12-04-2009 14:29

Bir Ali Şeriati klasiği: `Dine Karşı Din`

Siz kardeşlerimize bu defa tanıtmaya çalışacağımız kitap, üstad Dr. Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din’’ adlı eseri.

Bir Ali Şeriati klasiği: `Dine Karşı Din`

Hikmet Ertürk
İslam ve Hayat

Siz kardeşlerimize bu defa tanıtmaya çalışacağımız kitap, üstad Dr. Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din’’ adlı eseri. Elimizde, bu kitabın İşaret Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış beşinci baskısı var. Çeviriyi ise Prof. Dr. Hüseyin Hatemi yapmış.

Kitabımızın giriş bölümünde kitabın başlığının (Dine Karşı Din) okuyucu üzerinde bir tereddüt oluşturabileceği ve bu durumun ilk başta açıkça anlaşılamamasına sebebiyet verebileceğinden bahseden Ali Şeraiti bu konuya şu şekilde açıklık getirmektedir.

"Bu başlıktan dolayı bir tereddüt doğması ve anlamı­nın ilk başta açıkça anlaşılamaması mümkündür. Bu­nun sebebi de şudur: Şimdiye kadar biz "din’’in "küfr’’e karşı olduğunu ve öteden beri de bunun böylece süregeldiğini sanmışızdır, bu sanımıza göre, Tarih boyunca sa­vaşlar din ile dinsizlik arasında olagelmiştir. Bu sebeple, başlık ilk bakışta garip, anlamı kapalı, şaşırtıcı ve kabul edilemez görünebilir. Oysa ben belki de daha önceleri sezmekte olduğum, ancak; tam bilincine son zamanlarda vardığım bir gerçeğin farkına varmış bulunuyorum: Bu düşüncenin aksine, Tarih boyunca her zaman din ile din çarpışmıştır, yoksa hiçbir zaman bugün anladığımız an­lamıyla din ile dinsizlik savaşı görülmemiştir.

Tarih'ten söz edildiğinde, genel ve herkesin kullan­dığı anlamda Tarih'i kastetmiyorum. Demek oluyor ki, burada Tarih'in başlangıcından amaç, uygarlığın ve ya­zının başlangıcı değildir. Burada benim Tarih'ten ama­cım, yeryüzünde bugünkü insan soyunun toplum haya­tının başlangıcından beri geçen süredir. Yazının başlan­gıcından beri altı bin yıl geçmiştir, oysa benim sözünü et­tiğim Tarih'in yirmi bin yıldan fazla veya kırk bin yıl, ba­zı görüşlerce ise elli bin yıllık bir geçmişi vardır. Arkeolo­ji, Tarih, Yerbilim (Jeoloji), Mitoloji gibi alanlarda yapı­lan incelemelerden, ilk insan hakkında, bugüne kadarki yaşayışı ve toplumsal değişmeleri, inançları hakkında az çok bir özet bilgi sahibiyiz. Başlangıcı efsane ve masalla­ra karışan ve son zamanlara geldikçe daha aydın ve da­yanıklı bilgi sahibi olduğumuz ve artık Tarih'in dile gel­diği bütün bu dönemlerde ve bütün alanlarda, din dine karşı bayrak açmış ve yine istisnasız, din dine karşı koy­muş, direnmiştir. Niçin? Çünkü Tarih boyunca dinin ol­madığı bir toplum ve dönem görülmüş değildir, dinsiz bir toplum Tarih boyunca var olmamıştır. Dinsiz insan, hiç­bir ırkta, hiçbir dönemde, toplumsal değişmenin hiçbir aşamasında, Yeryüzü'nün hiçbir noktasında görülmüş değildir.

Eski insan, her dönemde ve her düşünce çerçevesi içinde, "dînî insan’’dır. Bu sebeple, bugün ‘’küfr’’ anlamında kullandığı­mız ve metafizik alemi ve ahireti, Tanrı'yi kabul etmeme diye anladığımız ‘’dinsizlik’’ terimi, bu dönemlerde yok­tur. Din anlayışı toplumun bireylerinde ortaktır.

Bugün kullandığımız ve dinin yokluğu veya dinsiz­lik anlamına aldığımız ‘’küfr’’, küfre verilen oldukça yeni bir anlamdır. Son üç asırda ve herhalde Ortaçağ'dan son­ra ortaya çıkmıştır. Batı'nın bir düşünce ürünü olarak Doğuya giren bu anlam dolayısı ile ‘’küfr’’ insanın Tan­rı'ya, Doğa-Ötesi'ne ve âhirete inanmaması anlamında alınmıştır. Oysa İslâm'da, antik uygarlık döneminde, Tarih boyunca ve her din çevresinde ‘’küfr’’den söz edildi­ğinde ‘’dinsizlik’’ kastedilmiyordu, Niçin? Çünkü bu an­lamda ‘’dinsizlik’’ yoktu ve ‘’küfr’’ün kendisi de bir ayrı din idi. Bir din, diğer bir dine ‘’küfr’’ demekte idi. O'nun ‘’küfr’’ dediği din de bir başka dine ‘’küfr’’ diyebiliyordu. Şu halde ‘’küfr’’, dinsizlik değil, başka bir din anlamında­dır. Şu halde Tarih boyunca, ister îbrahimî dinler söz ko­nusu olsun, ister Batı veya Doğu dinlerinden birisi; hangi biçimi söz konusu olursa olsun, nerede bir peygamber ve­ya bir din devrimi görülmüş ise, önce kendi döneminin din anlayış ve uygulamasına karşı çıkmış ve sonra bu ye­ni din anlayışına ilk karşı çıkış da önceki dinden gelmiş­tir.’’

Ali Şeriati, kitabın ilerleyen bölümlerinde kitabın ana konusunu da oluşturan üç tane terimden bahsetmektedir. Gündelik konuşmalarımızda da kullandığımız bu terimler; "Küfr’’, "şirk’’ ve "Putperestlik’’ terimleridir.

"Küfrün sözlük anlamı örtmektir. Meselâ tarım­da tohum ekilir ve sonra üzeri toprakla örtülür. İnsanla­rın gönlünde de bir gerçek vardır, ne var ki bazı sebep­lerle bu gerçeğin üzerine bilgisizlik veya garezin, çıkarcı­lığın, hödüklüğün kara perdesi çekilir. Bu sebeple, bu ol­guya küfr adı verilir. Fakat bu küfrün anlamı, dinin gerçeğinin dinsizlikle örtülmesi demek değildir, aksine, bir din anlayışının, bir din gerçeğinin başka bir din ile ör­tülmüş veya örttürülmüş olmasıdır.

Şirkin anlamı da "Tanrısızlık’’ demek değildir. Müşriklerin bizden daha çok tanrısı vardır. Müşrik tan­rıya inanmayan, tanrıya tapmayan bir kimse değildir. Bildiğimiz gibi, İsa, Musa, İbrahim Peygamberler (a.s.)'in karşısında Tanrısızlar değil, müşrikler vardır. Müşrikler kimlerdir? Onların tanrı inancı yok değildir. Yalnız şu var ki, tanrılarının sayısı fazladır, fazladan ve ek tanrıları vardır. Fazladan tanrıya tapmaktadırlar. Şu halde Tanrıya inanmayana, din duygusu olmayana müşrik diyemeyiz. Çünkü müşrikin ma'budu vardır, hatta çeşitli ma'budları vardır. Kendisinin bu ma'budların kulu olduğuna inancı vardır. Bu ma'budların Dünya'nın yazgısına ve onun yazgısına etkili olduğuna ina­nır. Bizim Allah görüşümüz onda da kendi tanrıları için vardır. Şu halde duyguları açısından müşrik de dindar­dır, dînî bir bireydir, ne var ki dînî ölçüt ve gerçeklikler açısından yanlış yola sapmış birisidir. Yanlış dine sahip olmak, dinsizlik demek değildir. Demek oluyor ki, şirk de bir dindir. Hatta insan toplumlarındaki en eski bir din biçimidir.

Şimdi de putperestliğin açıklamasını yaparak, son­ra konuya döneceğim. Putperestlik şirkin özel bir biçimi­dir, şirk ile eş anlamlı değildir. Şirk, tarih boyunca insan­ların mensup bulunduğu bir din türüdür. Belirli bir aşa­mada, şirkin belirli bir biçimi de puta tapıcılıktır. Puta tapanlar, bu tür müşrikler; heykel veya kutsal nesneler meydana getirerek bunları tanrı benzeri veya doğrudan doğruya tanrı sayarlar. Kimi zaman da bu putların tanrı­nın temsilcisi veya tanrı ile kul arasında aracı olduğu inancını taşırlar. Herhalde, tapmakta oldukları tanrılar­dan birisinin yaşayışlarına veya evren olaylarına etkisi olduğuna inanırlar. Böylece putperestlik şirk dininin bir alt ayrımı olarak görülebilir.

Kur'an-ı Kerim'de putperestlere hücum, onlara hi­tap edildiğinde veya onlar eleştirildiğinde ve kınandığın­da, onlardan daha genel deyimlerle söz edilmektedir. Ni­çin? Şu sebeple: Bugün yaygın olan ve sözünü ettiğimiz genel yargı zihinlerde yerleşmesin diye. Aksi taktirde, İslâm Devriminin yalnızca o dönemdeki putperestlik bi­çimine karşı olduğunu sanabilirdik. Oysa anlamalıyız ki, İslâm’ın hücumu, Tevhid inancına dayanan önceki dînî devrimlerin tümünde de olduğu gibi, genel olarak bütün biçimleri ile şirke karşı bir hücumdur. O sırada özel ola­rak da putperestliğe karşıdır. Oysa biz İslâm'ın karşısın­da olanın, yani şirk dininin, sadece bizim bildiğimiz putperestlikten ibaret olduğunu sanabiliyoruz. Buna muka­bil, ‘’elinizle yontup yaptığınıza mı taparsınız?’’ buyurulunca şöyle düşünülmelidir: Bizler Tarih boyunca veya yeryüzü üzerinde yalnız taş veya tahtadan yontup yaptı­ğımız putlara mı tapıyorduk? Hayır. Şirkin yüzlerce maddi ve gayri maddi biçimi vardır ve bu şirk genel bir din biçimi olarak İnsanlık Tarihinde görülmüştür, gö­rülmektedir. Bugün de şirkin Afrika veya eski Arap Yarımadası'nda göründüğü biçimi ile putperestlik görünümü vardır. Fakat ‘’kendi yonttuklarınıza mı taparsınız?’’ (Eta'büdûne mâ tenhitûn) âyet-i kerimesinde bir genel ilke vardır. Şirk dini bütün Tarih boyunca omuz omuza ve adım adım Tevhid Dini ile birlikte görülmüştür ve gö­rülmektedir. İbrahim Peygamber (a.s.)'den ve İslâm'ın zuhurundan sonra da asla ortadan kalkmamıştır, aynı şekilde devam etmektedir.

Karşı karşıya olan bu iki safın birisi Allah'a ibadet safıdır. Allah, İrade sahibi Yaratıcı'dır. Alem'i yöneten­dir. Bütün İbrahimî dinlerde Allah'ın sıfatları budur. Ya­ratıcı (Hâlik)dır, tüm evreni yaratmıştır, Müdebbirdir, evrenin yönetimi ve hareketi O'nun iradesi iledir. Mut­lak İrade sahibidir ve varlığa hakimdir. Mutlak Görüş ve Biliş sahibidir. Yaratılmış Alem'in varlığı gibi hedefini de Allah belirler. Bütün İbrahimî dinlerin baş ilkesi Al­lah'a tapmak ve bu inancı yaymak olmuştur. İbrahim (a.s.), insanlığı Allah'a tapmaya ve bütün hayat boyunca ona dayanmaya çağırmayı hedef bilmiştir.

Bu davet Tevhid daveti olarak adlandırılır ve dış dünyaya ilişkin maddi bir yönü de vardır: Bir topluluk bütün bu Yaratılış Alemi'nin tek bir İlâhî Gücün eseri ol­duğuna, insan veya hayvan yahut bitki olsun veya can­sızlar söz konusu olsun, tümüne tek bir gücün egemen olduğuna ve Ondan başka bir etkin güç bulunmadığına, her nesne, her insan, her renk, her tür, her töz, her şeyin tek bir Yaratıcının eseri olduğuna inanırsa, bu inanç mantıkî ve fikrî bakımdan aynı zamanda insanlığın bir­liği düşüncesini getirir. Diğer Tevhid inancı bir yandan bütün Yaratılış Alemi'nin tek bir egemenlik alanı olup tek bir gücün elinde olduğunu, aynı İradenin yol gösteri­ciliğine tabi olduklarını, aynı yöne yöneldiklerini, aynı türden olduklarını, aynı Allah'ın kulu olduklarını söyler. Bütün güçler, simgeler, değerler, belirtiler, Allah karşı­sında silinirler, inanç sahibi olan Ben; bu evrene bakınca O'nu bir bütün olarak görürüm. Bu maddî gerçeklik ve görünümde tek bir ruh ve kudret hüküm sürmektedir, şu halde evren bir bütündür. Bunun gibi, bütün insanlığa bakınca, aynı türden ve değerden bir bütüne bakmış olu­rum. Çünkü insanlığın tümü aynı elin, aynı yaratışın eseridir. Bu Tevhid dini, birbirinin karşıtı olan iki dinden birisi olarak, tek Allah'a, tek Güce tapma ilkesine daya­nır. Bütün Tarih boyunca insanlığın yazgısında tek Al­lah vardır. Böylece, Tevhide inanmanın gereği evrende tevhid ve evrende tevhidin gereği de insanda tevhid ol­maktadır.

Diğer yandan, şirk dini de varlığını korumaktadır. Her dönemde de bu şirk dini; Tevhid dininin karşısında en saldırgan ve dirençli gücü oluşturur.

Meselâ Hz. Musa (a.s.)'yı düşünelim. Gerek musevilik metinleri ve Tevrat'ın, gerek Kur'an-ı Kerim'in ve hadis-i şeriflerin okunmasından anlaşılır ki, Hz. Musa'ya en şiddetli direnç ve saldırganlığı gösterenlerden birisi Sâmiri, diğeri ise Bel'am-i Ba'ur» idi.

Sâmirî kimdir? Hz. Musa onca uğraşıp savaştıktan, kavmine tek Allah'ı tanıttıktan, boş ve batıl nesnelere, buzağıya ve putlara tapmayı, şirk'in o dönemdeki bu gö­rünüm biçimlerini toplumu içinde silip giderdikten son­ra, Sâmirî tekrar bir buzağı heykeli yapmış, Hz. Mu­sa'nın bir süre kavmi içinde bulunmamasından ibaret en küçük bir fırsatı da kaçırmayıp yararlanmış, böylece hal­kı tekrar buzağıya tapınmaya iletmiştir. Yehova, Al­lah yerine, insanların tapınması için buzağı heykeli ya­pan bu kişi, tanrısız ve dinsiz bir kişi değildir, dini inancı olan, bir dine çağıran, hatta bir din yöneticisi olan bir ki­şidir.

Bel'am-i Ba'ur kimdir? O da döneminin en büyük sa­yılan din adamı idi, dînî konularda ona başvurulurdu. Buna rağmen o da Musa'nın dînî devriminin karşısına çıkmış, dînî konularda halk üzerinde ilk derecede etkin olduğu için de Hakk'ın ve Tevhid Dininin karşısına çıka­bilmiş, Tevhid Dinine karşı Tarih süreci içinde gösteril­miş olan en büyük dirençlerden birisini gösterebilmiş, Tevhid Dininin toplum içindeki gelişimine büyük zarar verebilmiştir.

Hz. İsa (a.s.)'ya bakınız. Hristiyan inancına göre Çarmıha gerildiği son lâhzalarına kadar, el ve dil ile gör­düğü, karşılaştığı bütün tecavüzler, iftiralar, Ferisîler’den gelmiştir.

Ferisîler kimlerdir? Ferisîler o dönemin dininin sa­vunucularıdır. Bunlar materyalist, zındık, dehrî değil­diler. O dönem ve yörede materyalist yoktur. Bunlar, İsa (a.s.) ve havarileri karşısında şirk dininin yöneticile­ri, inançlıları ve sürdürücüleri idiler.

Bu din, İslâm dini, insanlığı Allah'a teslim olmaya çağırırken, Allah'tan gayrı her nesneye de karşı durma­ya çağırır. Buna karşılık şirk dini de aksini yapar ve var­lığın bu yüce ilkesi karşısında, bütün varlığın anlamı ve bütün hayatın hedef ve müntehası (sonucu) olan Allah'a, İslâm'a çağırma karşısında, o da İslâm'a karşı durmaya ve Allah'a teslim olmayıp karşı gelmeye çağırır. Böylece Allah'a değil, yüzlerce başka güce, yüzlerce başka kutba tapınmakla sonuçlanır, her kutbun, her kudre­tin, her tabakanın, her zümrenin başka bir tanrısı olabi­lir.

Şirk, başka bir nesneye tapmak ve dolayısı ile Al­lah'a isyan etmek, aynı zamanda hokkabaz ve yalancıla­rın, zulmün ve cehilin bir araya gelişi ile halkın putlara tapmasını sağlamak demektir. İşte bu Tağut'a tapmak­tır. Kâinât'ı yaratan Yüce Allah'a teslim olmak yerine, ‘’kendi yonttuklarına’’ (ma tenhitûn) teslim olmak demektir. Bu ‘’ma tenhitûn’’, Allah'tan gayrı her nesne ola­bilir, Lât ve Uzza olabilir, otomobil olabilir, üstünlük ve itibar olabilir, sermaye olabilir, kan olabilir, soy olabilir, her ne olursa olsun bunlar Allah karşısında Tağuti'dir.

Tevhid Dini'nin diğer bir özelliği de O'nun devrimci ve hamleci özelliğidir. Şirk dininin genel anlamı karşı­sında bu özellik de onun belirleyici bir özelliğidir.

Devrimci oluş ne demektir? Devrimci(inkılapçı) din, bu dine inanan ve bu dinin öğreti okulunda eğitilen bire­ye; kendi hayatına, kendi hayatının bütün alan ve yönle­rine karşı eleştirici bir görüş kazandırır. Batıl'ı kaldırma ve Hakk'ı yerine getirme ödev ve sorumluluğunu yükler. Yoksa olan bitene ne olursa olsun dînî bir yorum ve dayanak bulup da bunlara ilgisiz kalmaz.

Bütün dinlere bakınız, inceleyiniz. Musa (a.s.), za­manının üç simgesine mi karşı çıkıyor? Karun, zama­nının en büyük sermayedarı, servet sahibi idi. Bel'am-i Ba'ur, zamanının şirk dininin en büyük din adamı idi. Fir'avun da zamanının en büyük siyasi gücünün simge­si idi. Yoksa statükoya mı karşı çıkıyor? Statüko ne idi? Sebtî azınlığın Kıbtî adı verilen başka bir ırk karşı­sında esaret ve zillet içinde oluşu. Bu sebeple, Kıbtî ırkı­nın Sebtî'ye üstün sayılması şeklinde beliren ırk ayrımı görüşüne karşı çıkıldı, bir ırkın diğer ırka tahakkümü şeklinde belirlenen toplumsal duruma karşı çıkıldı, bir ırkın esaretine karşı kondu. Bir ideal, bunun yerine ge­tirildi. Hayat ve toplum için belirli bir hedef gösterildi: Esir bir kavmin kurtuluşu, onların vaad edilen yöreye iletilmesi, göçlerinin sağlanması. Böylece, Tağut'a tap­manın bertaraf edildiği, ayrım ve ayrıcalıklara dayanak bulan ve bunları meşru gösteren tağutların ortadan kalktığı, toplumsal birliği ve insanlık birliğini gösteren Tevhid Dininin bunun yerine geçtiği, inançlara ve bir toplumsal okulun ilkelerine uygun olarak oluşan bir top­lum meydana getirilme hedefine yönelindi.

Şirk dininin hedefi her zaman şu olmuştur: Metafi­zik inançlar aracılığı ile, Tanrı veya tanrılara inanç ara­cılığı ile, ahir et hayatına inanç ve saptırılmış inanç aracı­lığı ile, mukaddesata inanç ve saptırılmış inanç aracılığı ile, gaybî güçlere inancın saptırılması ve bütün dînî inançların saptırılması sayesinde, statüko'yu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak. Böylece şirk dini, din adına şunu yapmak ister: Halk, olup bitenin, toplum­sal durumun zorunlu olduğuna, bunun İlâhî irade gereği olduğuna inanmalıdır. Bu yazgıdır, takdirdir!

Bugün çoğunlukla kaza ve kaderden anladığımız da Muaviye'nin düzüp koştuğu bir yadigârdır. Tarih tama­men apaçık bir şekilde gösteriyor ki, kaderi bir cebr şeklinde anlamak, Beni Umeyye'nin ortaya attığı bir inançtır. Onlar cebr inancını ortaya sürmekle, Müslümanları her türlü sorumluluktan, girişimden, eleştiri­den alıkoydular. Cebr, olanı ve olacağı kabul anlamına geliyordu. Oysa Peygamber (s.a.s)'in ashabı, her lahzada kendilerini toplumsal sorumluluk altında görürlerdi. Emr bi'l ma'ruf ve nehy ani'l münker, bugün zihnimiz­de ancak harc-ı âlem bir anlamda yer tutmaktadır ve ay­dınlar çevresinde bu terimler ağza alınamazlar. Oysa bugün Batılı aydın buna insanın sorumluluğu, sanatçı­nın sorumluluğu, aydının sorumluluğu adını vermekte­dir.

Bugünün Dünyası'nda, felsefede, sanatta, edebi­yatta, sorumluluktan bunca söz edilişinin anlamı nedir? İşte bu ‘’emr bil-ma'ruf ve nehy anil-münker’’ de­mektir. Fakat biz bu ödevleri öyle bir biçime sokmuş ve onları öyle bir biçimde yerine getirmekteyiz ki, gerçekte bu ödevleri yadsıyoruz demeye gelmektedir.

Şirk dini; varlığını Tarih'te iki biçimde sürdürdü. Bir şekli, söylediğimiz gibi, statükoya gerekçe bulmak ve onu meşrulaştırmaktır, görevi budur. Statükoya gerekçe düzmek ne demektir? Tarih boyunca insan toplumları­nın soylu-soysuz, efendi ve köle, yoksun ve kazanç sağlayan, hakim ve mahkum, esir ve köle, soylu ve servet sahi­bi zümresi ile yoksul zümreler, başka milletlere üstün milletler, ayrıcalıklı ve üstün sınıflar gibi bölünmelere uğramıştır. Üstün soylar gibi ayrım ve ayrıcalıklar, şirk dininin inançları ile desteklenir. Bu inançları doğuran etken de, bir zümrenin refah içinde olmasına karşı diğe­rinin mahrum kalması, bu duruma bir kılıf, gerekçe ha­zırlanmasıdır. Bu durum, Tevhid Dini inançlarının tam karşıtıdır. Tevhid Dini, bu durumu yok eden bir inanç ge­tirir. Şirk dini şöyle der: ‘’Yeryüzünde yörelere veya ilahî özellik ve sıfatların her birine göre birkaç Tanrı olmalı­dır. Ancak böylelikledir ki, Yeryüzünde birden çok züm­re, sınıf, soy ve ırk, renk ayrımı söz konusu olabilir ve var­lıklarını sürdürebilir.’’

 Bir topluluk bir diğerini zorbalıkla yoksun kılabilir ve kendileri için hukuki, iktisadi ve toplumsal ayrıcalık­lar kabul ettirebilir. Ancak, bu durumun sürdürülmesi kolay değildir. Tarih boyunca zorbalar, kaynakların ba­şını tutuyorlar ve çoğunluğu yoksun bırakıyorlardı. Fa­kat sürekli zorbalıkla durumun sürdürülmesi de müm­kün değildir. İşte Şirk Dini bu görevi üstlenmiştir. Göre­vi, yoksun bırakılan insanların baş eğmesini ve duru­mun Tanrı iradesi olduğuna inanmalarını sağlamaktır, böylece insanlar şuna inanacaktır: ‘’Ben, aşağı bir taba­ka mensubu isem, aşağılanıyorsam, aşağılık olduğum içindir. Üstelik yalnızca ben kendim değil, benim ilâ­hım, tanrım, beni yaratan da o diğer ırkın tanrısından aşağıdadır.’’

Şu halde, durum böyle olduğuna ve Şirk Dini ırk ve sınıf ayrımını güçlendirdiğine göre, statüko da değişmez, her zaman böyle olmuştur, sürekli böyle kalacaktır. Bu sebepledir ki, Tarih boyunca Şirk Dininin koruyucuları ve bekçileri olan sınıf, Şirk Dinini düzüp koşan ve ortaya atanlardır ve bunlar da toplum içinde yüksek sınıflar arasında yerlerini almışlardır. Zaman olmuştur ki, bu zümre hakim sınıflar içinde en üstün, en güçlü, en varlık­lısı olmuştur. Sasanî Dönemine bakınız; yahut Afrika veya Avustralya'nın puta tapan kabilelerine bakınız; bü­yücü ve kâhinlerin, falcıların, toplumun dininin kâhyası olduğunu ileri sürenlerin durumlarına bakınız, bunların tümünde Şirk Dininin din adamları hakim zümre ile el ele, omuz omuzadırlar, yahut onlara hükmetmektedir­ler. Avrupa'da bazı dönemlerde toprağın %70'i, bu tür din adamlarının elinde idi. Sasaniler Dönemi'nde de topra­ğın büyük bir kısmı çiftçilerin değil, Zerdüştî din adamla­rının elinde idi veya Zerdüştî tapmak ve diğer dînî bina­larına tahsis (vakf) edilmiş bulunuyordu.

Bizim kendilerinin Hak peygamber olduklarına iman ettiğimiz peygamberler, bizlerin sandığımızın ak­sine, Tarih boyunca genel olarak Tağut'a tapıcılığı ve özel olarak da putperestliği Tevhid Dinine karşı savunan bu dinden sakınıyorlardı.

Şirk dini diye adlandırdığımız bu dinin kökü iktisaddır. Diğer bir deyişle şirk dini bir azınlığın servet sa­hibi olmasına ve çoğunluğun yoksun kalmalarına daya­nır, bu olgudan kaynaklanır. Bu iktisadî etken, diğer in­sanlara üstün olma hırsı; statükoyu korumak ve meşru­laştırmak, sürekliliğini de sağlayabilmek için, dine ihti­yaç duyar. Bunun için de en iyi çare, çoğunluğu meydana getiren bireylerin, aşağı durumda olduklarına inandı­rılmış olmalarıdır. Bu görevin gerçekleştirilmesi de şirk dinine verilmiştir. Bu sebeple de şirk dini her zaman sta­tükoya meşruluk kazandırmaya çalışır. Nasıl? Başvur­duğu yollardan birisi, Allah'a değil, birkaç tanrıya inan­dırma yoludur. Böylece insanlar ırk ve soy ayrımının da ilahi irade gereği olduğuna inanırlar, bu ayırımların do ğa ötesi sebepleri ve temelleri olduğunu sanırlar. İkinci olarak: Şirk dinini düzüp koşanlar ve çığırtkanlığını ya­panlar da hakim zümreler arasında bizzat yer alır ve bunların tekel biçiminde ellerinde tuttukları imtiyazlar­dan onlar da yararlanırlar. Bunlar esasen her zaman bu imtiyaz tekelinden yararlanan bir zümre oluşturmuşlar­dır.

Dine karşı olanların dini doğuran sebepler olarak gösterdiği etkenler şirk dinini doğuran sebeplerdir: Bun­lar; bilgisizlik, ayrımcılık, mülkiyet ilişkileri, sınıflı top­lum olgusu ve bir sınıfın üstünlüğü olarak belirtilebilir. Dine karşı olanların şu sözü de (şirk dini için) doğ­rudur: Din; halk yığınlarının afyonudur. Böylece halkın; aşağılanmayı, mutsuzluğu, biçareliği, bilgisizliği bir kötü yazgı olarak benimsemesi, boyun eğmesi sağlar.

Mürci'e akımına bakınız. Mürci'e, İslâm toplu­mu Tarihi içindeki her suçlu ve sorumlu kişiyi bu sorum­luluktan kurtarmaya uğraşır, haklarında bir yargıya va­rılmasını önler. Mürci'e şöyle der: Mahşer gününde Al­lah niçin terazi kuracak? Ali ve Muaviye arasındaki he­sabı görmek için. Bu işi inceleyecek ve hüküm verecek olan değil mi ki Allah'tır, artık sana söz düşmez, kimin Hak, kimin batılda olduğundan sana ne? Sen kendi yaşa­mana bak!’’

Ali Şeriati, kitabında Şirk dininin tarihte iki şekilde geliştiğine vurgu yapıyor. Şirkin Totem dini, Çoktanrılık, Mana dini gibi açık görünümlü olanlarını çok tehlikeli bulmuyor. Asıl tehlikeli olan Şirk türünü anlatırken bu şirk türünün tevhid postuna bürünmüş gizli şirk türü olduğunu vurguluyor.

"Şirkin ikinci biçimi olan gizli şirk ise, bu bi­çimlerin tümünden daha tehlikeli ve zarar verici olanı­dır; insanlığa ve Hakikate tümünden çok zarar vermiş­tir. Bu; şirkin gizli biçimi, diğer bir deyişle şirkin Tevhid nikabı (örtüsü, maskesi) ardında gizlenişidir. Tevhid peygamberleri, risalet görevi ile ortaya atıldıklarından itibaren şirke karşı çıkmışlardır, buna karşılık şirk de onlara karşı koymuştur. Bu peygamberler üstün gelir de şirke diz çöktürürlerse, bu kez de şirk tevhid postuna bürünerek, peygamberi izleyenler de, halifeleri ile ve yo­lunu sürdürenlerle birlikte, toplumda gizli yaşayışını sürdürmüştür. Bu sebeple, Bel'am-i Ba'ur'un Musa (a.s.) karşısında yenilgiye uğramasına ve Musa (a.s.)'nın devrimi karşısında silinip gitmesine rağmen, şirk dini mensupları bu kez de Musa (a.s.) dininin hahamlarının ve İsa (a.s.)'nın katilleri olan Ferisîler'in kılığında ortaya çıktılar.

İsa (a.s.)'yı yok eden, ona karşı çıkan, Tevhid'i savu­nan karşı putperest Roma Kayseri ile birlik olan bu gü­ruh, Musa'ya karşı koyan veya sonra ona teslim olan gü­ruhun halefi, izleyicisidir. Yeni dönemde Musa Dininin kisvesinde ortaya çıkanlar, Musa'nın karşısında Bel'am-i Ba'ur ve Samirî ile aynıdır. Ortaçağda; sevgi, dostluk, vefa, sabır, İsa adına sevme ve bağışlama ilkeleri üzerine kurulan bir din adına, İsa (a.s.) gibi barış ve bağışlama­nın timsali olan bir zat adına, hatta Moğol'un bile rüya­sında görmediği en büyük cinayetleri işleyen ve kan dö­ken rahipler, din adamları, acaba İsa yolunun izleyicileri ve sürdürücüleri midir? Yoksa şirk dininin izleyicileri ve sürdürücüleri mi? Diğer deyişle, bunlar hristiyan din adamı kılığında, İsa Dinini içten ve şirk adına fethetme­ye gelen Ferisîler midir? Nitekim bunu başardılar da!

O halde bu şekliyle şu söz doğrudur: ‘’Din, halk kütlelerinin afyonudur.’’ Böyle­ce, halk, ahiret ümidi ile Dünya'daki mutsuzluk ve yok­sulluğuna katlanır. Toplumda her ne olursa olsun İlahi irade ile olduğuna ve statükoyu değiştirmek, halkın du­rumunu iyileştirmek için çalışmanın, Tanrının iradesi­ne karşı çıkmak demek olduğuna inanç, halkın afyonu demektir.

Yine onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl bilginleri­nin şu sözü de doğrudur:

‘’Din, insanların bilimsel sebepler (nedenler) karşı­sındaki bilgisizliklerinin ürünüdür.’’

Yine, şu söz de doğrudur:

‘’Din; halkın mevhum, boş, kuruntudan ileri gelen korkusunun ürünüdür,’’

Şu söz de: ‘’Din, feodal dönemin ayrıcalıklarının ve ayrımcılı­ğının, servet sahipliği ve yoksulluk biçiminde beliren ik­tisadi ilişkilerinin ürünüdür.’’

Fakat, bu hangi dindir? Bu, bir şimşeğin parlayıp söndüğü anlar gibi anlar dışında, Tarih'te seyri izlenen şirk dinidir.

Şirk dini; yorumlayan, kılıf uyduran ve yasallaştıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlayan, halkın yaşayış tarzına ilgisiz kalan din demektir. Tarih boyunca da in­san toplumlarına musallat olmuştur. Demek ki, ‘’din korku ürünüdür, uyuşturucudur, sınırlayıcıdır, feodal dönemin ürünüdür’’ diyenler; doğru söylemişlerdir. Çün­kü onlar tarihe bakarak bu sonuca varmakta idiler. Fa­kat, onlar, aynı zamanda dinin ne olduğunu, gerçek dini; tanımayan, bilmeyen kimselerdir. Din bilgini olmadıkla­rı gibi, tarih bilgini de değildirler. Bu sebeple de, bu şekil­de Tarih'i gözden geçiren herkes, ister şirk adına, ister Tevhid adı altında şirk dininin bekçiliğini yapan kişile­rin arasında fark olmadığını görecektir.

Ben, İbrahimî dinlerde olsun, şirk dinlerinde olsun, Tanrı anlamına gelen isim ve sıfatları karşılaştırdım ve şu sonuca vardım: Şirk dininin halkın bilgisizlik ve korkusunun ürünü olduğu yargısı doğrudur. Niçin? Çünkü müşrik din adamları, diğer bir deyişle şirk dininin tem­silcileri; halkın uyanmasından, okur-yazar olmasından, bilgin ve bilgili olmasından çekinirler. Bilgiyi kendi te­kellerinde tutmak isterler. Niçin? Çünkü bilimin ilerle­mesi ölçüsünde, bu ilerleme ile oranlı olarak, şirk dini de ortadan kalkar. Şirk dininin koruyucusu cehalettir. Hal­kın uyanışı, halkta eleştirme ve itiraz etme yeteneği, adalet istenmesi, şirk dinini sarsar. Niçin? Çünkü o din (şirk dini) Tarih boyunca statükoyu korumuş, statükoyu feodal dönemden önce de, feodal dönem sırasında da, feo­dal dönemden sonra da, Batı'da olsun, doğuda olsun, İnsanlık Tarihi boyunca korumuş ve savunmuştur.

Bu dinin, İbrahimî dinlerin (İslâm'ın) pey­gamberleri ise, her zaman, ister maddi, ister toplumsal, ister manevi anlamda olsunlar, her türlü puta karşı çık­mışlardır, isterse bû putlar Francis Bacon'un deyişi ile aklî mantıkî putlar olsun, isterse cismi veya beşeri put­lar veyahut iktisadi putlar olsun, bütün putlara hamle etmişlerdir, pençe salmışlardır. Şirk dininin timsali olanlara karşı çıkmışlar, diğer deyişle statüko dinine hamle etmişler, böylece onların ve onları izleyenlerin so­rumlulukları ve yükümlülükleri, statüko'da kökten bir değişikliği ve statüko yerine adil bir nizamı getirmek gerçekleştirmek olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, irsal-i rüsûl (elçiler gönderilmesi) ile birlikte devamlı adalet, kist ve mizandan bahis duyurulması, statükonun, mizan ve kıstı sağlamak için değiştirilmesi anlamınadır, yoksa statükoyu benimsemek ve kabullenmek değil.

Varmak istediğimiz sonuç şudur: Tarih boyunca, din ile dinsizlik karşı karşıya gelmiş değildir, din ile din karşı karşıya gelmiştir, din ile din savaşmıştır. Tevhid dini bilinçlilik ve basiret üzerine, sevgi üzerine, insanın doğuştan (fıtri) ve felsefî bir özlemi, ihtiyacı üzerine ku­rulmuştur. Bu din, şirk dininin karşıtıdır ve şirk dinine gelince o da cehalet ve korkunun ürünüdür. Şirk dinine karşı devrimci Tevhid dininden bir peygamberin görev­lendirildiği her dönemde, bu peygamber insanlığı evren kanunlarına uymaya, yaratılış kanunlarının gerektirdi­ği çizgi içinde hareket etmeye çağırmıştır, bu kanunlar Allah'ın iradesinin tecellisidirler. Kural olarak Tevhid dininin gereği de budur: Başka her kudreti yadsımak. Tevhid'in karşısında Tağut'a tapıcılık vardır. Bu da insa­nı evren ve toplum kanunlarına, Hak Düzenine karşı gelmeye çağırır, köleliğe, çeşitli putlar önünde eğilmeye çağırır. Bu putlar da Tanrı gücü dışında toplum içindeki çeşitli güçlerin simgeleri, temsilcileridir.

Tevhid dininin karşısında kimler var? Tağut'a tapanlar. Tağut'a tapanlar kimler? Kur'an-ı Kerim'in terimiyle mele ve mütrefîn olanlar. Toplumları içinde ağızla­rını dolduranlar, oburlar ve doymak bilmez açgözlüler dir. Her şey onların başlan altından çıksa da, her şeye karışsalar da, sorumsuzdurlar. Tarih boyunca bu mütrefînin dini hakim olmuş, ya açıkça ve gerçek adı ile ortaya çıkmış, yahut Allah'ın ve insanlığın dini adına kendisini gizlemiş ve korumuş­tur. Şu halde İbrahimi din veya Tevhid dini, bu Tağut'a tapma dinine, mele ve mütrefın dinine her zaman kar­şı koymuş ve insanlığı da karşı koymaya çağırmıştır. Al­lah, insanlık ile halk ile olduğunu, muhatabının halk ol­duğunu, hedefinin de adaletin gerçekleşmesi olduğunu beyan buyurmuştur. Tevhid dini, bilincin, sevgi ve iba­det eğiliminin, halkın mümkün olduğu ölçüde tam bir uyanışa kavuşması özleminin ifadesidir. Fakat Tarih içinde bir olgu olarak gerçeklik kazanma şeklinde değil, Tarih sürecindeki olgulara karşı eleştiri ve değerlendir­me şeklinde beliren bir devrim olarak. Hiçbir zaman da tam anlamı ile bir gerçeklik haline gelmiş değildir. Buna karşılık şirk dini, tağut'a tapıcılık dini, mele ve mütre­fın dini, diğer bir deyişle puta tapıcılık, statükoyu meşru­laştırma dini, yuşturucu din ise Tarih sürecinde ger­çeklik kazanmış, gücü ve etkinliği olmuştur.’’

Şu halde peygamberler, tarih bo­yunca devrim öncüleri olan bu zatlar, inancımıza göre Adem (a.s.)'den, bugünkü insan neslinin başlangıcından Hatem (s.a.s)'e kadar, İbrahimi dinin son tecellisi olan, özel anlamı ile İslâm'a kadar gelirler. Bunlar hangi cep­heye, hangi düşünceye, hangi toplumsal olguya karşı çıktılar, kıyam ettiler? Buna karşılık, hangi cephe. bunların, îbrahimî Dinleri'in karşısında durdu? Savunma ve saldırı eylemlerine girişti? Küfr olduğunu biliyo­ruz, fakat bu küfr bugünkü anlamda dinsizlik demek değildir. Peygamberler, dinsiz bir toplumu dine ve din duygusuna çağırmış değildirler. Toplumu ve bireyleri di­ne, din duygusuna inandırmak için gelmiş değildirler. Tapmaya, ibadete de çağırmış değildirler. Bir Tanrıya veya tanrılara inanç her bireyde, her toplumda vardır. Peygamberlere karşı çıktıklarından söz edilen dehrî ve zındıklar, ki aslında peygamberlere değil, mütekellimlere (İslâm kelamcılarına) veya feylesoflara veyahut imamlara karşı çıkmışlardır, bunlar da her şeyden önce başka bir dînî inanca mensup olan kimselerdir, diğer bir deyişle bunların da bir tür metafizik inançları vardır, sonra, dehrî oluş olgusu da peygamberlerden sonra ortaya çıkan bir olgudur, felsefenin ve aklî düşüncenin ilerlediği bir sırada, bazı kişiler, dine ve irfani (tasavvufi) inanca karşı şüpheye düşmektedirler. Ne var ki, bu dînî inançsızlık olgusu Tarih'in akışında etkin olamamış, bir dinsizler toplumu görülmemiş, Tarih'in hiçbir dönemin­de çağa damgasını vuramamıştır.

Şu halde başlangıç noktamızı bir kez daha tesbit edelim: İnsanlık Tarihi çeşitli tarihi, iktisadî, kültürel ve medeni aşamalarda her zaman dînî olan toplumların ta­rihinden ibarettir. Bu sebeple peygamberler de dînî dev­rimlerini ister istemez toplumlarının bu dinine karşı çı­karak, bu dinin koruyucularına karşı koyarak gerçekleş­tirmeye giriştiler. Bu peygamberlere karşı çıkan güçler de bizim iman ettiğimiz bu dini devrimlere muhalefet edecek bütün güçleri ile bu devrimleri yok etmek veya saptırmak için uğraştılar. İşte bu güçler küfrü temsil ediyorlardı, dinsizliği değil.

Şu halde bizim bugün inandığımız anlamda din, İn­sanlık Tarihi boyunca her zaman dinle cedelleşmiştir. Peygamberlerin mücadelesi de küfr ile olmuştur, din­sizlik ile değil. Toplumların dinsiz olması söz konusu de­ğildir. O zaman toplumda hakim olan din ile savaşılmıştır. Memnuniyet vericidir ki, bu küfr terimi doğrudan doğruya bir Kur'an-ı Kerim terimidir.

Allah, Rasûl-i Ekrem (s.a.s)'e buyuruyor ki: Kâfirle­re de ki, Kul yâ eyyühel-kâfırûn. Bu kâfirler, dinleri olan kâfirlerdir. Dinsiz anlamında değildir. İslâm ile sa­vaşan, İbahim, Musa, İsa (a.s.) ile savaşan kişiler, belirli bir dini savunmakta idiler, din duygusu ve kavramından yoksun değil idiler.

Şimdi, ‘’Kul yâ eyyuhel-kâfirûn’’dan sonra burada nasıl bir tekrar, nasıl bir incelik olduğuna dikkat ediniz: La a'büdü ma ta'büdûn! Tapmam taptıklarınıza! Rasûl-i Ekrem(s.a.s) burada şu buyruğa muhatap olu­yor: Kâfirlere, ‘’tapmam taptıklarınıza!’’ buyurulacaktır! İşte bütün söylediğim, söylemek istediğim bu sûrede­dir. Şu halde ‘’ibadet’’ kavramı olmayan bir toplum ibade­te çağrılıyor değildir. İbadete karşı ibadet çıkarıl­maktadır. Rasûl-i Ekrem(s.a.s)'e karşı olanlar ibadet inancı olmayan, mabudu olmayan kimseler değildir.

Demek ki, Tarih boyunca din ile din savaşmakta­dır.

Yine söylemiş bulunuyoruz: Tevhid dini, kâfirlerin dini ile savaşmıştır. Bu savaşta muzaffer olan kimdir? Tarih'teki olgulara bakarsak, onların dini üstün gel­miş görünmektedir. Toplumlara bakalım, Hakk'ın pey­gamberleri olarak kendilerine iman ettiğimiz peygam­berler, Tevhid dinini tam ve eksiksiz olarak toplumda uygulatamamışlar, yürürlüğe koyamamışlardır. Dinin ide­al uygulama biçimi, Tarih'in hiçbir döneminde sürekli gerçeklik kazanamamıştır.

Bu peygamberler, sürekli olarak, bir devrim biçi­minde, bir itiraz, bir çatışma biçiminde, kendi çağlarındaki dine karşı çıkmışlar, Tarih'in cebri onların elin­de olduğu ve onların dini de onların durumunu yasallaştırıp güçlendirdiği için, sonunda toplumda yine onlar üstün gelmiştir. İktisadî, toplumsal ve siyasal güç sürek­li onların elinde olduğu için, Hak Dini; Tarih'in başlangı­cından bugüne değin, bilimsel ve dış bir olgu, bir gerçek­lik şeklinde bir toplumda görülmemiştir. Her dönemde insan toplumları; Tarih boyunca; onların dininin (kâfir­lerin) etkisi ve baskısı altında kalmıştır.

Bu din hangi dindir? Nedir? Bunlar kimlerdir? Rasûl-i Ekrem (s.a.s)'in ‘’sizin dininiz...’’ buyurduğu bu dinler hakkında, dini metinlerden muhtelif adlar ve sı­fatlar çıkarmak ve aktarmak mümkündür. İnsan, halk yanında olan din hakkında ise, muhatap, bu dini seç­mekle yükümlü olan açısından insanlık dini olarak anı­labilecek ve ekseni, ruhu, davet yönü açısından da Al­lah'ın dini olarak adlandırılabilecek olan bu din (İslâm) hakkında ise, Rasûl-i Ekrem (s.a.s),’’ve liye din...’’ bu­yurmuştur. Şu halde bu din Tarih boyunca sürekli olarak toplumlarda ve çeşitli dönemlerde bir itiraz olarak statü­ko dinine karşı çıkmış, Hak peygamberleri vasıtası ile tebliğ edilmiştir. Bu dinin muhatabı insanlardır, halktır. Kendisine çağrılan ma'bud da Allah'tır. Allah, Tevhid dininin kendisine çağırdığı ilahtır, insanlık ve Tevhid dini­nin (yegâne gerçek) Tanrısıdır.

Kur'an-ı Kerime başvurduğumuzda, ilk bakışta gö­rürüz ki, Kur'an-ı Kerim ilk olarak Allah adıyla başlar. (Besmele ve Fatiha Sûresi). Sonuçta da En-nâs ile tamam olur. Muhatap, Kur'an-ı Kerim'de insanlıktır, halktır. İslâm dini, Tevhid dini; felsefi açıdan Hind Pan-teizmi'nden ayrı olarak Tabiat ve İnsan'dan Masiva'dan, Allah'tan gayrı olandan ayırır. Fakat toplumsal bakım­dan Allah ve insanlık aynı cephededirler. İktisadi ve top­lumsal sorunlarda, insan hayatına ilişkin sorunlarda, durum böyledir. Meselâ ‘’Allah'ın malı’’ buyurulmuş ise, putperestlik dinlerinde olduğu gibi Allah'ın -hâşâ- mala ihtiyacı olduğu için değildir. Allah için verilecek mal, servet; insanlar için verilmektedir. Bu, çağdaş düşünce akımlarının etkisinde kalarak benim ortaya atmış oldu­ğum bir yorum da değildir. Bu yorum, Ebu Zer-i Ğıfarî'nin, Muaviye'ye karşı çıkarken söylediği yorum­dur:

Mal Allah'ındır deyişinin sebebi, insanların, halkın malını yemene gerekçe hazırlaman içindir. Mal Al­lah'ındır demekle, insanların malı, halkın malı değil­dir demek istiyorsun. Yani ben, Muaviye, Allah'ın tem­silcisiyim, Allah'ın malını yiyebilirim ve keyfîm kimi isterse ona verebilirim, kimi de sevmezsem ona vermem demek istiyorsun.

Burada Ebu Zer Muaviye'ye Allah'ın malının in­sanların, halkın malı demek olduğunu hatırlatıyor, bu konuda onu uyarıyor. Allah'ın malının açgözlü bir zümrenin malı demek olmadığını söylüyor. Özel bir züm­renin, ayrıcalıklıların değil, toplumun malıdır. Çünkü toplumsal konularda Allah ve insanlık aynı tarafta, safta, cephededir. En-nâsu ıyalullah. İnsanlık, bu ba­kımdan Allah'ın aile efradı hükmündedir. Aile reisininde kendi aile efradı safında olması gayet tabiidir. Bu sa­fın karşısında ise, mele' ve mütrefîn cephe almıştır. Bu zümre, Tarih boyunca insanlığa hükmeden zümredir, insanlığın, halkın malını sahiplenen zümredir, halk ise toplumsal ve iktisadî yönetimlerini ele almaktan yoksun bırakılmış, alıkonmuştur. Bunu yapanlar materyalist­ler değildir, ekzistansiyalistler değildir, mele' ve mütrefîn dir. Bunların tanrıları vardı. Firavun bile böyle idi. Dinlerinin varlığını ve niteliğini de biliyoruz. Peygamberler bunların karşısına onların gücünü ve şirk dini demek olan dinlerini yıkmak için çıkıyordu. Böylece, Allah'a tapma dininin karşısında Tağut'a tapma dini yer almaktadır.

Yine söylediğimiz gibi, şirk yalnız felsefi anlamında da değildir. Şirk, statüko dinidir. Tarih'te statüko ne idi? Toplumsal şirk. Toplumsal şirk ne demek oluyor? Yani ırk ayrımcılığı, zümre, soy ve sınıf ayrımcılığı. Her aile­nin, her ırkın, her milletin bir putu vardı, kendisine özgü bir tanrısı vardı. Bu çeşitli tanrılara tapma, şu anlama geliyordu: Toplumların, sınıfların, zümrelerin ayrı ayrı hakları, hukuku olduğuna ve toplumda bu ayırımların doğal olduğuna inanılıyordu. Oysa Tevhid dini; Hak Pey­gamberler, Allah'ın ve halkın dininin peygamberleri va­sıtası ile tebliğ ediliyordu ve şu inanç açıklanıyordu: Al­lah'tan başka hiçbir ma'bud, yaratıcı, Rabb yoktur. Rabb olan sadece Yaratıcıdır, Hüdavendgâr (hünkâr, efendi, ulu) sadece O'dur.

Şirk dinleri de Allah'ın Yaratıcı olduğuna inanırlar. Ancak, İş Yaratıcı Oluş'tan Rabb oluşa gelince putlar ço­ğalır. Hatta Nemrud, Fir'avun ve benzerleri gibi kişi­ler Yaratıcı olduklarını değil, Rabb olduklarını, halkın Efendisi olduklarını iddia ediyorlardı. Hüdavendgâr olduklarını, yani Sahip olduklarını, Malik olduklarını ileri sürmeleri, Yaratıcılık iddiası değildir. Fir'avun, ‘’ene Rabbukum-el-A'la!’’ ‘’Ben sizin en yüce Rabbinizim!’’ diyordu, ‘’ben sizin Yaratıcınızım’’ diyemiyordu. Hilkat konusunda bütün şirk dinleri bir Yaratıcı elin varlığını, bir ulu Rabbin varlığını kabul ederler. Hatta Yunan Mitolojisinde ve bütün şirk dinlerinde, Yaratıcı, en büyük Tanrının sıfatıdır. Fakat iş halkın efendisi olmaya gelince, Yaratıcı Allah'ın yanında ilâhlar düzü­lüp koşulmaktadır. Niçin? Çeşitli yöntemlerle halka mu­sallat olabilmek, insanlık toplumunu parçalayabilmek, insanlığı ırklara ayırabilmek, insanlığın birliğini bozabilmek, bir milletin birliğini de ortadan kaldırıp toplumu birbirine karşıt zümre ve sınıflara, hâkim ve mahkûm, varlıklı ve mahrum gibi zümrelere bölebilmek için.

Bu mele dini, işte toplumlar için afyon görevini üstlenen dindir. Nasıl? Şöyle: ‘’Sizin sorumluluğunuz yok, olup biten Tanrının iradesidir, yoksulluğunuzdan yakınmayın ve rahatsız olmayın. Nasıl olsa öte yanda karşılık göreceksiniz. Artık eksik ne ise burada, Dünya'da gürültüsünü yapmayın. İleride on mislini alacaksı­nız’’ derler. Böylece insanın, bireyin iç aleminde, zihnin­de bir yadsıma ve seçme (itiraz ve intihab) işlemi yapma­sını önlemek isterler. Güç ve servet sahiplerine karşı eleştiri yöneltme sorumluluğu duyan ve bu bilinçle karşı koyan halkın veya bir topluluğun hareketi, bu yoldan bastırılmış olur. Dinin görevi; bu devrimi, bu eleştiriyi bu düşünce biçimini ve bu yadsımayı engellemek, insan­ların iç aleminde bu devrimi öldürmek, boğmak ve bastır­mak olmuştur (Şirk dininin görevi). Nasıl? Olup biten her şeyin Tanrının isteğine uygun olduğunu söyle­yerek. Şu halde yükselen her itiraz, Allah'ın iradesine iti­raz demektir. İşte bütün bu öğreti, dinin statükoya daya­nak hazırlamasından ibarettir. Din de bu öğretinin bütü­nüdür. (Şirk dini, toplumdaki din). Bu dinde de iba­det vardır, inanç vardır, bu kendisiyle çatışan harekete karşı koyuyor, insanlardan sorumluluğu kaldırıyor, sınıf ve ırk farklılıklarını yasallaştırıyordu. Hatta bu tanrıla­rın dini de millî bir Böylece görmekteyiz ki, ırk ayrımı ve üstün ırk görüşü din aracılığı ile yasalaştırılmaktadır. Sınıf ayrımı da aynı şekilde din tarafından yasallaştırılır ve dinin üstlendiği görev de budur.’’

Ali Şeriati kitabın son bölümlerinde din adamı kisvesine bürünmüş şirk ile dinin apaçık olduğu dönemlerde mücadele etmenin kolay olduğunu fakat bu şirkin tevhidi dinin bulunduğu ortamda kılık değiştirmiş hali ile mücadele etmenin çok zor olacağını söylemektedir. Bu konuyu izah ederken de Hz Ali ve Muaviye dönemi ile Resulü Ekrem zamanını kıyaslamaktadır. Resulü Ekrem döneminde şirk dininin apaçık örtüsüz, dosdoğru ortada olduğunu, Ebu Süfyan, Ebu Cehil gibi müşrüklerin açıkca ‘’ işte bunlar benim putlarımdır’’ diyebildikleri halde Hz Ali döneminde şirk dininin gizlendiğini ve bu nedenle de mücadelenin yenilgi ile sonuçlandığını söylemektedir. Bu sözlerinin hemen ardından ‘’Peki bu gizli şirk ne yapmaktadır’’ diye soru yönetmektedir.

‘’Cihada gitmekte, İslam adına fetihlere çıkmakta, hutbe okutmakta, mescid kurmakta, mescidlerde cemaat namazı kıldırmakta, Kur’ani Kerim okutmakta, bütün İslam bilgin ve hakimlerini, imamlarını kendisine tabi kılmakta, Resulü Ekrem(s.a.s)’in tebliğ ettiği dinin ilkelerini yücelten ve savunan bir kişi olarak kendisini göstermektedir.’’

Ali Şeraitinin de belirttiği gibi gerçektende böyle bir şirk dini ile mücadele etmek çok zordur. Bu şirk ile mücadele yani dost giysisini giymiş bir şirk ile mücadele geçekten de çok zordur.

Kitabımızın en son bölümlerinde kitabı çeviren kişi tarafında dipnotlara yer verilmiştir. Burada kitapta geçen isimler ve olaylar hakkında kısa açıklamalar mevcuttur. Bir nevi sözlük tarzındadır. Yine son söz olarak ta kitabın çevirisini yapan Hüseyin Hatemi tarafında son söz şeklinde bir sunum yapılmış. Size hayırlı okumalar diliyorum.

YORUMLAR
  • temellimaek   18-04-2009 12:59

    inanılmaz güzel bir kitap...insanın düşüncesinde birçok şeyi yerli yerine oturtuyor...