve inatçı tepkiyle karşı koymaya itmiş görünüyor. Bunun içindir ki, Hz. Musa'ya "Bu 'Alemlerin Rabb’i de kim oluyor?" derken Firavun'un, bilmediği bir şeyi öğrenmek isteyen birinin merak ya da tecessüsüyle değil, neden bahsettiği bilinen bir hasma karşı küçümseme ve alayla konmak istenen bir meydan okuma tavrıyla konuştuğu hemen anlaşılıyor. Firavunun Allah'ın varlığından haberdar olduğu, Kur'an-ı Kerim'de canlandırılan başka sahnelerde sarf ettiği başka sözlerden de çıkarılabilir. Sözgelimi, bir keresinde halkını, Musa'nın (a.s.) Allah'ın Elçisi olmadığı yolunda iknaya çalışırken:
"Firavun, kavminin içinde seslenip, 'Ey kavmim', dedi, şu Mısır toprağı ve ayaklarımın altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? (Söyleyin), görmüyor musunuz?
'Hem, ben, meramını anlatmaktan âciz, şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?
'Üstelik, onun üzerine (gökten) altın takılar atılmalı; ya da melekler yardımcı olarak onunla beraber gelmeli değiller miydi?'
"(Firavun), kavmini (işte böyle) hafife alıp ahmak yerine koydu; onlar da ona boyun eğdiler; zaten fasık (yoldan çıkmış) bir kavimdi onlar." Zuhruf. 51,52, 53,54
"....Firavun ona: 'Ey Musa',dedi, 'doğrusu ben seni büyülenmiş biri olarak görüyorum.'
"Musa da ona: 'Bunları apaçık gerçekler olarak indirenin' dedi, 'göklerin ve yerin Rabb'inden başkası olmadığını pekâlâ anladın. Ey Firavun, doğrusu ben de seni, bu durumda, işi bitik biri olarak görüyorum'. " îsrâ.101,102.
Yine bir başka yerde Yüce Allah (c.c), Firavun ve tebaasının ortaya koyduğu tepkiyi şöyle tasvir ediyor:
"Onlara, gözlerine sokarcasına âyetlerimiz geldiği zaman, 'Apaçık bir büyü, bu' dediler.
"İçten içe gerçeği görüp anladıkları halde, sırf zulüm ve büyüklenme yüzünden onları yalanladılar"
Bu konuda Tâhâ Sûresinde de şunları okuyoruz:
"Musa onlara, 'Yazıklar olsun size!' dedi, 'Allah hakkında (böyle) yalan(lar) uydurmayın; yoksa azapla sizin kökünüzü kazır; doğrusu, iftira eden kimse her zaman ziyana uğrarmıştır!',
"Bunun üzerine onlar, işlerini kendi aralarında tartışıp, gizli görüşmeler yaptılar;
"Ve, 'Bu ikisinin büyücü oldukları belli;' dediler, 'büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek yol olarak seçip benimsediğiniz düzeni (yaşama biçimini) ortadan kaldırmak istiyorlar'." Tâhâ.61,62,63.
Hz. Musa'nın inzâr ve uyarılarının Firavun kavmi arasında ihtilaf ve çekişmelere yol açtığı anlaşılıyor; bu durum da onların, bu inzâr ve uyarıları pekâla ciddiye aldıklarını gösterir. İlâhı azap ve ceza tehdidi karşısında böylesine etkilenmiş olmaları, olsa olsa, Allah'ın kudret ve azameti hakkında içlerinde, üzeri örtülmüş de olsa, kalıntı halinde bir inanç ve hassasiyetin varlığını açığa vurmaktadır. Nitekim, Hz. Musa'nın çağrısı karşısında uygun olacak tavrı belirlerken düştükleri tereddüt ve çekişmelerin de kaynağı olan bu kalıntı halindeki inanç ve hassasiyeti anında örtüp bastırmak için seslerini yükseltmekte hiç vakit kaybetmiyor söven yöneticiler; Mısır'ın yerli halkının kavmiyet duygularını kamçılayarak, Musa ve Harun'a uymaları halinde, ülkede, İsrailoğullarının hükümranlığıyla sonuçlanacak muhtemel bir siyasî devrime karşı halkı uyarmak için bir mizansen düzenliyorlar. Yerleşik düzenlere karşı ciddi hareketlerin baş gösterdiği her yerde ve her dönemde iktidar seçkinlerinin vakit kaybetmeden sahneye koydukları bu 'din elden gidiyor, vatan elden gidiyor, rejim elden gidiyor' mizanseni o gün ilk ağızda Mısır'da da sonuç veriyor ve Mısır halkı, gemlerini çeken müstekbirlerin yanında ışık sızdırmayan bir duvar halinde, Allah'ın bu iki elçisi karşısında direnmek yolunu seçiyor.
Meselenin yukarıdaki âyetlerde apaçık işaret edilen siyasî veçhesini böylece gördükten sonra, şimdi, Hz. Musa'yla Firavun arasındaki uyuşmazlığın gerçek sebebini; bu sonuncuyla tebasının hangi noktada yoldan çıktıklarını, ve Firavunun hangi anlamda ilâhlık ve Rablik iddiasında bulunduğunu daha net ve açık bir biçimde ortaya koyabiliriz artık. Konu hakkında, ilgili âyetlerden hareketle vardığımız tesbitleri şöylece sıralamak mümkün:
"....'Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarına) (ya da tanrıçanı, tanrıça güneşi) terk etsinler diye mi başıboş bırakıyorsun?'...." A raf. 127
Buna karşılık, Hz. Musa'ya inanan kişi ötekilere şöyle sesleniyor:
"Siz beni, Allah'ı yok saymaya ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz..." Mü'min.42
Bu âyetleri, tarihî araştırmalar ve arkeolojik bulgularla birlikte değerlendirdiğimiz zaman, anlıyoruz ki, Firavun ve kavmi bir takım sembolik objeleri, mitolojik figürleri, 'Rab' teriminin ilk ve ikinci anlamıyla Allah'a ortak koşuyorlar ve belli bir takım törensel uygulamalarla onlara tapınıyorlardı. Şüphe yok ki, Firavun eğer sadece polemik olsun diye değil de, gerçekten kendisinin tabiatüstü nitelikte tek ilâh, tek Rab olduğunu iddia edip, göklerde ve yerde bu anlamda kendisinden başka ilâh ve Rab olmadığına gerçekten inanıyor olsaydı, o zaman ne kendi, ne de ona tabi olanlar başka ilâhlara tapınmazlardı.
2. Yine Kur'an-ı Kerim'de, Firavun'un şöyle dediği kaydediliyor:
"..'Ey seçkinler, sizin için benden başka ilâh tanımıyorum." Kasas.38
(Hz.Musa'ya:) "Eğer benden başka ilâh edinirsen, seni hapse atacağımdan şüphen olmasın." Şuarâ.29
Bu sözlerden Firavun'un, kendinden başka hiç bir ilâhın varlığını tanımadığı sonucunu çıkartmakta acele edilmemelidir. Gerçekte, bu sözlerden açık ve net olarak anladığımız tek husus, Firavun'un Hz. Musa'nın çağrısına karşı çıktığıdır. Bu çağrının da, Allah'ın sadece yaratıcı, ve mûte'al biricik İlâh olarak değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik v.b. birey ve toplum hayatının her alanında söz sahibi biricik yasa koyucu, gerçek hüküm ve sulta sahibi alarak tanınmasına ilişkin olduğu bellidir. Firavun ise, hükümde, sultada ve teşrîde, hani göklerde olmasa bile, hiç olmazsa yeryüzünde, kimseyi kendisine rakip olarak görmek istememekte ve bu anlamda eğer Musa kendisinden başka bir ilâh, bir sulta ve otorite sahibi tanırsa onu hapse atmakla tehdit etmeye kadar vardırmaktadır bu kaprisini.
Yine tarihin ve arkeolojinin de teyid ettiği gibi, Mısır firavunları kendilerinin metafizik anlamda mutlak hükümran olduklarını iddia etmekten çok, tanrılara (mesela güneş tanrısı Ra'ya) olan yakınlıklarından ötürü bir kutsallık ya da kutsanmışlık yakıştırmaktaydılar kendileri
"Ve Firavun topyekûn kavmine seslendi: 'Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve ayaklarımın altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" Zuh-ruf.51
Bu anlamdaki Rabblik iddiasını, hemen aynı çizgilerle Nemrûd'da da görmüştük:
Allah kendisine mülkü verdi diye İbrahim'le Rabb’i hakkında çekişene ne dersin?
Yine, Hz. Yusuf döneminde Mısır'ın başında bulunan Firavun'un Mısır halkı nezdinde güttüğü Rabliğin de esas itibariyle mülkî ve siyasî bir içerik taşıdığından şüphe yoktur.
4. Hz. Musa'yla Firavun ve çevresi arasında cereyan eden tartışmanın, Musa'nın (a.s) ötekileri, Alemlerin Rabb’i olan Allah'tan başka kimseyi, hiç bir düzeyde ve hiç bir anlamda ilâh ve Rab olarak görmemeleri gerektiği yolundaki uyarmasıyla başladığı aşikârdır. Tartışmanın asıl can alıcı noktası, kuşku yok ki, Musa'nın, mesajında, Allah'ın sadece göklerde ve tabiatüstü planda değil, yeryüzünde de, toplumsal ve siyasal planda gerçek hüküm ve sulta sahibi biricik ilâh ve Rab olduğu gerçeğini vurgulamasıdır. Bu gerçeği görmeye çağırmak; insanları, Allah'tan başka kulluk ve uyduluk edilen herkese ve her güce karşı başkaldırmaya, Allah'tan başka kimsenin yasama yetkisini tanımamaya çağırmak anlamına geliyordu. Nitekim Allah'ın Firavun ve kavmine gönderdiği elçi olmak sıfatıyla, Hz. Musa'nın görevi de insanları böyle onur kurtarıcı bir uyanışa çağırmak ve vahiy yoluyla algıladığı ilâhi emir ve yasakları tebliğ etmekten ibarettir. Öte yandan İlâhi yasaların tebliğinde ehil ve liyakat sahibi görüldüğüne göre, onların icrasında da Allah'ın Elçisi başı çekmeli ve dolayısıyla yönetme yetki ve otoritesini, Fira
"Doğrusu, onlardan önce Firavunun kavmini de sınadık; onlara onurlu, erdem sahibi bir Elçi gelmişti,
'Allah'ın kullarını bana bırakın; doğrusu ben sizin için güvenilir bir elçiyim' diyerek,
'Allah'a karşı küstahlık etmeyin; işte size apaçık bir kanıt getiriyorum." Duhân 17–18–19
"Doğrusu, biz, Firavun'a bir elçi gönderdiğimiz gibi, size de durumunuza tanıklık eden bir elçi gönderdik;
"Firavun Elçiye burun dikti; biz de onu amansızcasına yakaladık." Müzemmil. 15-16
"(Firavun): 'Sizin Rabb'iniz de kim oluyor, ey Musa?' dedi,
"(Musa): Rabb'imiz' dedi, 'her şeye hilkatini (yaratılışını) veren, sonra da doğru yola yöneltendir'." Tâhâ.49-50
"Firavun: 'Alemlerin Rabb’i de kim oluyor?' dedi,
'Göklerin ve yerin Rabb'ı dedi, Musa, 've bu ikisi arasında var olan her şeyin; tabii, eğer doğruyu arayıp, ona teslim olmaya niyetli kimselerseniz.'
"(Firavun) çevresinde bulunanlara, 'işitiyor musunuz?' dedi;
"O sizin de Rabb"iniz diye ekledi, Musa, 'geçmiş atalarınızın da Rabb’i.
"Bu size gönderilen elçi düpedüz delinin biri' dedi, Firavun;
"(Musa): 'Doğunun ve Batının Rabb'idir O,' dedi 'Ve ikisi arasında var olan her şeyin; tabii, eğer aklınızı kullanmak isterseniz'. (Bunun üzerine, Firavun): 'Şunu bil ki,' dedi, 'eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni mutlaka zindandakilerin yanına katacağım!" Şuârâ.23,24,25,26,27,28,29
"Sen sihrinle', dedi, Firavun, 'bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin, ey Musa?" Tâhâ.57
"Firavun: 'Bırakın, Musa'yı öldüreyim de Rabb'ini çağırsın bakalım!' dedi, 'Çünkü bunu yapmazsam, onun, dininizi değiştirmesinden ya da ülkede bozgunculuk çıkarmasından korkarım," Mü'min.26
"Ve, 'Bu ikisinin büyücü oldukları besbelli' dediler, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yol olarak seçip benimsediğiniz düzeni ortadan kaldırmak istiyorlar'." Tâhâ.63
Buraya kadar sıraladığımız âyetlerin ışığında rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, 'rubûbiyyet' konusunda, Nil vadisinde hüküm süren karanlık da, başka dönemlerde ve başka ülkelerde yaşayıp gitmiş toplumların gömüldüğü ruhsal ve zihinsel karanlıktan pek farklı değil. Ve yine
Yahudiler ve Hristiyanlar
"De ki; 'Ey Kitaplılar, gerçek ve doğru olanı bırakıp da, dininizde taşkınlığa, abartıya düşmeyin; başından beri sapmış, pek çoklarını da saptırmış ve böylece doğru ve düzgün yoldan ayrılmış bir topluluğun arzu ve isteklerine boyun eğmeyin'." Mâide.77
"Yahudiler: 'Üzeyir Allah'ın oğludur', Hıristiyanlar da, 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler; bu onların boşboğazca uydurduktan bir lakırdıdan ibarettir; kendilerinden önce yok sayan, yalanlayan toplumların sözüne, söylemine öykünüyorlar...." Tevbe.30
"Gerçek şu ki: 'Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir' diyenler kesinlikle küfretmişlerdir. Oysa, Mesih: 'Ey İsrailoğulları' demiştir, 'benim de, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a kulluk edin...'...." Maide.72
"Şüphesiz, 'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler kesinlikle küfretmişlerdir; çünkü tek İlah'tan başka ilâh yokki..." Mâide.73
"Ve Allah der ki; "Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara, "Allah'tan başka beni ve annemi de ilâh edinin' dedin?", 'Haşa', dedi, 'Seni tenzih ederim; hiç bir gerçeğe dayanmadan, nasıl böyle bir şey söylemiş olabilirim?...." Mâide.116
Yahudi ve Hıristiyanlarda görülen ve belki de ilkinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan ikinci ciddi sapıklık ise: teşrîde (yasamada), helâl ve haramın tâyininde içine düştükleri otorite sapmasıyla ilgilidir.
"Onlar, Allah'ı bırakıp, bilginlerini (ilahiyatçılarını ya da kâhinlerini) ve rahiplerini Rabler edindiler." Tev-be.31
"Kendilerine Kitaptan (ilimden) bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar cipt’e ve tâgut'a inanıyorlar ve küfredenlere: 'Bunlar, inananlardan daha doğru bir yol üzerindeler' diyorlar." Nisâ.51
"De ki, 'Allah katındaki karşılığı bakımından bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah kime ki lanet etmiş ve hışmını göstermiş, kimleri ki, tâgût'a kulluk etmelerinden ötürü maymunlara ve domuzlara döndürmüşse, işte onlar yer olarak daha kötü, daha aşağılıktırlar ve doğru ve düzgün yoldan daha uzaktırlar." Mâide.60
Cipt, müfessirlerin genel kanısına göre, falcılık, büyücülük, kâhinlik, müneccimlik gibi meslek ve uğraşları; uğur, tılsım, nazar gibi boş-inançları; ölülerle, ruhlarla, fizikötesi, gaybî güçlerle, mevhum varlıklarla kurulmaya çalışılan ya da kurulduğu iddia edilen her türlü spekülatif ilgi ve ilişkiyi; harflerle, sayılarla, tarihlerle, renklerle
Arap Müşrikleri
Tarihsel sıraya ve Kur'an'daki anlatıma bağlı kalarak incelediğimiz kavimler, toplumlar zincirinin son halkasını, irşad ve uyarılmaları için Hz. Muhammed'in görevlendirildiği; Kur'an mesajının da ilk ağızda ve doğrudan kendilerine hitap ettiği Arap toplumu, Arap müşrikleri oluşturuyor. Bunların ulûhiyyet ve rubûbiyyet konusundaki yanlış anlayışları, bozuk itikatları neydi? Allah'ın varlığını bilmiyor ya da bildikleri halde inkâr mı ediyorlardı? Kendilerine Allah'ın varlığını tanıtmak, kabul ettirmek için mi Resul gönderilmişti? Allah'ın 'Rab'lığı, İlahlığı konusunda kuşkuları vardı da, ya da böyle bir gerçekten tamamen habersizdiler de, Kur'an onların bu kuşkularını gidermek ya da onlara Allah'ın bir 'ilâh' ve 'Rab' olduğunu ilk kez haber vermek için mi indirilmişti? Allah'ın kulluk edilmeye lâyık bir tanrı, dua ve yakarışları işitip, yardıma yetişen bir Rab olduğuna inanmıyorlar mıydı? Lât, Menat, Uzza ve Hubel gibi putların, bir takım tapınma objelerinin, bir takım sembolik nesnelerin mi evrenin gerçek yaratıcısı, düzenleyicisi ve yöneticisi olduğuna inanıyorlardı? Bu düzmece tanrılar mıydı, hukukta, muamelatta ve toplum yönetiminde yasa koyucu olarak kendilerine başvurulan otoriteler? Arap müşriklerinin Allah'ın varlığını tanımadıkları imasıyla yüklü bu kabil bütün sorulara Kur'an-ı Kerim'de bulunabilecek bütün cevapların olumsuz olduğunu hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü Kur'an bu bakımdan incelendiği zaman hemen görülecektir ki, Arap müşrikleri sadece Allah'ın varlığını tanımakla kalmıyorlar, O'nun evrenin hatta öteki tanrıların yaratıcısı olduğuna da tereddütsüz inanıyor ve O'nu eşyaya ve insanlara hükmeden üstün ve büyük ilâh, büyük Rab olarak görüyorlardı. Hatta yeri gelince öteki tanrıları bir kenara bırakıp, son çare, büyük kapı olarak O'na başvurmaktan, törensel gösteriler içinde O'na sığınmaktan geri kalmıyorlardı. Onların gözünde de, âlemin yaratıcısı, mülkün sahibi ve yöneticisi, öteki tanrılar değil, Yüce Allah'tır yine:
'Allah'ın' diyecekler. De ki, 'Peki, o halde, düşünüp gerçeği görmeyecek misiniz artık?'
Yedi göğün Rabb'i kimdir?' diye sor, 'kimdir, büyük arşın Rabb'i?'
'Allah' diyecekler. De ki, 'Peki, öyleyse niçin sakınmıyorsunuz.?'
"De ki, 'Biliyorsanız, söyleyin hadi: her şeyin mülkünü (kaderini, künhünü) elinde tutan kim? Ve kim, koruyup kollayan; ama kendisine karşı kimsenin, kimseyi koruyup kollamayacağı?' '
'Allah'tır diyecekler. De ki, 'öyleyse, nasıl aldanıyorsunuz? (ya da nasıl büyüleniyorsunuz?)'
"Halbuki, biz onlara doğruyu, gerçeği (hakkı) getirdik; onlarsa düpedüz yalancılık yapıyorlar." Mü'mi-nûn.84,85,86,87,88,89,90.
"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Tu tun ki, (onlarla bir) gemidesiniz; gemi tatlı, hafif bir rüzgârla alıp götürüyor onları; onların da bu yüzden içleri rahat, seviniyorlar; ama birden azgın bir kasırga çıkıp gemiyi yakalıyor; her yandan dalgalar saldırıyor onlara. Bu durumda artık bütün bütün kuşatıldıklarını düşünürler; işte o an, dini Allah'a özgü kılarak (bütün kalpleriyle Allah'a sığınırak, Allah'a yönelerek) yakarırlar: 'Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, muhakkak sana şükreden kullardan olacağız!'
"Ama onları kurtarınca, hemen hakkı bırakıp yeryüzünde kötülük, taşkınlık yapmaya koyulurlar. Ey insanlar, kötülüğünüz, taşkınlığınız sadece kendi aleyhinizedir; dünya hayatının geçici avuntusu, hepsi bu; sonra dönüşünüz yine bize olacaktır ve o zaman yaptıklarınızı size bir bir söyleyeceğiz." Yunus.22,23.
"Denizde bir felaket, bir darlık başınıza geldiği zaman, O'nun dışında, bütün yalvarıp yakardıklarınız kaybolup gider; ama ne zaman ki sizi kurtarıp karaya çıkarırız, o zaman hemen yüz çevirirsiniz. Ne kadar nankördür insan!" îsrâ.67.
Mekke müşriklerinin birer ilâh ve Rab olarak itibar ettikleri öteki varlıklara gelince, Kur'an-ı Kerim bunları Arapların kendi ağızlarından şöyle dile getiriyor:
"....'Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye (ya da yaklaştırıyorlar diye) kulluk ediyoruz' diyerek Ondan başka veliler (dostlar, hamiler) edinenlere gelince..." Sâd.3.
"Allah'ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyecek olan şeylere kulluk ediyorlar ve 'Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımız (şefaatçilerimiz)' diyorlar..." Yûnus!l8
Arap müşriklerinin, bu düzmece tanrıları yaratıcı yerine koymadıkları, ayrıca onları hidayet bahşedici (doğruya yöneltici) ilâhlar olarak da görmedikleri anlaşılıyor:
"De ki, 'Hiç sizin, Allah'a ortak olarak benimsediğiniz şeylerden (ya da kimselerden) yaratmayı başlatabilecek ve sonra onu tekrarlayıp sürdürebilecek olan varmı?'. De ki, 'Yaratmaya başlayan ve tekrarlayıp sürdüren Allah'tır. Öyleyse nasıl yalana ve inkâra zorlanıyorsunuz?"
"De ki, 'Hiç sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden (ya da kimselerden) hakk'a yöneltecek olan var mı?
Bütün bu kabil sorulara karşılık, müşriklerin, her zamanki muarız tutumlarına rağmen, apaçık gerçeği görmezden gelemeyerek, ya beklenen doğru cevabı verdiklerini, ya da 'de ki' buyruğuyla Resûl'e söyletilen gerçeği susarak doğruladıklarını görüyoruz. Bu da onların, bu son âyetlerden anlaşıldığı gibi, yaratıcı ve hidayet edici Rab olarak; yaratıcı ve yarattığı her şeye kendi mahiyetine göre bir var olma ya da yaşama yolu ve yordamı bahşedici Rab olarak Lâfı, Uzza'yı, Menâfi değil, fakat Yüce Allah'ı tanıdıklarını gösteriyor. Peki, öyleyse, umumiyeti itibariyle Kur'an-ı Kerim'in indirilmesine sebep teşkil eden ve Allah Resulünün zihinlerden silmek ya da düzeltmek için yirmi üç yıl mücadele ettiği yanlış telakkiler, çarpık inançlar ve özellikle de, bu bölümün konusu olan 'rubûbiyyet' hakkında Tevhid inancıyla bağdaşmayan görüş ve eğilimler neydi, Mekke toplumunda? Bu sorunun cevabını Kur'-an'da ararken, görüyoruz ki, o günkü Arapları da Tevhid inancının dışında tutan, daha önceki toplumlarda olduğu gibi, başlıca iki basit ama ciddi hata, iki çarpık telakki var:
Ulûhiyyet ve rubûbiyyet konusunda, bu terimlerin tabiatüstü çağrışımları itibariyle, Araplar Allah'a bir takım ortaklar yakıştırıyorlar; meleklerin, aziz ya da ermiş diye bilinen bir takım ölmüş kimselerin, güneş, ay, yıldız gibi gök cisimlerinin, sebep sonuç bağlantısının ve olabilirlik koşullarının ötesinde, olaylar ve nesneler üzerinde etki ve tasarruf sahibi olduklarına inanıyorlardı. Bunun içindir ki, Allah'la beraber, zikri geçen varlıklara ya da mevhum (düzmece) tanrılara da kulluk göstermek istiyorlar; törensel başvurular ve dualarla onlardan da yardım umuyor, onları da yüceltip taziz etmek istiyorlardı.
Ticaret, muamelat, siyaset ve yönetim gibi dünyevî meselelere gelince, Araplar bu konularda Allah'ın Rab'lık sıfat ve yetkisini adetâ bilmezlikten gelerek, yasama ve buyurma yetkisini rahiplere ya da kâhinlere, kavim-kabile büyüklerine bırakıp, onların hükmüne boyun eğiyorlardı.
Arapların, birinci şıkta ifade etmeye çalıştığımız sapıklıkları konusunda Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniyor:
"İnsanlardan kimi de Allah'a kararsızca ve dönekçe kulluk eder; başına bir hayır, bir iyilik gelirse buna sevinir, hoşnut olur; ama başına bir belâ, bir kötülük gelirse, hemen yüz üstü geri döner. Böylesi, dünyayı da âhireti de kaybetmiştir; işte apaçık kayıp da budur zaten.
"(Yine böylesi), Allah'ı bırakıp, kendisine ne zarar, ne de yarar veremeyecek olan şeylere yalvarıp, yakarır. İşte en büyük sapıklık da budur.
"Zararı faydasından daha yakın olana yalvarır; bu ne kötü mevlâ (yardımcı) ve ne kötü arkadaş!" Hac. 11.12.13
"Allah'a karşı yalan uyduran ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Kuşkusuz, suçlular umduklarına ulaşamazlar.
"De ki, "Allah'ı bırakıp da, size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah her şeyi işiten, her şeyi görendir." Mâide.76
"Size ulaşan her nimet Allah'dandır. Sonra başınıza bir sıkıntı geldiği zaman, hemen O'na sığınırsınız.
"Sonra, sizden o sıkıntıyı giderdiği zaman, içinizden bir fırka (grup) hemen Rab'lerine ortak koşar;
"Sırf, kendilerine verdiğimiz nimeti nankörce örtüp gizlemek içindir, bu. Böylece hele oyalanın, bakalım; yakında gerçeği öğreneceksiniz.
Kendilerine verdiğimiz rızıktan, haklarında bir şey bilmedikleri şeylere de bir pay ayırıyorlar. Allah'a and olsun ki, uydura geldiğiniz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz." Nahl.53,54,55,56
Cahiliyye dönemi Araplannın, ikinci şıkta belirtilen sapıklıkları konusunda da Kur'an-ı Kerim şöyle tanıklık ediyor:
"Allah'ın yarattığı ekinden ve hayvanlardan, 'Bu Allah'a, bu da O'nun yanımızdaki ortaklanna' diyerek, güya Allah'a pay ayırıyorlar. Oysa, Allah'ın ortaklan olarak gördükleri kimseler için ayrılan, Allah'a ulaşmıyor; ama Allah için ayrılan, bu sözde 'ortaklar'a ulaşıyor. Bu hükmettikleri şey ne kötü!
"Bunun gibi, yine bu sözde 'ortakları' (hüküm ve kazada Allah'a ortak koşup, böylece ilâh ve Rab yerine koydukları kimseler), onları yıkıma sürüklemek ve dinlerini bozup karıştırmak için, müşriklerden çoğunu çocuklarının canına kıymaya özendirdiler. Oysa, eğer Allah dilemiş olsaydı, böyle yapmazlardı. Madem öyle, sen de onları iftiralarıyla baş başa bırak!" En'âm. 136-137
"Yoksa onların, din konusunda Allah'ın izin vermedi
Burada bu ayetten açıkça anlaşılan şudur ki; müşrik Arapların, din konusunda önderlerinin yasa koyucu tutum ve tavırlarına boyun eğmeleri, onları birer İlâh ve Rab olarak Allah'a ortak koşmalarından başka bir anlama gelmemektedir.
Bütün bu açıklamalardan sonra, 'Rab' kavramı çevresinde Kur'an-ı Kerîm'den çıkarmamız gereken öğretiyi şöyle özetleyebiliriz, sanırım:
Allah, beşer olarak bizim ve evrende var olan her şeyin Rabbi ve mürebbisidir (besleyip, büyüten, yetiştiren; yarattıklarını belli niteliklerle, yetilerle, yatkınlıklarla donatan; onların her birinin kendi karakterleri doğrultusunda inkişaf edip olgunlaşmalarını sağlayan ve bir yaratıcı olarak, yarattıklarının eksik ve ihtiyaçlarından haberdar olup onları karşılayan).
Yine Allah, bizim kefilimiz, velimiz ve vekilimizdir. Gerçek koruyucumuz, hamimiz de O'dur, kuşkusuz.
Böyle bir inanç, dünya görüşü ve yaşama düzeni içinde, kulluğa, mutlak itaat ve teslimiyete lâyık yegâne Rab, yegâne sahip Allah'tır.
Canlı/cansız, görünen/görünmeyen, tüm âlemlerin gerçek sahibi ve efendisi, mutlak yöneticisi ve gözeticisidir O.
Kur'an'dan çıkarsadığımız tanımlamaya göre, bütün bu sıfat ve niteliklerin hepsinin topluca 'rubâbiyyet' kavramı içinde düşünülmesi ve 'rubâbiyyet'in de bütün şümulüyle yalnızca Allah'a izafe edilmesi gerekmektedir. Hal böyleyken, gerek Arap müşrikleri ve gerekse tevhid öğretisinin karşısında yer alan öteki kavimler 'rubâbiyyet' kavramını, deyim yerindeyse, birbirinden bağımsız değişik anlam öbekleri halinde algılamak ve böylece bütünün değişik veçhelerini aktüel planda değişik varlıklara izafe etmek yanılgısına düşmüşlerdir. Daha önceki vahyî bildiriler gibi, öncelikle, vehim ve zanlara dayanan bu kabil tevhid dışı inanç ve tutumları gidermek için indirilmiş bulunan Kur'an da, keskin dialektiğiyle göstermiştir ki: sınırsız bir bolluk ve çeşitlilik içinde ıssız bucaksız evreni yaratan Rab başka, onun şaşmaz bir düzen ve ahenk içinde sürüp gitmesini sağlayan Rab başka olamaz; âkîl, gayr-ı âkîl tüm canlılara hayat veren Rab başka, onları büyütüp besleyen, barındıran, belli ilke ve yasalara göre çekip çeviren Rab başka olamaz ve nihayet insanı bir kan pıhtısından yaratan, onu öldüren ve diriltecek olan Rab başka, ona bireysel ve toplumsal hayatında uyacağı yasaları koyan, yürüyeceği yolu gösteren Rab başka olamaz. Bu itibarla, kim ki, rubûbiyyeti, şu ya da bu veçhesiyle kısmen de olsa, Allah'tan başka birine, bir kişiye, bir objeye, bir güce, bir sisteme yakıştırırsa, sadece, tüm varlığa hâkim en temel hakikate ters bir yol tutmuş, ona başkaldırmış olmakla kalmaz, böylece gösterdiği nankörlük yüzünden kendi ebedi mutluluğunu, esenliğini de tehlikeye atmış olur.
Üçüncü terimimiz İbadet…
Sözcüğün bu kök anlamından, kulluk, itaat, hizmet, ilâh yerine koyma, kayd (sınır, ölçü, bağlanca), men' (yasak, engel, mania) gibi birbirine yakın, birbirini tamamlayan anlamlar türemiştir.
Bütün bu lügat verilerinden hareketle, 'ali (â-be-de) fiil kökündeki ana yüklemin ya da merkezî anlamın, insanın, kendisinden üstün ve yüce gördüğü bir varlığın önünde eğilmesi; özgürlüğünden, bağımsızlığından vazgeçip, bu yolda her türlü direnmeyi, isyan ve dik başlığı bir kenara bırakıp böyle bir varlığın hüküm ve irâdesine baş eğmesi olduğunu söyleyebiliriz artık. 'İbâdet' ve 'Abd' sözcüklerinin bir Arabın zihninde uyandırdığı ilk çağrışımlar 'kulluk', 'kölelik' ve 'bağımlılık" tır. Bir köleden ya da kuldan zuhuru beklenen en belli başlı tavır, efendisine itaat etmek, onun arzu ve emirlerini yerine getirmek olduğuna göre, 'ibâdet' sözcüğünde de hâkim yüklemin, baş eğmek, boyun eğmek, itaat etmek ve teslim olmak anlamları çevresinde odaklandığını söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, kul ya da köle, kulluğu, köleliği bilerek isteyerek kendi seçimiyle benimsemişse, o zaman, efendisine sadece fiilen ve bedenen itaat etmekle kalmıyor, onu zihnen de kendisinden üstün görüp yüceltiyor demektir; bu durumda kulun, efendisine karşı, nimet ve ihsanlarından ötürü duyduğu minnet ve şükran duygularının, övgü ve yüceltmelerin, mahviyet içinde gösterdiği saygı ve teveccühün de 'ibâdet' olgusunun temel ifâde biçimlerinden olduğunu kaydetmek gerekir. Kul efendisine sadece fizikî ve haricî tesirlerin zoruyla değil de, aynı zamanda yürekten ve seçerek bağlıysa, o zaman bu bağlılığını göstermek için yollar arar ve bu arada bir takım anlamlı ifâde biçimlerine (salât, hac, kurban v.s.), temsilî eylemlere başvurur; bunların da 'ibadet' kavramının kapsamı içine girdiğini kaydedelim.
De ki: "Söyleyeyim mi size, Allah katında kötülükte bundan daha ileri olanı? Söyleyeyim mi, Tâgût'a kulluk ettikleri için Allah'ın lanet ve gazap ederek maymuna ve domuza çevirdiği kimseleri!... İşte, kötülükte en ileri olan bunlardır ve dümdüz yoldan sapıp çıkan da bunlar." Mâide.60
Gerçek şu ki, biz, her ümmetin içinden, onlara: "Allah'a kulluk(İbadet) edin ve tâgût'a sırt çevirin, ondan kaçının" diyen bir elçi çıkardık... Nahl.36
Tâgût'a kulluk(İbadet) etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere gelince... onlara müjdeler olsun! Haydi, sen de müjdele kullarımı! Zümer. 17
Bu üç âyette de 'tâgût'a ibâdetten kasıt, ona kulluk ve itaat üzere bulunmaktır. 'Tâgût'un, Allah'a karşı isyan ve azgınlık içinde olan; Allah'ın mülkünde kendi buyruk ve yasalarını hâkim kılmaya çalışan; baskı, vaad, ulufe ya da propaganda gibi yollarla insanları kendisine itaat ve kulluğa çağıran her türlü düzen, sistem, kişi, zümre Ve otoriteyi ifâde eden bir kavram olduğunu daha önce belirtmiştik. Kur an'a göre, bu tür sistem, kişi ya da zümreleri itaat mercii olarak tanıyıp, onların vazettiği buyruk ve yasalara bilerek isteyerek uymak düpedüz 'tâgût'a kulluk, 'tâgût'a ibâdet etmek anlamına gelmektedir.
Aşağıdaki âyette 'ibâdet' kelimesinin, uymak, boyun eğmek, itaat etmek anlamında kullanıldığını görüyoruz:
Ey âdemoğulları, ben sizden, "Şeytan'a kulluk(İbadet) etmeyeceksiniz (ona uymayacaksınız), çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır" diye söz almamış mıydım? Yâsin.60
"Ve tutun (tutuklayın) onlan ki, sorgulanacak kimselerdir onlar!
"Hadi söyleyin, neyiniz var, niçin yardımlaşmıyorsunuz?"
Hayır, o gün sinip kalmışlardır onlar.
Ve birbirlerini sorgulamaya koyulup,
Derler ki: "Hani, siz bizi temin ederek yanaşıp, sureti haktan görünmüştünüz?"
Ötekiler, "Hayır" derler, "sizler, kendiniz de inanan kimseler değildiniz zâten."
"Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz, bir kanıtımız yoktu; sizler, kendiniz azgın bir toplumdunuz." Sâffât.22...30
Yukarıdaki ayetlerde, Allah'tan başkalarına kulluk edenlerle, kendilerine kulluk edilenler arasında geçen temsilî diyalog açıkça göstermektedir ki, bu ikinciler tanrı yerine konulan sembolik varlıklar ya da putlar değil, insanların önüne kurtarıcı ya da yol gösteri kılığında çıkıp onları Allah'ın yolundan çeviren, onlara Allah'ın dininden başka yollar ve töreler öneren lider durumundaki nüfuzlu kimseler, kavim kabile büyükleri yahut din adamlarıdır; halkın dostu olduklarını, halkın yararına çalıştıklarını, ıslah etmek, iyileştirmek için çaba gösterdiklerini iddia ettikleri halde, gerçekte yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, harsı (ekini-kültürü) ve nesli bozmak isteyen çıkarcı, fesatçı gruplardır bunlar, halkın, işte böylelerine boyun eğmesi, körü körüne itaat etmesi de, 'Allah'tan başkalarına ibâdet etmek' ifadesiyle tanımlanmıştır Kur'ân-ı Kerîm'de.
Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler; ve Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa, kendisinden başka ilâh bulunmayan ve onların ortak koştuğu şeylerden/kimselerden mutlak üstün ve yüce olan o Tek îlâh'a, yalnızca O'na kulluk etmekle emr olunmuşlardı. Tevbe.31
Burada, bilgili, malûmatlı kişileri, rahipleri 'Rab' yerine koymuş ve onlara ibâdet etme, kulluk etme durumuna düşmüş olmak için, ille de onlara birer tanrı gözüyle bakmak ve tapınmak gerekmediğini belirtelim. Böyle bir duruma düşmek için, onları helâl ve haranın tayinine yetkili görmenin ve arkalarında vahyî bir dayanak aramaksızın emir ve yasaklarına körü körüne uymanın yeterli olduğu daha önce kaydedilmişti. Zikri geçen âyeti yorumlarken, Hz.Peygamber'in, Hıristiyan kökenden gelen bir muhtediye yaptığı açıklamayı burada bir kere daha hatırlıyoruz.
Buraya kadar verilen örneklerin hemen hepsinde, 'ibâdet' sözcüğünün, özellikle Allah'tan başkalarına gösterilen bağlılık, itaat ve biçimsel tazim tavrı ya da eylemi ifâde edilirken kullanıldığı dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır. Sözcüğün, metafizik planda herhangi bir varlığa karşı duyulan içten bağlılık ve tazim; siyâsî ve teşrii planda da bir otoriteye gösterilen itaat ve teslimiyet anlamında kullanıldığı bu âyetlerde, kendisine ibâdet edilen obje ya da varlık olarak ya Şeytan'dan söz edildiğini görüyoruz, ya insanları Allah'a ibâdetten (kulluk, itaat ve teslimiyetten) alıkoyup kendilerine kulluk ve itaate zorlayan azgın güçlerden, kişilerden, genel deyimle
İnsanlardan ve cinlerden, hangi biçim ve anlamda olursa olsun ibâdetlerini münhasıran Allah'a tahsis etmeleri, Allah'a özgü kılmaları istenmektedir, Kur'ân-ı Kerim'de. Yalnızca O'na kulluk edilmeli, O'nun buyruklarına boyun eğilmeli; yalnızca O'nun hoşnutluğu aranmalı, O'na dua edilmeli ve mutlak anlamda yalnız O'na umut bağlanmalıdır.
Gerçek şu ki, biz, her ümmetin içinden, "Allah'a kulluk edin ve tâgûttan kaçının, uzak durun" diyen bir elçi çıkardık.... Nahl.36
Ne mutlu, Tâgût'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere!.. Zümer.17
Ey âdemoğulları, ben sizden, "Şeytana boyun eğmeyeceksiniz; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır;
"Bana boyun eğeceksiniz; doğru yol budur" diye söz almamış mıydım? Yasin.60-61
Allah'ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabbler edindiler; ve Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa, yalnızca tek îlâh'a kulluk etmekle emr olunmuşlardı.... Tev-be.31
Ey inananlar, size rızık olarak bahşettiğimiz temiz ve iyi şeylerden yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnızca O'na kulluk ediyorsanız. Bakara. 172
"Ben seni seçtim; öyleyse vahyolunanı dinle:
"işte, benim Allah
Benden başka ilâh yok!
Öyleyse bana kulluk et
Tâhâ. 13-14
Rabb'inız Allah budur işte!
Ondan başka ilâh yok!
Her şeyin yaratıcısıdır O.
Öyleyse O'na kulluk edin.
Her şeyi gözeten, koruyup kollayan O'dur. En'âm.102
De ki: "Ey insanlar, benim cimimden kuşkuda olsanız bile, ben sizin Allah'tan başka kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim; ben, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ediyorum. Çünkü bana, inananlardan olmam emredildi." Yûnus. 104
Siz, Allah'ı bırakıp, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlere tapıyorsunuz. Allah onların hakkında hiçbir belge indirmemiştir. Oysa, bu konuda hüküm yalnızca Allah'a özgüdür. Allah ise, yalnız kendisine kulluk etmenizi buyurmuştur ki, doğru ve tutarlı din de budur; ne var ki, insanların çoğu bilmezler. Yûsuf.40
Göklerin ve yerin görünmeyeni/bilinmeyeni Allah'a aittir. Bütün işler O'na arz edilmektedir. Öyleyse, sen de O'na kulluk et; O'na dayan ki, Rabb'in yaptıklarınızdan gafil değildir. Hûd.123 (vi)
"Biz ancak Rabb’inin emriyle ineriz. Bizim önümüzde, arkamızda ve bunların arasında var olan her şey O'na aittir." Senin Rabb'in unutkan değildir. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin Rabb"idir O. Öyleyse O'na kulluk et ve O'na kullukta devamlılık ve direnç göster.... Meryem.64-65.
De ki: "Ben de sizin gibi bir insanım; yalnız, ilâhınızın Tek îlâh olduğu vahy ediliyor bana. Bunun içindir ki; kim, Rabbine Kavuşmayı umuyorsa iyi ve doğru eylemler koysun ortaya! ve Rabb’ine kullukta kimseyi araya sokmasın! " Kehf.110
Son terimimiz Din…
Arapça sözlüklerde.. 'din' sözcüğünün başlıca şu anlamlara geldiği kaydedilmektedir.
1) Üstün gelme, baş eğdirme; sulta, hâkimiyet, buyruk sahibi olma; baş eğdirmek yâ da buyruk altına almak amacıyla güç kullanma, zora başvurma; baskın bir gücün ya da muktedir birinin bir başkasını ya da başkalarını kuvvet yoluyla buyruğu altına alması; kul, köle, tebaa durumuna sokması... v.b.
2) İtaat, kulluk, kölelik, hizmet, birinin buyruğunda olmak; kuvvet ve üstünlük karşısında baş eğip birinin hükmü altına girmek.
3) Şeriat, kanun, yasa, yol, mezhep, millet, adet, izlenen örnek….
4) Ceza (Karşılık) mükâfat, kaza (yargı), sorgulama, hesaba çekme…
Mevdu’di yukarıda incelediği ‘’din’’ teriminin anlamı hususunda İslam öncesi Araplar arasında birbirleriyle az çok akrabalık arz eden değişik anlam ve çağrışımlar yüklendiğini ve sözcüğün, çeşitli türevleriyle birlikte o günkü Arapların dilinde; Sulta ya da otorite sahibinin elinde tuttuğu kudret, hâkimiyet, üstünlük, başatlık olarak ifade edildiğini belirtmektedir. Ben yukarıdaki din ile ilgili tanımlardan üçüncü şık olan ‘’ Şeriat, kanun, yasa, yol, mezhep, millet, adet, izlenen örnek’’ bölümünü aktarmayı uygun buldum.
Üçüncü Anlamıyla ‘Din'
De ki: "Ey insanlar, eğer benim dinimden kuşkuda iseniz, bilin ki, ben sîzin Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeylere/kimselere kulluk etmem; sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ediyorum ben. Mu’minlerden olmam emredildi bana.
"Ve yüzünü hanif olarak din e çevir; sakın müşriklerden olma!" diye emredildi bana. Yûnus. 104-105
Göklerde ve yerde kim ve ne varsa hepsi Onundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.
Yaratmayı başlatan O'dur; sonra tekrarlayıp, sürdüren de O; çünkü bu O'nun için çok kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce mesel Onundur; O azizdir, hâkimdir.
İşte size kenemizden misal veriyor: hiç buyruğunuz altında bulunan kimseler içinden, size verdiğimiz rızıklardan kendilerine sizinle eşit pay ayırdığınız ve kendilerine karşı, kendi aranızda olduğu gibi dikkatli ve duyarlı davrandığınız kimseler var mı? Aklını kullanacak, düşünecek bir toplum için işte böyle açıklıyoruz âyetleri.
Ne var ki, zulmedenler, bilgisizce hevâlarına uydular. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola yöneltebilir? yardımcıları da yoktur onların. Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir ki, insanları o fıtrat, o yatkınlık üzere yaratmıştır; Allah'ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dosdoğru din de budur. Ne var ki, insanların çoğu bilmezler. Rum.26-30
Zina eden kadınla, zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun; Allah'ın dinini uygularken onlara karşı acıma tutmasın sizi, eğer âhiret gününe inanıyorsanız... Nur.2
Gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında yazılı olduğu üzere, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aydır; işte doğru din budur: bu aylarda kendi nefislerinize zulmetmeyin de, müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla öyle topluca savaşın ve bilin ki, Allah korunanlarla beraberdir. Tevbe.36
…İşte biz Yûsuf için böyle bir düzen hazırladık;yoksa kralın dinine (yasalarına) göre kardeşini (başka türlü) yanında alıkoyamazdı.... Yûsuf. 76
Onların Allah'a ortak koştukları kimseler müşriklerden çoğuna, hem onları yıkıma sürüklemek, hem de dinlerini karıştırıp bozmak için, çocuklarını Öldürmeyi iyi/güzel bir şey olarak gösterdiler.... En'âm. 137
Yoksa onlara din konusunda Allah'ın izin vermediği şeyi vazeden ortakları mı var? Şûrâ.21
Sizin dininiz size, benim dinim de bana. Kâfirûn.6
Mevdudi "din’’
‘’Din terimini şümullü anlamıyla kavrayabilmek için önce şunu ifâde edelim ki: hayatın bütününe yön verecek mahiyette kimi yasa koymaya, yol yordam vazetmeye yetkili görüyorsak; mutlak ve nihâî otorite olarak kime boyun eğip teslim oluyorsak; kimin koyduğu yasaları, yasalar dizgesini, yasama biçimini izlemeye değer buluyorsak; ve nihayet, yapıp ettiklerimizden ötürü kendimizi kime karşı sorumlu hissediyor, kime hesap vermek zorunda olduğumuza inanıyor, ve karşılık olarak da ceza ya da mükâfatı kimden bekliyorsak onun dinine bağlıyız, onun dinini taşıyoruz demektir, 'din’ kelimesinin kapsam ve yüklemini en geniş biçimiyle işte böyle bir anlam bütünlüğü içinde düşünebiliriz ancak. Bu arada, başka dillerde 'din' kelimesi kadar geniş kapsamlı bir kelimenin bulunmadığını belirtelim. Anlam ya da yüklem bakımından değil ama 'otorite yasalar dizgesi yargı gibi uyandırdığı dolaylı çağrışımlarıyla İngilizcedeki 'state' kelimesinin; düşünce ve eylem dizgesi, dünya görüşü olarak ifade edebilecek anlamıyla 'ideoloji' kelimesinin; inanç/ibadet sistemi olarak tanımlanabilecek 'religion' kelimesinin, 'din kelimesiyle kısmî bir kavram akrabalığı içinde olduğu söylenebilir belki. Ama 'din kelimesiyle bu kelimeler arasında gerçekte bir anlam ortaklığından çok, bir tema ya da saha ortaklığı olduğunu hemen belirtmek gerekir.
Aşağıdaki âyette 'din' kelimesinin en geniş anlamıyla kullanıldığını görüyoruz:
Kendilerine kitap verilen kimselerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din olarak benimsemeyenlerle, onlar küçük düşüp kendi elleriyle cizye vermeye razı oluncaya kadar savaşın. Tevbe.29
'Din' kelimesi bu âyette, görüldüğü gibi, mutlak ve en yüce otorite olarak Allah'a inanıp dayanmayı; bu inancın tabii bir sonucu olarak O'na itaat ve teslimiyeti; haram ve helâl konusunda O'nun vazettiği ölçü ve yasalara riayet etmeyi ve nihayet, ölümden sonraki hesap ve yargı inancını, topluca ifâde eden genel bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.
'Din kelimesiyle, aşağıdaki âyette de, kelimenin birbiriyle içice ya da birbirini tamamlayan dört anlam boyutunun hepsine birden işaret ediliyor:
Firavun dedi: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de, o Rabbine yalvarsın bakalım. Gerçek şu ki, ben onun sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum." Mu min.26
Firavun'la Hz. Musa (a.s.) arasında geçen vakayı Kur'ân'da verilen ayrıntılarıyla gözden geçirdiğimiz zaman, bu ayette geçen 'din' kelimesinin sadece inanç ve diyanet duygusu anlamındaki 'religion' kavramını değil, aynı zamanda topyekûn sosyo-politik, sosyo-kültürel sistem ve yapıyı da kapsadığını görmekte gecikmeyiz. Firavun'un kestirişine göre, Musa (a.s.) görevinde başarılı olursa, Firavun'un mutlak otorite olarak merkezinde yer aldığı yerleşik toplumsal ve siyasal düzen yıkılacak; yü
Kim ki İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki: bu ondan kabul edilmeyecek ve bu kimse âhirette (ya da sonuç olarak) kaybedenlerden olacaktır. Al-i İm-rân.85
O, Resulünü hidayet ve hak din üzere gönderdi ki, hak dini öteki bütün dinlerin üstüne çıkarsın; müşrikler bundan hoşlanmasalar da!.. Tevbe.33
Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!.... Enfâl.39
Allah'ın yardımı ulaşıp da, fetih gerçekleştiği,
Ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman:
Rabb'ini överek teşbih et; O'ndan bağışlanma dile; çünkü tevbeleri hakkıyla kabul eden O'dur. Nasr.l-3
Bütün bu ayetlerde de 'din' kelimesi, en geniş anlamıyla, insanların inanç, ahlâk, eylem boyutlarında topyekûn yaşama biçimlerini, hayatları boyunca izlemek üzere benimsedikleri yolu yordamı ifade edecek kapsamda kullanılmıştır.
Dolayısıyla Allah'tan başkasını mutlak otorite olarak gören ve ona teslimiyete çağıran dinlerin, düzenlerin hepsi Allah katında bâtıldır ve böyle dinler insanı olsa olsa ziyana, aşağılanmaya, kula kulluk etmeye götürür. İnsanın böyle dinleri benimsemesi Allah'a karşı büyük bir nankörlüktür de; çünkü insanı yaratan, mülkünde barındıran, sayısız nimetleriyle onu rızıklandıran, yaşatan Allah'tır; dolayısıyla düşünen insanın Önünde, kendisine Rab ve efendi olarak Allah'ı seçmekten başka bir yol yoktur. Buna rağmen insanın kalkıp Allah'tan başkasına boyun eğmesi, başkasına kulluk etmesi, başkasının buyruğunca yaşaması Allah'a başkaldırmaktan başka bir anlama gelmez. Ve hayatını bu anlamda, bâtıl bir yol seçerek harcayıp tüketen insanın kalkıp Allah'ın hoşnutluğunu umması bütünüyle akıldışı bir şeydir.
Üçüncü âyette, Allah'ın, resulleri aracılığıyla insanoğluna genel bir hayat yolu olarak, gerçek ve doğru din olarak İslâm'ı gönderdiği ifâde ediliyor. Yine bu âyetten, Resullerin başlıca görevinin insanlara İslâm'ı, bu doğru ve gerçek dini tebliğ etmek ve bu dinin öteki bütün dinlere ve düzenlere baskın çıkıp yeryüzünde hâkim olması için gerekli çaba ve aksiyonu ortaya koymak olduğunu öğreniyoruz.
Beşinci âyet, yirmi üç yıllık bir mücadeleden sonra, İslâm inkılâbının Arap direnişini yıkıp geçtiği; İslâm dininin evrensel bir düşünce, inanç ve aksiyon dizgesi olarak kendini kabul ettirdiği, insanların fevc fevc (dalga dalga) Allah'ın dinine koştuğu ve nihayet, Allah Resulünün bütün bu gelişmelerde kendi görevinin tahakkukunu görür gibi olduğu bir dönemde indiriliyor. Bu âyetle, Peygamberin, görevini yapmış olmanın huzur ve itminanı içinde gurura kapılmaması, başarıyı kendinden bilmemesi yönünde uyarıldığını görüyoruz. Var olan her şey/herkes gibi peygamberin de koruyup kollayanı, yardım ve destek sağlayanı, kısacası Rabb'i, her türlü eksik ve kusurdan uzak olan Yüce Allah'tır; olup biten her şeyde O'nun mutlak ve yenilgi bilmeyen iradesidir belirleyici olan. O halde Peygamberin ulaştığı bu başarının gerçek faili de, bütün imkân ve fırsatların yaratıcısı olan Allah'tır ve bu itibarla, fetih olayıyla inananların ulaştığı büyük başarıdan ötürü asıl övülme makamında anılıp tazim edilmesi gereken de O'dur. Öyleyse Peygamber bu olay vesilesiyle de yalnızca O'nu övgüyle anıp hamd etmeli ve yirmi üç yıllık görev hayatı boyunca işlemiş olması mümkün hatalarından dolayı, tevbelerin gerçek kabul edicisi olan Rabb'ine tevbe etmelidir.’’
Üstad Mevdudi’nin "Dört Terim’’ adlı kitabını, okumamış olan tüm kardeşlerimize tavsiye ediyoruz. Daha önce bu kitabı okumuş olan kardeşlerimiz de bir defa daha okuduklarında bilinçlerinin tazelendiğini hissedeceklerdir. Kitab'lı günler duasıyla, Allah'a emanet olalım.
-
mehlika 10-02-2009 21:10
insan yaşadığı dünyada kendi başına yaşama özgürlüğü olduğunu düşünen tek varlık olsa gerek çünkü bir karıncayı kolonisi kışlık yiyeceklerini depolarken hepsinin bir arada bir yolu izlemesi o koloninin başarısını sağlar fakat biz insanlar ise böylemiyiz .Hayır biz nedense bunu yapamıyoruz yani Allah ın bize başarının ve iman depomuzun erzağını sağlayan yolun ancak Kuranın yolu olduğunu vurguluyor o halde bize düşen Kuranın bize ne dediğini iyi anlamaktır. Allah razı olsun
-
vahted 10-02-2009 20:52
Allah'tan başkasını mutlak otorite olarak gören ve ona teslimiyete çağıran dinlerin, düzenlerin hepsi Allah katında bâtıldır ve böyle dinler insanı olsa olsa ziyana, aşağılanmaya, kula kulluk etmeye götürür. İnsanın böyle dinleri benimsemesi Allah'a karşı büyük bir nankörlüktür de; çünkü insanı yaratan, mülkünde barındıran, sayısız nimetleriyle onu rızıklandıran, yaşatan Allah'tır; do düşünen insanın Önünde, kendisine Rab ve efendi olarak Allah'ı seçmekten başka bir yol yoktur. Buna rağmen insanın kalkıp Allah'tan başkasına boyun eğmesi, başkasına kulluk etmesi, başkasının buyruğunca yaşaması Allah'a başkaldırmaktan başka bir anlama gelmez. Ve hayatını bu anlamda, bâtıl bir yol seçerek harcayıp tüketen insanın kalkıp Allah'ın hoşnutluğunu umması bütünüyle akıldışı bir şeydir.
-
tapusuz 02-02-2009 19:55
Allah razı olsun kardeşimizden. Bu kitabı ilk okuduğum da da (okumayanlarada önemle tavsiye ederim) şimdi özetinide okuduğumda cennetin anahtarını görür gibi oluyorum. kuranın mesajını bu kadar net ifade edecek kavramları bir araya getirmek ve bir o kadarda açıklayıcı ve net bir anlatım ortaya çıkarmak ancak bu kadar olur diyorum. İnşallah bizlerde birer müslüman olarak Allahın tek İlahlığını kabul edip; yaşantımızda Rab kavramından en ufak bir taviz vermeden; onun dinini, şeriatini kabul ederek ibadet ve kulluğuzuda sadece ona has kılarız.
-
bünyamin 01-02-2009 12:45
öncelikle kardeşimiz için rahmandan mağfiret ve bolluklar dileriz ki bizlere uyarıcılık görevini yerine getirmektedir.gerçek şu ki kuran da yer alan ve öncekilerin başlarına gelenlerin benzerleri başlarınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz diye devam eden ayei okuduğumda mevcut duruma baktım ve acaba bizim başımıza bu halimizle ne gelir ki dedim.gerçektende yaşımız epey ilertlemesaine rağmen hiçbirşey gelmiyor. hatta yaşları kemale ermiş kişilere bakıyorum onların da başlarına bişey gelmiyor.kendi kendime derdim bir yerde bir sorun var ama nerde.mevdudinin eserini okuduktan sonra anladım ki bizler kelimelerin anlamalarına başka misyonlar yüklemişiz ve kelimeleri,terimleri doğru anlamamışız.allaha yemin olsun ki bu dört terimi bu şekilyle analar ve hayatımıza geçirirsek ancak o zaman öncekilerin başlarına gelenler ya da bir bevzerleri bizim başımıza gelir.aksi halde başımıza hiç bişey gelmez.ha başımıza gelen ufa tefek sorunlar,sağlık sorunlşar v.s. onlar da allahın dinini dert edinmediğimiz için allahın biziz dünyalık dertlerimişzle başbaşa bırakmasından başka bişey değildir.allah bizi affetsin ve kuranını doğru anlamayı ve yaşamayı nasip etsin.