Okunması gereken bir kitap: İslami Kimlik İlkeler ve Hareket
Siz değerli okuyucularımıza bu defa, Ekin Yayınları`nın ilk kitabı olan `İslami Kimlik İlkeler ve Hareket’’ adlı eseri tanıtmaya çalışacağız.
Hikmet Ertürk
İslam ve HayatSiz değerli okuyucularımıza bu defa, Ekin Yayınları'nın ilk kitabı olan "İslami Kimlik İlkeler ve Hareket’’ adlı eseri tanıtmaya çalışacağız. Bu kitap çalışması belli bir yazarın eseri olmayıp Ekin yayınevinin kendi bünyesinde çıkardığı ortak toplu çalışma özelliğine sahip. Elimizde, Ekin yayınevinden çıkmış bu kitabın 1996 yılı baskısı var.
Kitabın sunuş bölümünde kısaca şu bilgilere yer verilmiş:"Cahiliyenin tüm kurum ve pratikleriyle hâkim bulunduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Cahili sistem bize çeşitli kimlikler dayatıyor. Müslüman kimliğimizi mümkünse tümüyle yok etmeye, eritmeye, bunu başaramadığı takdirde asli muhtevasını bulandırmaya ve eklektik bir hale dönüştürmeye çalışıyor. Bu şekilde cahiliye ile uyumlu ve ona hizmet eden bir kimlik üretilmesi amaçlanıyor.
Bizi kuşatan ve kendisine kayıtsız, şartsız teslim olmamız için bizi zorlayan zulme ve küfre karşı İslami kimliğimiz ise, bize, direnme ve direnerek var olma bilinci sağlayan temel dayanağımızı oluşturmaktadır. Ancak kimliğimize sahip çıkarak direnebilir, direndiğimiz ölçüde de özgürleşebiliriz.
Müslümanlar, insanlar üzerindeki zincirlerin kaldırılması için gönderilen bir Rasul'e ve onunla iletilen vahye tâbi onurlu insanlardır. Müslümanlar tutarlı ve dürüst insanlardır. Tutarlı ve dürüst olmanın ilk koşulu, söz ve eylemin bütünlüğüdür. Tutarlılık ve dürüstlük; sahip olunan iddia ile ortaya konan pratiğin çelişkisiz ve uyumlu olmasını gerektirir. Tutarlılık, ilkeliliktir. Ancak ilkeler çerçevesinde düşünen, tavır alan ve harekete geçen insanlar ve yapılar tutarlılık içinde olabilirler.
İslami kimlik iddiasına sahip insanların düşünce ve inançlarını da, eylemlerini de ilkeler belirlemelidir. İman ve eylem ilişkisi, kaynak sorununa yaklaşım, içinde yaşanılan toplum ve sisteme bakış, Allah'ın dinini hakim kılma mücadelesinde izlenecek yöntem ve bunun için nasıl bir yapılanma gerektiği gibi temel soruların tümü ilkeler doğrultusunda cevaplanmalıdır. Ve ancak bu soruların ilkesel bir tutarlılık ve bütünlük içinde cevaplanması ile bir Islami kimlik çerçevesi çizilmiş olur.’’
Kitabın amaçlarına yönelik izahlar yapılırken; ‘’Bu kitap, söz konusu bu çerçevenin çizilmesine yönelik bir çabadır. Kültürel birikim ya da entellektüel, sosyal, siyasal tartışma düzlemine bir katkı olması amacıyla değil, temel bir tezi savunmak ve bu tez doğrultusunda sorumluluk sahibi insanlara bir çağrıda bulunmak gayesiyle hazırlanmıştır:
İslami mücadele için İslami kimlik, İslami kimlik için de ilkeler öncelenmelidir. Ancak ilkesel temelde yükselen bir yapılanma ve bu yapılanmanın öncülüğünde gerçekleştirilecek bir mücadele İslami mücadele olarak vasfedilmeye hak kazanır.’’ denilmektedir.
Ekin Yayınlarının ilk kitabı olan bu çalışmada okuyuculara bir de çağrıda bulunulmaktadır.
‘’Bu vesileyle şunu da belirtmek isteriz ki bu çalışmayla insanları sadece bilgi edinmek için değil, düşünmek için okumaya ve tavır almak için düşünmeye; sorumluluk bilincine sahip herkesi mücadele zemininde birliğe çağırıyoruz.’’
Kitabın ‘’Nasıl bir İslami kimlik?’’ bölümünde sorulan bu soruya cevaplar aranmış;
"Ben kimim, niçin varım, neyi hedefliyorum?" gibi insanın var oluşuna tekabül eden temel sorulara verdiğimiz cevaplar bütünü ile bir kimlik tanımlaması yaparız. Evrene, hayata, insanlara ilişkin temel kabullerimiz ve bu çerçeve içinde kendimize biçtiğimiz misyon, kimliğimizi oluşturur. Kimliğimiz bir yönüyle bizi, temel kabullerimiz noktasında ortaklaştığımız diğerleriyle birlikteliğe, paylaşmaya sevkederken, diğer taraftan da bizi başkalarından ayırır, farklılaştırır. Müslümanlar olarak sahip olmamız gereken kimliğimiz bizi silik, edilgen, sıradan bir canlılar topluluğu olmaktan çıkarıp, izzet ve sorumluluk sahibi bir ümmet olma bilincine eriştirir. Bize insanlar için çıkarılmış hayırlı bir "örnek toplum" olma vasfı kazandırır. Hayatın ve ölümün anlamım ve amacını öğretir1.
Yeryüzünün bütününde olduğu gibi, üzerinde yaşadığımız topraklarda da müslümanların öncelikli hedefi, ilahlık iddiasındaki zorba güçlerin zulme ve baskıya dayanan otoritelerinin sarsılması ve hükmün yalnızca Allah'ın olduğu akidesinin fiilen gerçekleştirilmesidir.‘’De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm, hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir" (En'am, 6/162).
Bu zorlu ve kesintisiz bir mücadele demektir. İslami bir kimlik sahibi olmak, bu mücadeleyi yüklenme iddiasında olanların taşımaları gereken özelliklerin en başında yer alır.
Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi ve her şeyden daha da önemlisi, Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için, en önemli ve zorlu mesele saf ve katışıksız bir İslami kimlikle mücadele sahasında yer alabilmektir. İslami mücadele ancak ve ancak, eksiksiz ve fazlasız bir İslami kimlikle mümkündür. Bunun içinse, hem tağuti sistemin kurumları, kuralları, yönlendirmeleri ve dayatmalarından bağımsız, hem de toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından, uzlaşmacı, sentezci anlayış ve pratiklerden arınmış, yalnızca Kur'an'ı kendisine ölçü ve rehber edinmiş olmak gerekir.Yeryüzünde 'tağut'ları inkâr edip, tevhid ve adaleti hakim kılma mücadelesini sürdürürken, islami kimliğin toplumsal pratiğe yansıyan en temel vasfı, tağuti otoriteye ve bu otoriteyi temsil eden kurumlara ve şahıslara karşı açık bir red tavrına sahip olmasıdır. Allah'ın uluhiyet ve rububiyetine karşı istiğna ve tuğyan içinde olan (kendini bağımsız ve yeterli görerek azgınlaşan) her türlü kişi, kurum ve gücü kapsayan 'tağut' kavramı, şüphesiz günümüzde en açık olarak otoriteyi elinde bulunduran devlet ve sistemin şahsında somutlaşmaktadır. Firavun'un tağutlaşması örneğinde olduğu gibi, eline geçirdiği güçle toplumsal hayatın bütününde şirk sistemini hakim kılmaya çalışan; baskı ve sömürü politikalarıyla insanları ezen, sindiren; insan haysiyet ve onuruna aykırı zalim, kafir bir sistemi zor ve şiddetle halka dayatan ve ayrıca bulunduğu bölgede emperyalist statükonun muhafızlığı görevini canla başla üstlenerek, işbirlikçi bir kimliği de benimseyen bu düzen, tağuti bir düzendir. Bu devlet tağutun bizatihi kendisidir.
‘’Firavun'a git, çünkü o azdı.’’ (Taha, 20/24)
Rabbimiz, Kur'an'da bizlerden sadece lafzen değil, sadece ifadeyle, sloganla değil, pratik hayatımızla da tağutu inkar ve reddetmemizi istemektedir. Tevhid kelimesinde Allah'ın birlenmesi şiarından önce, "la" kavramıyla ifade edilen, O'ndan gayrisinin otoritelerinin reddedilmesi gerçeğinde görüldüğü gibi, Kur'an, tağutun inkârını, imanın, Allah'a yönelmenin bir ön şartı olarak vurgular.
Öyleyse İslami kimliğin en belirgin vasıflarından biri, tağuti sistem ve otoritelere karşı alınan tavırdır. İslami bir kimlikle mücadele zemininde yer alma iddiasına sahip bir oluşum, bir hareket, her şeyden önce tağuti güçlere karşı konumunu netleştirmeli, tağuti güçlere karşı tavır almalıdır.
‘’Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağutun önünde muhakeme olmayı istiyorlar. Oysa, kendilerine onu inkar etmeleri emrolunmuştu. Şeytan onları iyice saptırmak istiyor’’ (Nisa, 4/60).
‘’Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır... ‘’(Zümer, 39/17).
Yaşadığımız ülkede, İslamilik iddiasıyla ortaya çıkan çeşitli yapı ve oluşumlar, bu noktada büyük bir çelişki içindedirler. Geleneksel anlayış ve yapılanmaların olumsuz mirası ve egemen şirk sisteminin baskıcı ve saptırıcı politikalarının da etkisiyle, İslamilik iddiasıyla ortaya çıkan pek çok çaba, temelde Allah'ın değil, sistemin rızasını kazanma anlamına gelebilecek bir pratik kaygı taşımıştır. Mevcut şirk sistemine yaklaşım ve ilişkilerde, İslami ölçüler ve ilkeler doğrultusunda İslami bir kimlik geliştirmek yerine, genelde uzlaşmacı, sentezci ve giderek teslimiyetçi bir kimlik öne çıkartılmış ve halen de bu tavır sürdürülmektedir.
İslami kimlik tağuti sisteme karşı net, tavizsiz ve devrimci bir tavrı gerektirir. Bu tavır alış ilkesel bir zorunluluktur ve asla şartların değişmesi, düşmanın tavrının farklılaşması ya da zafere ulaşmada, sonuç almada etkili olunup olunamaması gibi gerekçelerle bundan vazgeçilemez. Düşmanın baskılarına karşı olduğu gibi uzlaşmaya, zorlayıcı uzlaşmacılığı teşvik edici sinsi politikalarına karşı da direnmek asıldır. Baskı ve zorla birlikte, oluşum aşamasındaki İslami bir hareketi uzlaşma batağına çekerek çözmeye çalışmak, tağuti güçlerin her zaman başvurdukları bir politika olmuştur. Bu hususle ilgili olarak, Rabbimiz Yüce Kitabı'nda şöyle buyurmaktadır: "Onlar isterler ki sen onlarla uzlaşasın da, onlar da seninle uzlaşsınlar". Egemen şirk sisteminin dayatmaları karşısında uzlaşıcı, tavizkar tavır alışlar, sonunda İslami ilkelilik ve duyarlılığın tümüyle tasfiyesini doğurabilecek çıkmaz bir sokaktır.’’
İslam, hayatın bütününü kuşatan evrensel bir dindir. O, üretilmiş olan tüm maddi veya metafizik eğilimli dünya görüşlerine (dinlere) galebe çalıncaya kadar yaşayacak ve tekrarlanacak olan Rabbani bir çağrıdır. İslam, insanlığı gerek zihni açmazlarından, gerekse ameli sorunlarının karanlığından aydınlığa ulaştırmanın çağrısıdır. İslam, insanlara alemlerin yaratıcısı olan Rabbimiz katından iletilmiştir. İletilen bu çağrının insanlara taşıyıcıları ise hidayet üzere seçilen rasuller olmuştur. Ve son peygamber Hz. Muhammed ise kendisine Rabbimiz katından vahyedilen Kur'an'ı hidayet rehberi olarak bizlere aktarmıştır. Kur'an, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkartmak ve Allah'ın yoluna iletmek için indirilmiş bir Kitap'tır. Dolayısıyla insanlık için dinin veya hidayet bilgisinin kesin ve mutlak kaynağı Kur'an'dır.
Kur'an'ın temel çağrısı, kesin inanç ve bağlılık gerektiren itikadi bir temele dayanır. Ancak bu temele sıkı sıkıya bağlanıldığında Kur'an'ın mesajı akledilmiş ve İslam yaşanmış olur. Bu temel "Kelime-i Tevhid"; yani Allah'ın tek ilah olduğunun bilinmesi ve gereğince amel edilmesidir. Rabbimiz "Allah'tan başka ilah olmadığına" inanmamızı bize emreder. Tevhid inancı; yaratma, hüküm koyma, gaybı bilme konularında ve yaşamın tüm alanlarında Rabbimizin otoritesine başkaldıran veya O'nun otoritesine ortak olmaya kalkışan tuğyan içindeki tüm beşeri veya beşer üstü güçlere "hayır" (La) deyip; kullara kul olmayı reddederek kulluğumuzu (ibadetimizi) ancak Allah'a has kılmanın bilincine ermektir. Hz. Muhammed tebliğinin ilk safhasında "La İlahe İllallah" şiarının ilk "şahid"i olmuştu. O, İslam'a ilk çağrısına da Rabbimizi tekbir ederek başlamıştı. Zaten Kur'an, Rabbimizin tek ilah olduğunun bilinmesi, akıl sahiplerinin öğüt alması ve uyarılmaları için iletilmiş bir tebliği değil midir?
İslam İnancının soyut ve bilgi düzeyinde kalan bir akide olamadığı cevabı kitabta genişçe izah edilmiş.
‘’İslam inancının kaynağı ve ölçüsü Kur'an'a dayanır. Bu inanç; soyut, zihinsel ve bilgi düzeyinde kalan bir akideyi değil, toplumsal yaşamda şahitlik oluşturacak itikadi tavır ve kabulleri gerekli kılar. İslam itikadı, vahyi bilgiyi ve mücadele yükümlülüğünü gerektiren; hayatın öncesini, sonrasını ve yaşanılan anı kuşatan bir bütündür. Bu inanç soyut bir akide değil, bağlılarına gerek zihinsel ve gerekse ameli alanda her türlü bozulmaya (ifsada) karşı "La" dedirtip, düzeltme dönüştürme (ıslah) görevini yükleyen devrimci bir kabuldür.
Tevhid akidesi, bilgi ve eylemi birbirinden ayrıştırmayan dinamik bir inançtır. Tevhidi bilince ulaşan bir kişi İslam adına inanç ile ameli, düşünce ile eylemi, itikad ile siyaseti ayrıştıramaz. Tevhid inancına sahip olan herkes, her türlü şirke, zulme ve ifsada karşı inanç, düşünce, tavır ve hareket birliği içinde İslami mücadeleye katılmak; edindiği Kitabi bilgiyi imanlaştırmak için "cihad"ı üstlenmek zorundadır. İslami mücadeleyi, diğer bir deyişle cihad sorumluluğunu üstlenmeden kurtuluşa erişilemez. Çünkü cihad, Allah'ın halis dini ile, Kur'an ile, kendi nefsimiz ve insanlar arasındaki her türlü engeli kaldırma ve tağutların hakimiyetini tasfiye etme mücadelesidir.
‘’Öyleyse kafirlere itaat etme ve onlara karşı (Kur'an'la) büyük bir cihad et.’’ (Furkan, 25/52)
Kur'an'ın Mekke ve Medine döneminde inzal olan bütün ayetlerinde, soyut ve teorik bir davet değil, ameli sorumluluklar yükleyen bir çağrı vardır. O, Rabbimize itaat etmeye; gerek gaybi gerekse sosyal, idari, siyasi, ekonomik alanlarda yaşayan şirk ve zulümden uzaklaşmaya dair bir uyarıdır. Mekke'de başlayan İslami mücadele, Rabbimizin ismini yüceltmeye yönelen akidevi bir eylemdi. Ve İslam'a düşmanlık eden, müslümanlara zulüm ve işkenceleri reva gören Mekke müşrik toplumu ve Önde gelenleri de Allah inancından habersiz değildiler. Günümüzün egemen cahili yapılarında da durum farklı değildir. Dün de bugün de "Sırf 'Rabbimiz Allah'tır dedikleri için..." mü'minler, ilahlık iddiasına kalkışan tağuti güçler tarafından hakaret ve saldırılara maruz kalmışlardır. Sahte ilahları en fazla öfkelendiren çağrı ise, gasbettikleri egemenlik alanlarını terk etmeleri zorunluluğu ile ilgilidir. Çünkü Kur'an'ın bildirdiği ilah inancı ve itikadi bağ; soyut bir "inanç sistemi"ni değil, hayatın tümünü kuşatan bir "dünya görüşü"nü önermekte ve vahiy dışı tüm inanç, düşünce, otorite ve uygulamaları tasfiye etmeyi hayati bir görev olarak belirlemektedir.
İslam ümmeti, Kur'an ile olması gereken bağını tarihi süreç içinde yitirdikçe, itikadının ameli boyutunu ve ana hedefini unuttu. Zihinsel sapmalar sonucu bulanıklaşan inanç yapısı, davranışların da bozulmasına neden oldu. İnanç, hayattan koptu ve büyük ölçüde teorik alana hapsoldu. Tevhid kavramı, kelam ve felsefi tartışmaların gündemine sıkıştırıldı. Şer'i mükellefiyetlerimiz itikadın dışına itildi ve iman-amel ayrımı meşrulaştırılmaya çalışıldı. Yaygın olarak imanın şartı ile İslam'ın şartı birbirinden ayrıştırıldı. "...Kitab'ı terkedilmiş olarak..." bırakanlar Allah, ahiret günü, melekler ve rasuller ile birlikte temel iman konusunu oluşturan ve muttakilerin kılavuzu olan Kur'an'ın hükümlerini unuttular. Oysa iyiliğe (Birr'e) ulaşılması için inanılması gereken umdelerle, yerine getirilmesi gereken fiiller birbirinden ayrıştırılamazdı.
Mekke cahili ortamında Kur'an'ın çağrısı; müminleri cahili inanç ve tutumlardan hicret etmeye ve haksızlık karşısında tavır almaya teşvik eden, hayatın bütün ünitelerini kuşatan bir akidevi davet olarak insanların gündemine giriyordu. Rabbimizi tekbir etmekle, her türlü kirlilikten arınmak iç içe bir eylemdi. "Kalk ve uyar. Rabbini tekbir et. Kendini arındır."
Vahyi çağrının, insanları pratik sorunlarımızla doğrudan ilgili olan bir Allah inancına, hayatı kuşatan bir akideye, düşünce ve eylem planında her türlü şirke karşı tavır alışa yönelttiğine bir çok ayet şahitlik etmektedir. İlk dönemde inzal olduğuna dair üzerinde mutabakat bulunan bazı ayetlerden çıkartılabilecek şu vurgular, konuyu aydınlatmaya yeterlidir:
Rabbimizin ayetleri karşısında "inatçı" kesilen ve Allah'a rağmen "ölçü" koyanları kınayıp-korkutmak; Allah'ın kendilerine hiç bir güç vermediği Lat, Uzza, Menat gibi putları, toplum vicdanının ürettiği diğer zanni ve heva eseri tabuları ve yanlış şefaat anlayışlarını reddetmek; ölçüde hile yapanları, teraziyi doğru tartmayanları ve insanların haklarını gasbedenleri ikaz etmek; kız çocuklarının hayatına kasteden uygulamaları kınamak; yoksulun doyurulması için teşvikte bulunmayıp mal yığma tutkusuna kapılanları cehennemle korkutmak; kendini müstağni görenlere, hayrı engelleyenlere ve onların meclislerine (nadiye) boyun eğmemek gibi vurgular "Allah'tan başka ilah yok" hükmünün yaşam içinde karşılığını oluşturan en güzel açıklamalarıdır. İnzal olduğu toplumu, toplumsal ilişkileri, egemenlerin tavrını; sosyal, hukuki, ekonomik yapıyı tasvir eden Kur'an'ın bu ayetlerinin, bugün içinde yaşadığımız toplumdaki sosyal karşılıklarını İslami bir davete kalkışmadan önce bilmek ve iyi değerlendirmek zorundayız. Yaşadığımız çağda, bu ayetlerin sosyal karşılıklarını gözetmeyen ve tatbikine çalışmayan yaklaşımların, Kur'an'a bağlılık veya İslam'ı yaşama ve İslami mücadeleyi üstlenme iddialarında inandırıcı olabilmeleri imkânsızdır.
Hele siyasi veya ekonomik sahada Rabbani ölçüleri gözetmeyen uygulamaların, ameli sapmaların, itikadı (akideyi) ilgilendirmediği iddiası içinde olanlara veya inanç-amel ayırımı yapanlara en güzel hatırlatma, yine Kur'an'ın ayetlerindedir. "Dini yalanlayanı gördün mü? Yetimi itip-kakar. Yoksulu doyurmaya ön ayak olmaz. Vay şu namaz kılanların haline. Onlar kıldıkları namazdan gaflet içindedirler..." . Tevhid ve adaleti ikame etmek için bildirilmiş olan Kur'an, bu ayetlerde görüldüğü gibi yetime ve yoksula karşı amelî görevini yapmayan veya öksüzün ezilmesine ve yoksulluğun artmasına neden olan güç sahiplerine karşı tavır almayan kişilerin teoride kalan tevhid inancını, din inancını, kitap inancını kabul etmez.
Müslüman olmak, tevhid akidesini kabul etmektir. Bu inancın soyut, zihinsel ve bilgi düzeyinde kalan bir akide olmadığı açıktır. Bu akide, bağlısını gerek zihinsel ve gaybi alandaki; gerekse sosyal, siyasal, ekonomik veya ameli alandaki her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı mücadele etmeye sevk eder. İslam inancı, İslami mücadeleyi üstlenmeden yaşanamaz. İslami mücadele ise akidevi temelli bir harekettir. İslami mücadelenin zihinsel, yapısal ve metodik sorunlarının çözümünde gösterilecek şahitlik ve kazanılacak başarı, Kur'an ile irtibat düzeyi ve akidevi netlik ile doğru orantılıdır.
İslam inancı şahitliği gerektirir
Şahitlik, bilinene ve gözlemlenene tanıklık etmektir. İslam'ın tanıklığı ise örnek olunarak yapılır. Rasulullah, bizler için Kur'an bilgisinin öncü şahididir. O, aldığı vahyî bilgiyi çevresine aktarmış ve aktardığı bilgiyle amel etmiştir. Rabbimiz müslümanlardan, insanlara şahitlik etmek için "...Vasat bir ümmet..." olmalarını istemektedir. Zaten Rabbimiz inananlara "Müslüman" adını "İnsanlara şahit olmaları için" vermiş ve "Allah adına gerektiği gibi cihad edilmesini" istemiştir. Kendi davasına yardımcı olunmasını isteyen Allah, vahye iman edenlerin inançlarındaki samimiyeti şahitlik şartına bağlamıştır. "...Biz günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri ortaya çıkarması ve sizden şahitler edinmesi içindir..."
Şahitlik İslam'a inanmanın zorunlu şartıdır. "Ey i-man edenle'r, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun..." , Rabbimizin müslümanlardan hakkı ve adaleti ikame etmek için istediği şahitlik görevi; bilgi, inanç ve eylem bütünlüğünü gerekli kılmaktadır. Ama tarihi süreç içinde İslam ümmeti bu bütünlüğü kaybetmiştir. Tarihi süreç içinde tevhidi bilincin, halk arasında ve yönetimde zayıflaması ve yitirilmesinin nedeni; bilgi, inanç ve eylem bütünlüğünün parçalanmasıyla doğrudan alakalıdır. Unutulmamalıdır ki hiç bir başarı, bilgi, emek ve inanç faktörü hesaba katılmadan dış nedenlere bağlanamayacağı gibi; hiç bir mağlubiyet de sadece dış faktörlerle izah edilemez. Başarının sünnetini gösteren Rabbimiz, mağlubiyet ve çözülmenin de bir yasaya bağlı olduğunu bildirmektedir.
İslam düşmanlarının ve münafıkların başarısıyla sonuçlanan mağlubiyetler karşısında, İslami duyarlılıkla yükseltilen mücadeleler, onurlu direnişlerdir. Ama fikri ve siyasi çizgisini, hedeflerini ve yöntemini Kur'an bütünlüğü içinde netleştirmemiş bir direniş, tüm İslamilik iddiasına rağmen önemli zaaf ve eksiklikler taşır. Bu bağlamda bir durum değerlendirmesi yaptığımızda, Türkiye'de ve İslam coğrafyasının bir çok yöresinde zalim iktidarlara, emperyalizmin fikri ve zihni saldırılarına karşı fedakarca mücadele veren İslami hareketlerin düşünsel, yapısal ve metodik sorunlarının çözümünde, tarihin ve modern kültürün muharref değerlerinden yeterince arınmış bir zihinle Kur'ani bilgiyi merkeze aldıklarını söyleyemeyiz.
Sorunu, fikri yetersizliğin giderilmesinde gören veya Kur'ani bilgiyi öncelediği için Kur'an çalışmalarına yönelen çabaların birçoğu ise, şahitlik ve fiili mücadele görevini erteleyen veya siyasi tavırdan kopuk bir tutum içindedirler. Böyle olunca da egemen sistemin dayattığı fiili durum ve cahili kültür karşısında boşlukta bırakılan mücadele sahasının, gittikçe uzlaşmacı ve teslimiyetçi tavır ve projelerle kirletilmesine ve hayatın bütün alanlarını bilfiil kuşatan cihad ruhundan uzaklaşılmasına fırsat verilmektedir.
Bilgisiz bir eylemin ilkelerden çok, duygulara dayanan yüzeysel bir kalkış olduğu doğrudur. Ancak diğer taraftan amelsiz bir bilginin de hamallık olduğunu ve amelsiz söylemlerin kınandığını Kur'an bilgisine sahip olanlar çok iyi bilmektedir.
Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir... (Cuma, 62/5) Ey iman edenler niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? (Saf, 61/2)
Sahih bilgiye dayanmayan eylem, körlükten kurtulamaz. Ancak Kur'ani bilgiyi düşünce düzeyinde tutan ve amelleştirmeyen tavır ise, İslami yaşam açısından sahih bir inanç ve sahih bir tutum sayılamaz. Gerek zihni ve gerekse fiili zulme, haksızlığa, şirke karşı çıkmanın ve hakkın şahitliğini gerçekleştirmenin bilgisini, Kur'an'dan öğrenen kişiye düşen görev, artık hidayet rehberinden nasıl yararlanılacağının metodolojik tartışmalarının içine kilitlenip oyalanmak değil; yakaladığı aydınlığın şahitliğini yapmaktır. Bu konuda dini anlama problemi ile uzmanlık gerektiren bazı detay konuların araştırılması birbirine karıştırılmamalıdır. Aydınlığın yolu kolaylaştırılmış ve anlaşılır kılınmıştır. Ancak aydınlığa ulaşmak zahmetsiz değildir. Emeksiz kazanç, emeksiz mutluluk olmaz. "Hakkı söylemekte olan kitap" yükleneceğimiz şahitlik görevinin, "güç yetiremeyeceğimiz" bir yük olmadığını bildirmektedir.
Kitabın kolaylaştırılmış mesajını kavradığımızda, yaratılış amacımıza uygun davranacağımızın bilinciyle "kelime-i şehadet" getiririz. Kelime-i şehadet ile "Allah'tan başka ilah yok" hükmüne tanıklık etmek için söz veririz. O halde müslüman oluşumuz bize iç eğitimimizi tamamlamak ve olgunlaştırmak için "Kur'an'ı tertil üzere okuma" görevi yanında; her türlü zulme, baskıya, şirke ve müşrik otoriteye karşı tevhidi hakikati hakim kılma mücadelesini de yüklemektedir. Ancak böylesi bir mücâdele sürecine katılarak şahitliğimizi yerine getirebilir ve şahitliğimizle imanımızı doğrulamış oluruz. Ve biliriz ki müminler, "şahitliklerinde dosdoğru davrananlardır'™. Hakikatin şahitliğini yapmak, hakikate inanmaktır. Şahitlik, İslami mücadeleye katılmaktır.’’
Kitabın bir diğer bölümünde Kaynak sorunu babında Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğu sorusu üzerinde gerektiğince çok bilgilere yer verilmiş.
‘’İslami uyanış gittikçe yaygınlık kazanıyor. Fakat İslami hareketlerin Kur'an'a yaklaşım, Rasulullah'ın konumu ve akidevi ölçü konularında yeterince görüş birliğine ulaşamamaları ciddi zaafîyetler oluşturuyor. İslami bilincin kaybı da, kazanılması da; yine İslami grup ya da ekollerin farklılığı da, birliği de, dinin nasıl anlaşıldığı ve dinin kaynağının nasıl değerlendirildiği sorusuyla yakından alakalıdır. "Kaynak sorunu" olarak ifade edebileceğimiz bu konuda, sahih ve sabit ölçülere ulaşılamadığı ve temel esaslarda aynılaşılama-dığı müddetçe, ortak bir hareket anlayışına (fıkhına) ulaşılamaz ve istikrarlı birliktelikler oluşturulamaz.
Dini anlama usulünde (metodolojide), ortak ölçülere yönelmeyen bir vahdet beklentisi, realitesi olmayan bir ideal olarak kalır. Müslümanlar geçmişte yaşanan hataları tekrarlamamalıdırlar.
‘’Onlar ki Kur'an'ı bölük bölük ettiler. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.’’ (Hicr, 15/91-93)
İslam davetini yüklenenler, temel konularda ölçü beraberliğine sahip olmalı; bunun için de kaynak sorunu çerçevesinde ne düşündüklerini, bu meselelerdeki yaklaşımlarının ne olduğunu ortaya koymalı ve ümmet bütünlüğünü sağlama sorumluluğu içinde karşılıklı olarak, vahyi ölçü alan, sahih diyaloglar içine girmelidirler.
Kur'an Nasıl Bir Kitaptır?
Kur'an, hayatımıza düzen vermek; inanç, düşünce ve eylem alanında ilke ve yol göstermek üzere alemlerin yaratıcısından biz insanlara, elçisi aracılığıyla iletilen bir rehber, bir bildirim ve bir hitaptır. O, yaşamakta olan tüm zulüm ve baskı düzenlerine ve batıl anlayışlara karşı yükseltilecek mücadelenin yegâne ölçüsü ve meşruiyet kaynağıdır.
"Bir oluşumun veya hareketin meşruluğu neye göre belirlenecek?" veya "İslami kimliği oluşturan tanım, hedef ve yöntemlerin tespitinde hangi bilgi kaynağı esas alınacak?" sorularının tek doğru cevabını Kur'an verir.
Kur'an, tamamlanmış ve hak din olan İslam'ın beyan edilmesi ve insanlığın aydınlığa ulaştırılması için inzal olmuştur. Kur'an'ın beyanı; İslam'ın mesajını ve bu mesajın nasıl yaşanacağı ile birlikte, onun hayata geçirilme keyfiyetini de kapsamaktadır. Dolayısıyla İslami mücadelede karşılaşılacak her türlü sorunun çözümünde, hangi kaynağı kendimize asıl alacağımız konusu da açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Zaten Rabbimizin, uydurma bir söz olmadığını vurguladığı Kur'an "... Ancak kendinden önceki kitapların doğrulayıcısı, her şeyin detaylı bir açıklaması ve iman edecek bir toplum için hidayet ve rahmettir" (Yusuf, 12/111)
Bugün müslümanlar ve İslam adına yapılan faaliyetler, teoride kendilerini Kur'an ile irtibatlandırma iddiasındadırlar. Ama Kur'an'dan gereğince yararlanılması ve İslami mücadelenin doğru temellendirilip önünün açılması konusunda karşımıza önemli bir sorun çıkmaktadır. "Usuli" (metodolojik) problem olarak da ifade edebileceğimiz bu sorunun, birinci iddiası "Kur'an'ı herkesin anlayamayacağı", ikincisi ise; "Kur'an'dan kaynak olarak doğrudan yararlanılamayacağı"dır.
Tarihi süreç içinde üretilen birinci iddia, Kur'an'ın anlaşılırlığı hakkında yetkinin ancak "ulema" sıfatlı "din adamları" sınıfına ait olduğunu ve Kur'an'ın yaşanabilmesi için bu sınıfın zorunluluğunu ön şart olarak ileri sürmektedir. Bugün, İslami duyarlılığı yüksek olan çevrelerde dahi yaygın olarak kullanılan "islami hareketin öncüsü ulemadır" ifadesi bu tarihi ön kabule dayanmaktadır. Oysa "ulema" kavramı çevresinde gösterilmesi gereken dikkat, "âlim" kavramının Kur'an'daki kullanımının ve bu kullanımın her mümin kişiyi kuşatan özelliğinin daraltılmasını önleme hassasiyetine dayanmalıdır. Eleştirilmesi gereken, İslami disiplinlerde ihtisas sahibi ve birikimli kişilerin varlığı değil, İslami mücadeleyi yüklenmeyen veya sahih ölçüleri önemsemeyen ve ilkesiz bazı insanların, bilgi birikimleri nedeniyle imtiyazlı konuma getirilmesidir. Bu bağlamda "âlim" ile "uzman" kişilerin konumu karıştırılmamalıdır. Alim olmak, tüm müslümanlann görevidir; uzmanlık ise, İslami mücadele ve İslami hayat için gerekli, fakat ihtisas ve yoğun çaba gerektiren bir durumdur.
İkinci haksız iddia ise; bazı rivayetleri ve kelami, felsefî veya tasavvufi kabulleri; tefsir, hadis, fıkıh usulü konusunda formülleşen bazı hükümleri onaylamayı, Kur'an'ı anlamanın ön şartı olarak ileri sürmektedir. Bu geleneksel anlayış, dinin kaynağını "edılle-i şer'iyye" gibi değişik formlarda çoğaltmakta; Kur'an ile hadis rivayetlerini, Kur'an ile içtihad veya kıyası, Kur'an ile çoğunluğun kararını (icma) eşitlemekte; hatta birincisinin anlaşılmasını ancak diğerlerinin varlığına bağlı kılmaktadır. Bu tutuma göre; Allah katından insanların anlayacağı bir dille "iletilen" Kur'an, ancak insanlarca "üretilen" sözlü ve yazılı kaide ve usullerle ve oluşturulan kültürel birikim ile anlaşılabilir.
Kur'an'a ön yargısız yaklaşmak, öncelikle tarihi süreç içinde üretilmiş olumsuz birikimlerden arınma çabasıyla mümkündür. Bununla birlikte içinde doğduğumuz çevreden edindiğimiz inanç, kültür ve alışkanlıklardan bir anda kopmamız da kolay değildir. Bu yüzden, daha hayatın amacı konusunda sorular sormaya başladığımız anda, sahip olduğumuz dini telakkinin doğruluğu sorunu gündeme gelir. Kur'an'a nasıl yaklaşacağımızı; egemen sistemlerin kontrolündeki dini eğitim çalışmalarının getirdiği bakış veya gelenekten devraldığımız ya da çevremizle birlikte kazandığımız kimliğin niteliği mi belirleyecektir? Yoksa kimlik ve tutumumuzu Kur'an bilgisi mi oluşturup yönlendirecektir?
Bu sorulara verilecek cevap, Kur'an'a "belirleyen" olarak mı, "belirlenen" olarak mı yaklaştığımızı veya inandığımızı da ortaya koyacaktır.
Aslında Kur'an'dan doğrudan yararlanılamayacağı üzerinde duran ve onu anlamak için üretilmiş bazı kültürel kalıpların öncelenmesini şart koşan geleneksel yaklaşımla; Kur'an'ın anlaşılmasının göreliliği (izafiliği) konusunda Batılı referans çevrelerinden devşirilen söylemle oluşan modern yaklaşım; birbirleriyle örtüşmektedir.
Kur'an'ın anlaşılırlığı hakkında, Batılı referans çevrelerinden devşirilen ve tağuti rejimlerce de destek gören bu söylem, bir metinden anlaşılan hakikatin tek olmadığı, hakikatin kişiden kişiye değişeceği; yani Kur'an ayetlerinin anlaşılmasının "göreceliliği" iddiasını gündeme sokmaya çalışmaktadır. Bu görüş, Kur'an'ı anlamaya çalışanların tarihi süreç içinde veya çevre şartlarının etkisi ile oluşmuş düşünce tarzlarından etkileneceği iddiası ile Kur'an'ın ön yargısız anlaşılmayacağını savunmakta ve tarihselci bir yaklaşımla Kur'an'ın evrensel ve mutlak hükümleri üzerinde şüphe uyandırmaya çalışmaktadır. Bu söyleme göre de Kur'an "belirleyen" değil, "belirlenen" konumuna düşmektedir.
Bu noktada, Kur'an'ın tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyetle, Kur'an'ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslam tarihi içinde "üretilmiş" olan kaynaklara bağlayan gelenekçi, mukallid zihniyet arasında, sonuç itibariyle pek fark yoktur.
Kur'an ile irtibat konusunda iki yönlü bir durum vardır. Birincisi, ön kabullerden sıyrılma azmi içinde Kur'an'a yönelmektir. İkincisi de; aklım ve kalbini kendisine açan kişileri, Kur'an'ın yönlendirmesidir. Kur'an düşünce ve eylemlerimizin temel kılavuzu ise, ondan edineceğimiz bilgiyi ancak yaşayarak inançlaştırabiliriz. İnsanları zandan ve taklitten kaçınmaya ve akletmeye sevk eden Rabbimiz, inanmamız gerekenleri de, anlayamayacağımız veya sadece bir kısım zümrelerin anlayacağı bir kapalılıkta sunmamıştır. Rabbimiz "... Kitabı açıklanmış halde..." indirmiştir. Kur'an tahsile ve ihtisasa sahip özel bir sınıfa değil, tüm insanlar {en nas)a hitap etmektedir. Öğüt ve ibret alınması, düşünülmesi için kolaylaştırıldığı vurgulanmaktadır. Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu da belirtilmiştir. Kur'an'ın anlaşılamadığı iddiası, anlamayan kişilerin değişik nedenlerden ötürü, onu gündemlerine almamalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa azılı kafirler bile Kur'an'ın mesajını anlamışken, halis bir niyetle ona yönelenlerin Kur'an'ın açık ve genel mesajını anlamamaları mümkün değildir. Mekke müşrikleri genellikle Kur'an'ın anlaşılırlığı hakkında değil, kaynağı hakkında tartışma açmış ve itirazlarda bulunmuşlardır.
"Siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelamını işitirler de, iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.’’ ( Bakara, 2/75.)
Yine Kur'an'dan biliyoruz ki, her Rasul apaçık anlatması için kendi kavminin diliyle gönderilmiştir.
‘’Onlara iyice açıklasın diye, her elçiyi yalnız kendi kavminin diliyle gön
derdik...’’ (İbrahim, 14/4)Ve Rabbimiz "Akletmeniz için onu Arapça bir Kur'an yaptık" derken, vahyin, Arapça konuşan bütün muhatapları tarafından anlaşılacağı vurgusu ön plana çıkmaktadır. Kur'an lafızlarının kavranıp kavranmadığı, getirdiği mesajın eylemleşmesi veya ona gösterilen tepkilerle anlaşılır. Bu açıdan baktığımızda da vahyî mesajın kavranması ve eylemleşmesi konusunda, Arapça bilmemek, mazeret oluşturmamalıdır. Kaldı ki, Kur'an'a inanmayan Arapların, Kur'an'ın Arapça dışında bir dil ile nazil olması karşısında nasıl mazeret uydurmak isteyeceklerini de bilmekteyiz.
‘’Eğer biz onu yabancı (dilde) bir Kur'an yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap'a yabancı bir söz mü (geliyor)?'...’’ (Fussilet, 41/44)
Bu konuda Arapça'ya yapılan vurgu, Kur'an'ın inzal olduğu orijinal lisana işaret olduğu kadar, o ilahi hitabın her insanın anlayabileceği bir beşeri dil sınırları içinde sunulmuş olduğu vakıasına da bir işarettir. Arap dili üzerinde özel ihtisas gerektiren konular dışında, Arapça bilmeyen ama Kur'anî ıstılahlara ve mevcut çalışmalara dikkat eden bir okuyucu, güvenilir meallerden, mukayeseli bir biçimde yararlanarak, Kur'an'ın mesajını, Kur'an'ın müminlere yüklemek istediği İslami kimliği ve sorumluluğu yeterli düzeyde anlayabilir. Zaten özel ihtisas gerektiren konular, iyi Arapça bilenler için dahi uzmanlığı, birikim sahibi olmayı ve istişari iletişimi gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın herkesçe anlaşılabilir.
Kur’an’ın mesajını kavramak ve eylemleştirmek ile bazı detay ve dilbilimsel konuların tahkiki birbirine karıştırılmamalıdır.
Ayet metinleri, her dilde olduğu gibi delalet ettikleri anlam itibari ile kat'ilik veya zannilik taşımaktadırlar. Eğer ayetin lafız ve ibarelerinden amacı ve delaleti net olarak anlaşılıyorsa, mutlak anlamdan veya delaletin kat'iliğinden bahsedebiliriz. Bu konuda dilin fonksiyonundan ziyade, mesajın netliği önemlidir. Kur'an'ın mutlak hükümleri de bu tür ayetlerdir. "Gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceği", "Meleklerin Allah'ın kızları olmadığı" "Şirkin en büyük zulüm olduğu", "Kıblenin Mescid-i Haram olduğu", "Domuz etinin, leş ve kanın haramlığı" gibi konular delalet itibari ile kat'i, yani evrensel ve mutlak hükümleri oluşturmaktadırlar. Öte yandan "Müslümanların işleri aralarında şûra iledir" hükmünde olduğu gibi, bazı ayetlerin anlamı net olarak anlaşılmakla beraber, taşıdıkları hükmün keyfiyetinin nasıl olacağı bir ihtiyarilik taşımaktadır. İşte hükmü anlaşılan ama uygulanması belirli bir şekilde sınırlanmayan Kur'an lafızları, farklı yorum, görüş ve içtihadlar kaldırabilir. Bununla birlikte delaletinde zannilik bulunan hiç bir ayetin yorumu, Kur'an'ın bütünlüğü ve mutlak hükümlerine aykırı bir biçimde yorumlanamaz. Örneğin zulmü gidermek için inzal olmuş ve şirki zulüm olarak nitelendirmiş olan Kur'an'ın hiç bir ayetinden, delaletindeki zannilik dolayısıyla; "İslam akaidi" kitaplarının birçoğunda yer alan ve "fasık imamın arkasında namaz kılınabileceği", "zalim sultana itaat edilebileceği" hükümlerindeki gibi; fısk'a veya zulm'e rıza gösterilebileceği sonucu ve hükmü çıkartılamaz.
Rabbimiz bizlere sonsuz hakikatlerini, sınırlı ve insan idrakinin anlayabileceği beşeri bir dil ile anlatmaktadır. Böyle olunca da beşeri dilde anlatım kolaylığı sağlayan mecazi, sembolik ve temsili anlatım gibi, bazı dil sanatlarının kullanılması tabiidir. Örneğin "Allah'ın eli", "Ayetler karşısında kör olmak" gibi ifadeler bazı yanlış değerlendirmelerde yapıldığı gibi müteşabih ayetler değil Kur'an'daki mecazî kullanımlardır.
Kur'an ayetlerinin tasnifinde "muhkem" ve "müteşabih" kavramlarıyla karşılaşmaktayız. Muhkem ayetlerin Kur'an'ın anası olduğu açıklanırken, müteşabihlerin peşine düşenlerin ise kalplerinde eğrilik olduğu ve fitne çıkartmak istedikleri vurgulanmaktadır. Müteşabihlerin "te'vil"ini Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği de ifade edilmektedir. "...Te'vili gelip çattığı gün..." ayetinde de görüleceği gibi "te'vil" bir şeyin sonucu, gerçekleşmesi; o şeyin hakikati anlamına gelmekte ve bu kelime ilgili ayette geçen "müteşabih" ifadesinin açıklayanı olmaktadır. Buna göre müteşabih ayetler, lafızları anlaşılamayan değil, taşıdığı anlamın (haberin), te'vilinin (akibetinin) ne olduğu bilinemeyen nasslardır.
‘’Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir. Onlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu te'vil etmek için onun müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez...’’ (Al-i İmran, 3/7) (A'raf, 7/53)
Kur'an'ın anlaşılması onun gereği gibi okunması şartına bağlıdır. Bu umdenin en çarpıcı tefsiri "...Okumakta ve Öğretmekte olduğunuz Kitab'a göre Rabbaniler olunuz..." ayeti ile yapılabilir. Buradaki öğrenim "kıraat" değil, "talim"dir. Talim, teorinin uygulama ile örneklendirilmesi olayıdır. Kur'an okuma eylemi durağan değil, aktif bir çabayı gerekli kılmaktadır. Yani Kur'an okuma sadece bir bilgilenme değil, bilginin uygulamaya dökülmesi halidir. Dolayısıyla Kur'an üzerine yapılacak çalışmaların programlanmasında, teori ile pratiğin veya bilgi ile amelin birbirinden bağımsız olmadığına öncelikli olarak dikkat edilmeli, eğitimin İslami mücadelenin tamamlayıcı parçası olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Kur'an'ın anlaşılması için oluşturulan "tefsir usulü" disiplininin taşıdığı bazı yanlış ön kabuller, bizzat Kur'an'ın anlaşılmasında önemli engeller oluşturmaktadır. Bunların en önemlisi ise "nesh teorisi'dir. Tefsir usulü çalışmalarında yaygın olarak kabul görmüş bu teoriye göre, Rabbimizin Kitabı'nda bazı ayetlerin (na-sih) diğer bazı ayetlerin (mensuh) hükmünü geçersiz kıldığı iddia edilmektedir. Eski şeriatların neshi ile ilgili ayetlerden kalkarak, bazı Kur'an ayetlerinin hükmünü de iptal etme yanlışına düşen "nesh teorisi"; ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünde değerlendirerek değil; çelişik rivayet ve kaideleri temel alarak oluşturulmuştur. Kur'an'a eksiklik ve çelişki izafe eden bu teorinin mensupları, bazı hükümlerin tedrici olarak inzal oluşunu veya "tertil" (merhale) meselesini Kur'an bütünlüğü içerisinde doğru kavrayamayarak bu hataya düşmüşlerdir. Kur'an'da çelişki olmadığını bildiren kelâmullah'ı temel almayan bu anlayış, kendi ön kabullerine bağlılık uğruna, bazı ayetlerin hükmünün iptal edildiğine fetva verirken, adeta dinin yegâne kaynağının, bağlayıcı olup olmadığını tartışmaya açmıştır.
‘’Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.’’ (Nisa, 4/82)
Kur'an'daki konu bütünlüğüyle ve ayetlerle çelişen rivayet veya hükümler geçersiz sayılmalıdır. Bu tür rivayet ve hükümler, değişik beyan ve tefsirlerle ve senet zincirindeki sağlamlık gerekçe gösterilerek savunulmamalıdır. Kur'an bütünlüğüyle çelişen rivayet ve her türlü anlayış terk edilmelidir. Bu ölçünün zayıflamaya başladığı, İslam tarihinin ilk dönemlerinden bu yana, rivayet ekolünün güç kazanmasıyla taklid yaygınlaşmış ve kitlelerin Kur'an ile doğrudan temas kurmaları adeta engellenmiştir.
Tefsir usulü kitaplarında, ayetlerin nüzul sebeplerini sadece hadislere dayandırma yaklaşımı da, Kur'an'ın önceliği konusunda yaşanan paradokslardan birisidir. Oysa ayetlerin nüzul ortamını anlamaya en başta Kur'an bütünlüğünden kalkarak başlamak gerekir. Bu ölçüye dikkat edilmediğinde, ilk inzal olan ayetlerde karşılaşılan "...namazlarında gaflet içindedirler" veya "namaz kılanı engelleyen" lafızlarını, Kur'an bütünlüğü içinde değerlendirilmediğinden, çok çelişik izahlar içine girilmiştir. Bu hükümler Kur'an beyanının ilk dönemlerine aittir. Ve Kur'an bütünlüğü içinde baktığımızda bu ayetlerin indiği nüzul ortamı içinde anlaşılırlığı fevkalade kolaydır. Zira Kur'an'da namazın, İbrahim dininin devam ede gelen bir gereği olduğu ve vahyin Mekke döneminde de bu ibadeti Ehl-i Kitap arasında yerine getirenlerin varlığı öğrenilebilmektedir. Bu sorunun açılımında da görüldüğü gibi, doğru olan; tarihi rivayetlerle ayetleri anlamak değil; karşılaşılan sorunla ilgili rivayetleri, Kur'an bilgisi ile analiz etmektir.
Kur'an ile irtibatı zorunlu olan bütün Islami mezhep ve ekoller, sahabe toplumundan farklı silsilelerle cem edilmiş olarak devraldıkları ve nesiller boyu taşıdıkları Kur'an'ın kesin ve kesintisiz haberini bize çelişkisiz olarak ulaştırmışlardır. Rabbimizin "zikri koruma" vaadi de belki bu şekilde gerçekleşmektedir. Kur'an'dan kalkarak biliyoruz ki, Kur'an lafzı, Arapça lisan ile Hz. Muhammed'in kalbine ilkâ olmuştur. Onu kavrayıp ezberlemek için dilini depreten Rasulullah(s)'a uyarıda bulunan Allah, "Onu toplamak ve okutmak bize aittir" hitabıyla Kur'an'ın derlenerek (cem edilerek) inzal olduğunu bildirmiştir.
Kur'an ile irtibatımızda "asıl hedef" detay konulara hapsolmak değil, Kur'an'ın mesajını ve yüklediği temel görevleri üstlenmek olmalıdır. Bunun için de anlaşılır olan Kitab'a, nefsî taassuplarımızdan ve ön yargılarımızdan arınmaya çalışarak yaklaşmamız gerekmektedir. Biz zihnimizi ve kalbimizi Kur'an'a açtıkça, o da bize kendini açacaktır. Kur'an ancak kendini taşıyanlara kendini açmaktadır. Kur'an'ı taşımak ise her türlü zulüm ve şirke, ifsad olmuş zihniyet ve kurumlara karşı tavır alıp, hakkın şahidliğini üstlenme kararlılığına bağlıdır.’’
Kitapta Sünnet konusu da çok açık ve net bir uslupla işlenmiş. Bu bağlamda yanlış Peygamber telakkilerine de anlaşılır cevaplar verilmiş.
Sünnet Nedir?
Vahyi mesaj, insanlara kendi aralarından seçilmiş bir rasul (elçi) aracılığıyla iletilir. Rabbimizin tamamlanmış din olarak seçtiği İslam da, Hz. Muhammed'in aracılığıyla insanlığa iletilmiştir. Ancak insanların çoğu rasullerin beşer olmasına itiraz etmiştir. Ya rasulle-rin olağanüstü hallerle donatılmaları istenmiş ya da rasullerin konumu bu tasavvurlarla saptırılmaya çalışılmıştır. Birçok ümmet, rasullerinin konumunu değerlendirirken, dalâlete düşmüştür. Rasullerine eziyet edenler yanında, onların konumlarını yüceltip, ilahlık mertebesine çıkartanlar da olmuştur. Her iki tavır da önemli bir sapmadır. Bu sapmalara karşı, Kur'an vahyini bize aktaran ve Kur'an'ın örnek alınacak ilk şahitliğini gerçekleştiren Hz. Muhammed'in konumu, Kur'an bütünlüğü içinde iyi belirlenmelidir.
‘’De ki: Ben size, 'Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum! Gaybı da bilmem; size, bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum'...’’ (En'am, 6/50)
RasuluUah'ın örnekliğinin "sünnet" terimi ile zikredilmesi genel kabul görmüştür. Kur'ani mesajın şahitliği konusunda söz, fiil ve ikrar şeklinde vücud bulan RasuluUah'ın uygulamalarına "sünnet" denmiştir. Ancak bu konuda da iki önemli yanlış yapılmıştır: Birinci yanlış, Rasulullah'ın, insanüstü bir örnekliğe sahip olduğu, Kur'an'ın bildirmediği konularda dinin tamamlanması için Kur'an dışında da vahiy (gayri metluv) aldığı ve sâri olma yetkisiyle donatıldığı gibi yaklaşımlardır. Hz. Muhammed'in Kur'an'da anlatılan konumu ile çelişen bu yaklaşımlar, sünnet konusunu, zanni ve Kur'an dışı bir itikad olayına dönüştürmektedir. İkinci hata ise, sünnet ile irtibatımız konusunda yapılmıştır. Rasulullah'ın uygulamaları ile, bu uygulamaların sözlü olarak aktarımı kabul edilen "hadis"ler bir tutulmuş; yaşanmışlığı kesin (vâki) olan sünnet ile, bize mânâ üzere aktarılan hadisin zanniliği arasındaki temel fark görülmemiştir.
Vahyin haberleriyle uyarılan insanların sorumluluğu kadar, bir beşer olarak rasullerin de aynı vahyi uyarılar karşısında sorumlulukları vardır.
‘’Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız.’’ (A'raf, 7/6)
Bununla birlikte vahyin taşınması ve örneklendirilmesi konusunda rasullerin sorumlulukları elbette önceliklidir. Rasulullah'ın öncelikli görevi Kur'an'ı yaşama geçirme konusundaki şahitliğidir ki o müslümanlar için en güzel örnekliği (üsvetun hasene) oluşturur.
‘’Andolsun ki, Rasulullah'da, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır. ‘’(Ahzab, 33/21)
Ancak vahyî buyrukların yaşanır kılınmasında Rasulullah'ın örneklik oluşturan sünneti, daha sonraları farklı biçimlerde anlaşılmaya başlanmıştır. Bu konuda daha ilk dönemlerden itibaren, Rasulullah'ın ancak "kitapla hükmettiği" ve kendisine sorulan bir çok soruya Rabbimizin "De ki..." lafzıyla başlayan ayetleriyle cevap verdiği, kendisinin de Kur'an'a tâbi olduğu ve "ondan sorulacağı" gözardı edilerek, Kur'an ile çelişen veya Kur'an'ın bildirdiği hükümlerle yetinmeyen rivayetlere meyledilmiştir. Ve bu rivayetlerin "Allah katından sanılması" için bazı ayetlerin zorlanmasıyla "Kutsi hadis" veya "gayri metluv" gibi dinin kaynağı ile ilgili, tamamen zanniliğe dayanan ve gayb alanını ilgilendiren yeni bilgi çeşitleri üretilmiştir. Muhkem Kur'an ayetleri ile bu tür rivayetler, eşdeğer veya dinin tamamlayıcısı niteliğinde görülmüştür.
Oysa RasuluUah'ın risaletle ilgili bilgi kaynağı, Kur'an vahyi ile kayıtlıdır. Necm suresinde geçen "O hevasından konuşmaz" ayetini, Rasulullah'ın bütün yaşamına ve söylediklerine hamledenler, Rasul'ü iradesiz bir aktarıcı konumuna düşürmektedirler. Bu ayetin sadece hüküm konularıyla kayıtlı olduğunu iddia edenlerin ise, Kur'an'ın dışında neyin bağlayıcı hüküm olup neyin olmadığına dair kesin hiç bir ölçüleri bulunmamaktadır. Bu ayet, Necm suresi ve Kur'an bütünlüğünde değerlendirildiğinde görülecektir ki; müşriklerin inzal olan Kur'an vahyine karşı "şair sözü", "yazdırılmış" veya "uydurma söz" gibi ithamlarına bir karşılıktır. Bu ayette "hevadan olmayan" ile kastedilenin, Kur'an vahyi olduğu anlaşılmaktadır.
Gayri metluv anlayışı yanında Hz. Muhammed'den gelen hüküm ile ilgili rivayetleri, onun sâri (mutlak hüküm koyma yetkisine sahip kişi) olduğu iddiasıyla irtibatlandıranlar da vardır. Oysa "Allah ve Rasulü hükmettiği zaman...’’(Ahzap-33-36) ifadesi, Rasulullah'ın Allah'ın hükümleriyle hükmetmesine işaret etmektedir. Çünkü hüküm vermek ancak Allah'a aittir(Yusuf-12-40) ve O hükmünde kimseyi kendine ortak etmez (Kehf-18-26). Rasul'ün insanlar arasında hükmetmesinde temel kaynak ise Kur'an'dır (Nisa-4-25).
Rasulullah, ancak Kur'an hükümlerini tatbik için açıklamalar yapmış ve haklarında nass bulunmayan konularda Kur'an bütünlüğünden içtihadi tesbitler çıkarmıştır. Rasul, taşıdığı mesajın şahidliğini de yapan bir insandı. O Kur'an'ı bütün olarak kavramıştı ve şer'i olarak yapabileceği yanlışların da vahiyle düzeltilmesi imkânına sahip olan, bütün insanlardan farklı ve öncelikli bir konumda bulunuyordu. Allah, onun "haram kılma"(Tahrim–66–1) veya "müstağni olana yönelme" (Abese,80/1 -6) gibi iştihadi yanlışlarını vahiyle düzeltmiş ve böylece yanlışlarının örnek alınması engellenmiştir. Dolayısıyla kendisine vahiy inzal olan Rasul, vahyi en iyi anlayandır ve gerek vahye tabi olmak konusunda gerekse vahyin şahitliğini yerine getirme konusunda Rasulullah'a itaat, Allah'a itaati ifade etmektedir.
‘’De ki: Allah'a ve Rasul'üne itaat edin... ‘’(Al-i İmran, 3/32)İdari tasarruflarında da Rasul'e uymanın gerekliliği aynı anlamda değerlendirilmelidir.
‘’Rasul size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.’’ (Haşr, 59/7)
Sünnetin muhtevası konusundaki bulanıklık kadar, sünnetle irtibat konusunda yanlışlıklar da yaşanmıştır. Rasulullah'ın örnekliği dinin esasıyla ilgili Kur'an dışında yeni bir ilke belirlemek veya bilgi getirmek şeklinde değil, ancak Kur'an hükümlerinin pratize edilmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Rasulullah'ın sünneti bağlayıcılık açısından, "zamanı aşkın" ve "zamanla kayıtlı" uygulamalar şeklinde iki kısma ayrılır. Rasulullah'ın zamanla kayıtlı uygulamaları, kendi dönemini ilgilendiriyordu. Bu bilgi bizim için bir siyer bilgisi ve fıkh etme biçimi olarak örneklik oluşturur. Fakat zamanı aşkın hükümleri, İslam'ın evrensel ve sürekli olan yanıyla alakalıdır ki, bizi de, bizden sonrakileri de ilgilendiren asıl alan burasıdır.
Rasul'ün zamanı aşkın sünneti ile irtibatımız iki yol ile kurulur. Birincisi kesin bilgi akışını sağlar ki buna "yaşayan sünnet" diyoruz. Yaşayan sünnet, aslı Kur'an'da bulunan ve müslümanları ilzam eden bir hükmün, Rasulullah'ın pratiği (vakıa) ile örneklendirilmesi; ve bu örnekliğin islam'la irtibatlı tüm ekol ve nesillerce tatbik edilerek müteselsil bir yaşantı ile bize kadar ulaşmasıdır. Bu tanım çerçevesinde ifadesini bulan yaşayan sünnet, kesinlik ifade eder (Namaz'ın rekat, erkân ve vakitleri; hacc'ın menâsıkı, tesettürün şekli gibi). Rasulullah'ın sünneti ile ikinci irtibat yolumuz ise, zanni bilgi yoludur. Bu yolla elde edilen bilgiler kesinlik ifade etmez. Bu alandaki bilgiler siyer, hadis, tarih gibi ilk dönem metinlerinden tenkidci bir çabayla (cerh ve tadil yolu ile) elde edilmeye çalışılır. Bu alanda en fazla başvurulacak kaynaklar ise hadis kitaplarıdır.
Bu konuda sıkça zikredilen Hadis ve Sünnet terimleri arasında önemli farkların var olduğunu tekrar hatırlatmak gerekmektedir. Sünnet, Rasulullah'ın uygulamasını (vakıayı) ifade ederken, hadis ise bu vakıaya ilişkin haberlerdir. Bu bağlamda bir hadisi kritik etmek, sünneti eleştirmek anlamında yorumlanamaz. Hadis rivayetleri, sünneti anlamaya yardımcı olan ve sünnetten izler taşıyan rivayetlerdir. Zira hadisler, Rasul'ün uygulamalarının, yani vakıanın aynen aktarımı değil, şahidlerin (sahabenin) o yaşantısının nasıl olduğu hakkında hatırladıkları kadarıyla sözlü bilgi aktarımlarıdır. Bu haberler vakıayı motomot ve kuşatıcı bir şekilde aktaramaz. Dolayısıyla hadis, sünnetten iz taşımakla birlikte, sünnetin kendisi değildir. Bununla birlikte, hadis vakıa hakkında zanni doğrular taşıyabilir. Örneğin tüm ümmete farz olunan namaz ibadetinin erkân, vakit ve rekâtlarının aslına Kur'an'da işaret olmakla birlikte, yeterli açıklık yoktur. Yalnızca bu konu bile, Rasulullah'ın örnekliğine duyulan ihtiyacı ortaya koyar; sünnet ve hadisin konumunu aydınlatabilir, ibrahim dininin aslından olan namazı ikame etme emrini, ilk müslümanlar, Rasulullah'ın şahidliği ile beraberce yerine getirdiler. Ve Rasulullah'ın zaman ve mekân sınırlarını aşan bu örnekliği (sünnet), çelişkisiz bir biçimde günümüze kadar yaşayan bir süreklilikle taşınmıştır. Namazın vakitleri, temel erkânı ve rekâtları hakkındaki Rasulullah dönemindeki sünnet; bu konuların nasıl uygulanacağı hakkında hiç kimseyi içtihada zorlamadan, bize kadar ulaşmıştır. Ancak namaz içinde el ve kolların pozisyonu, tekbir alış veya selam veriş şekli gibi temel erkân dışındaki şekil unsurlarında var olan farklılık; sünnete ve sünneti ulaştıran hadis rivayetlerine, dolayısıyla içtihadi yaklaşımlara ait bir muhayyerliği yansıtmaktadır.
Kur'an'ın kavranması ve Rasulullah'ın örnekliğinin anlaşılması konusunda hadis, tefsir, fıkıh gibi birçok disiplin oluşturulmuştur. Önümüzde gerek dini rivayetlerle oluşan ve gerekse bu disiplinler çerçevesinde kaleme alman büyük bir külliyat bulunmaktadır. Geleneksel tavır, bu birikimi Kur'an nassları ışığında kritik edeceğine, onu önceleyen bir tutum içindedir. Bizim gelenek eleştirimiz, geleneksel birikimin tümüyle reddedilmesi anlamına gelmez. Eleştirimiz tarihi rivayet ve disiplinlerin, Kur'an'ın anlaşılmasında "belirleyen" konumuna yükseltilmesinedir. Kur'an'ın anlaşılmasıyla ilgili sorunlarda, akleden müslümanlar arasında istişari diyalog kaçınılmazdır. Bu konularda öncekilerin hadis, tefsir, fıkıh veya lügat kitaplarında ortaya koydukları birikimden de yararlanmak istişari sorumluluğumuzun bir gereğidir. Burada önemli olan, tarihi külliyattan yararlanırken, nasıl bir ölçü kullanacağımızda. Bu da, dinin esasını belirleyenin geleneksel külliyat mı, yoksa Kur'an mı olduğu sorusunu gündeme getirir. Tarihi İslam kültürünü anlamakta "temel belirleyen" olarak Kur'an'ın hakem kılınmadığı bir İslam anlayışı ise, tasvip edilemez.’’
Gaybi Konularda Ölçü
‘’İtikad, Allah'ın inanmamızı istediği esaslar bütünüdür. Müslümanlar için, hak dinin temelini bildiren tek kaynak ise, "hakku'l yakın" (kat'i bilgi) olan Kur'an'dır. İnsanlar için Allah katından indirilen Kur'an hem gaybi, hem dünyevi alanda bizlere temel itikadi ölçüler bildirir. Allah'ı birlemek, rasullerine, kitaplarına, meleklerine ve ahiret gününe inanmak, İslam itikadının esaslarını oluşturur. İtikadi esaslar veya tevhid inancı, mutlak gayb alanını da, müşahade alanını da kuşatır. Örneğin meleklere inanç kadar, adaleti ikame etmek de bir inanç konusudur. Ancak ameli konularla ilgili alan, müşahade edilebilirken, gaybi alandaki inanç konuları ise idrak dışıdır.
İtikadın gaybi alanı, Rabbimizin bildirdiği dışında, mutlak bilgisizliği içerir. Zaten gayb, insan idraki ile algılanamayan ve bilgisine ulaşılamayan alandır. Mü'minler Rabbimizin Kur'an'la bildirdiği mutlak gayb haberlerine iman ederler. (Bakara, 2/3)
Kur'an'ın insan sözü olmadığına, Allah katından bildirildiğine dair kesin itikadımız, Kur'an'da geçen gayb haberlerine olan imanımızı da oluşturur. O halde, mutlak gayb konularında haktan hiç bir şey ifade etmeyen zanni bilgi ve yorumlardan kaçınılmalı, gaybla ilgili bilgilerimiz sadece Kur'an ile temellendirilmelidir.
Gaybi haberlere dayanan itikadımızın Kur'an'la sınırlandırılması, "subut-i kat'i" (sabitliği tartışılmaz) bir kaynak kesinliği sağlar. Kur'an'ın tümü subut-i kat'i iken Kur'an dışı hiçbir gayb haberi subut-i kat'i-lik taşımaz. Gaybla ilgili hadislere gelince; bunların içerikleri bir yana; haber kesinliği itibariyle subut-i kat'ilik ölçüsüne ulaşamazlar. Ahad veya meşhur hadislerin hemen hemen hepsi sabit lafızlarla değil, mana üzere rivayet edilmişlerdir. Subut-i kat'i olmayan bir sözün aktarılması ise, ifade kesinliği taşımaz.
Kur'an'daki gaybi haberlerin değerlendirilmesinde dikkat edilecek en önemli husus, gaybi bilgi içeren ayetlerin kesin itikadi bağlılık oluşturması için, manasının açık ve anlaşılır (delalet-i kat'i) olmasıdır. Ayet veya diğer haberlerin manasındaki kapalılık, delalet-i zanniliği oluşturur. Delalet-i zanni haber, değişik manalara gelebilen, maksadı tek bir biçimde anlaşılır olmayan veya muhataptan tarafından farklı anlaşılabilen rivayetlerdir. Gayb alanında delalet-i zanni haberlerle itikad oluşturulamaz. Gaybi konularda haberin mahiyeti hakkında bilemeyeceğimiz tartışmalardan kaçınmamız gerekmektedir. Bu konuda Kur'an'la sabit olan Rasulullah'm tavrım örnek almalıyız.
Sahih hadislere dayanan gaybi bilgiler ise, ancak Kur'an'daki gayb haberlerinin bir tekrarı veya daha basitleştirilmiş bir anlatımı olabilir. Zira gayb bilgisine Kur'an'la muttali olan Rasulullah'ın, Kur'an dışı bir gayb haberini dinin temeli olarak bildirmesi düşünülemez. Bu bağlamda "kıyametin zamanı", "sırat köprüsü", "mehdinin zuhuru" gibi gayb haberleri bildiren hadisler sahih olamaz. "Miraç" haberi gibi, hem delalet, hem de subut açısından zannilik taşıyan örnekler ise, kesinlik anlamında "yakın" ifade edecek ölçülere sahip değildir. Mü'minler ise, inançlarını yakin temeli üzerine dayandıran, vehim ve zandan kaçınmalı, gayb-i mutlak alanıyla ilgili felsefi ve kelamı tartışmalara fırsat vermemelidirler.’’
‘’İslami Mücadelede Yöntem’’ başlıklı bölümde Tevhid inancıın, kişileri ve toplumları ifsad eden yapı ve anlayışları kökten değiştirmeyi ve her türlü zulüm ve tuğyanı ortadan kaldırmayı amaçladığı; sürekli olarak dönüştürme sorumluluğunu ve devrimci eylemliliği gerekli kıldığı konusu üzerinde durulmuş. Ayrıca bu çabanın, yakın çevreyi gözetmek ve öncelemekle birlikte, bölgesel ve taktik hedeflerle sınırlandırılamayacağının, İslami mücadele sürecinin, yeryüzünün bütününde ve hayatın her alanında inancın amelleştirilmesi süreci olduğunun altı çizilmiş.
Tabi bu şekliyle Tevhid akidesi, düşünce sistemimizi belirlediği kadar, hayat tarzımızı, tebliğ ve mücadele yöntemimizi de belirleyecektir. Kitabın bu açıklaması ardından amacın ve amaca götüren yöntemin belirlenmesinde birinci önemli hususun Kur’an’ın mutlak hüküm olması gerektiği vurgulanırken, bu yöntem ‘’sabit ölçülerimiz’’ başlığı altında ele alınmış.
İslami Mücadelede Yöntem ‘’sabit ölçüler’’ ve ‘’değişebilir ölçüler’’ olarak iki başlık altında incelenmiş.
Bu konu ile ilgili açıklamalar ise şu şekilde okuyucuya sunulmuş;
‘’Amacın ve amaca götüren yöntemin belirlenmesinde kalkış noktası, Kur'an'ın mutlak hüküm taşıyan ayetleri olmalıdır. Bu ayetler, tüm zaman ve sosyal-bölgesel farklılıkların ötesinde, "sabit ölçüler"imizi oluştururlar. Sabitölçülere muhalif hiç bir görüşün, uygulamanın veya rivayetin değeri olamaz. Ancak yaşanılan olaylar ve süreç ile sabit ölçüler arasında kuracağımız irtibat, Kur'an bütünlüğünü de gözeten içtihadi hükümlerimizi oluşturur. Konumumuzla alakalı metodik sorunları çözümlerken oluşturulan içtihadi hükümler ise, "değişebilir ölçüler'dir. Yaşadığımız zaman ve çevre içinde sahip olduğumuz amacın ve takip etmemiz gereken yöntemin tespitinde, sabit ölçülerimiz kadar, değişebilir ölçülerimiz de tayin edicidir. Günümüz Almanya'sında topluma mesaj taşımakla, Sudan toplumuna mesaj taşımak; Filistin topraklarındaki şahitlik göreviyle Japonya'daki şahitlik görevinin sorumlulukları, mücadele safhaları açısından aynı değildir.
Kur'an'ın evrensel mesajını temel belirleyici edinmek konusunda, muharref kültürü bütün üniteleriyle aşıp, safha ve konum tespitinde, yaşadığımız sorunlarla muhkem ayetler arasında doğru irtibatlar kurma becerisini gösterebildiğimizde, vahye tanıklık sorumluluğunu gerçekleştirebiliriz. İslami mücadeleyi Allah'ın rızasına uygun bir başarıya ulaştıracak olan da budur: Kur'an'la belirlenen bir düşünce ve bu düşüncenin ortaya koyduğu sahih yöntem.
Hareket yöntemi konusundaki ciddi çabalar, mutlaka egemen şirk iktidarını dönüştürmeyi hedeflemeli ve buna uygun bir yapılanma içinde olmalıdır. Bu bağlamda yapılanma ve toplumsal değişim konusunda hazırlık aşaması, gizlilik, merhalecilik, kadrolaşma ve kitleleşmeyle ilgili sorunlar ön plana çıkarken; iktidar hedefiyle ilgili olarak da, uzlaşmacılık ve devrimcilik, yerellik ve evrensellik ile sistem içi ilişkiler ve tebliğ gibi konular ağırlığını hissettirmektedir.
e) Tebliğ
Davet bir sorumluluktur. İslam'ı seçip salih amellerde bulunmak isteyenlerin en önemli görevleri, insanları tevhide inanmaya ve yaşamaya çağırmalarıdır. Tevhid inancına davet, Kur'an'ın inzaliyle başlamıştır. İndirilen ayetleri okuma emri (ikra) İslami tebliğin kaynağını da gösterir. İslami tebliğ, öncelikle Kur'ani mesajı insanların gündemine sokmalı ve insanları vahyi hitapla karşı karşıya getirmelidir.
Ancak tebliğ, sözü aktarıp gitmek değildir. Tebliğ, aktarılacak olan mesajın yaşanılmasını da gerekli kılar. Dergide, gazetede, radyoda, ekranda veya belli mekanlarda sözlü ve yazılı tebliğ yapmak, İslam'a davet için gerekli fonksiyonların yerine getirildiği anlamına gelmez. Sözü ya da yazısı ile ameli uyum içinde olmayan kişilerin, daveti gereğince yerine getirdiklerinden söz edemeyiz. İslami tebliğ, ancak tevhid ve adaletin şahitliğini üstlenen bir mücadele sıcaklığı içinde yerine getirilecek bir eylemdir. O ne sadece zihinsel çalışmaların söz ve yazı aracılığıyla bir aktarımı, ne de İslami kimliğini Kur'an bütünlüğü içinde oluşturamamış ya da zulüm ve şirke karşı tavır almaktan çekinen pasif veya münzevi bir yaşam tarzının örneklendirilmesidir. Tebliğ, İs'lami mücadele süreci içinde çile, sabır, eylem, söz, yazı, ter ve gerektiğinde kan ile üstlenilecek bir şehadet olayıdır.
Tebliğ sürecinde tartışılan konulardan birisi de şiddet olgusudur. Egemenlere karşı çıkış ve egemenlerin iktidarlarını koruma gayreti, karşılıklı olarak zor kullanımını gerekli kılabilir. Bu durumda ortaya çıkacak sonuç, şiddettir. Günümüzde ideolojik amaçlarla kullanılan ve izafi bir kavram olan şiddetin, bizce meşruiyetinin ne olduğu önemlidir. İnsanı şiddete sevk eden sebep nedir? Beşeri saiklere dayalı bir tahakküm, intikam alma, gasp veya büyüklenme arzusu mu şiddeti doğurmaktadır; yoksa tevhid ve adaleti ikame etme hedefi doğrultusunda zalimlere cevap verme gereği mi? Anarşi, gasp, tekebbür, baskı gibi tavırları da çağrıştıran ve egemenlerce propaganda ve karalama aracı olarak kullanılan şiddet ifadesi yerine, İslami hedefler ve gerekçeler doğrultusunda müslümanlarca ortaya konulan eylemlerle ilgili olarak "kıtal" terimini kullanmak daha doğrudur. Şahitlik görevimizle irtibatlı temel bir yükümlülük olan ve İslam'ı yaşamlaştırma mücadelesinin genel adı olan cihad kıtal kavramını kapsar ve kıtal, cihad görevinin önemli bir merhalesini oluşturur.
‘’Allah uğrunda, O'na yaraşır biçimde cihad edin...’’(Hac 22/78)
İslami mücadelenin kıtal gerektirmeyen safhasında bulunanlar veya konumlarım kıtal öncesi bir merhaleyle açıklayanlar; fiili direniş şartlarıyla veya kıtal zorunluluğu ile karşı karşıya kalan diğer İslami çalışmaların eylemlerini eleştirmekten ziyade anlamaya ve haklılığı oranında sahiplenmeye çalışmalıdırlar. Mü'minlerin zulüm ve saldırılar karşısındaki dayanışma görevlerinin evrenselliği hiç bir zaman unutulmamalı ve müslümanlar hafife alınmayacak bir tutarlılık içinde olmalıdırlar. Ayrıca mücadelenin önünü tıkayan bazı engellerin aşılması konusunda gerekli tedbirlilik hali zinde tutulmalıdır. Bu konuda yapılacak eleştiri, zor kullanımına değil, onun vahyi ilkelere aykırı kullanılmasına veya merhale gözetmeyen ölçüsüzlüğüne yönelik olmalıdır.
f) Uzlaşmacılık ve Devrimcilik
Uzlaşma, taviz temelinde, itikadi farklılıkları meşrulaştırma ve egemen sistemle barışık bir şekilde yaşamaktır. İtikadi ve ilkesel alandaki uzlaşma, sonuç itibariyle siyasal tavır ve tercihlere de yansır. Uzlaşma, vahiy dışı inanç, kültür ve alışkanlıklarla bir arada yaşamaktır ki; bu inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesi anlamına gelir. Uzlaşma, vahyi mesajın parçalanmasıdır. Laiklik, milliyetçilik, demokratlık gibi modern; mezhepçilik, saltanatçılık, tarih kutsayıcılığı, tasavvuf gibi geleneksel sapmaların kirine bulaşan uzlaşmacı kimliklerden arınmadan, sahih ve kuşatıcı İslami bir dönüşüm gerçekleştirilemez.
Uzlaşmacılıkla yakından alakalı olan reformcu tutum ise, mevcut halin kültürel, siyasal belirleyicilerinden kalkarak dini olanı; inanç, düşünce ve siyasal alanda rasyonalize etme veya çağa uydurma eylemidir.
Reformculuk, bir değişim çağrısı içerse de, aslında pragmatik, telifçi, sentezci anlayış ve hesaplar içinde olunduğundan asla bağımsız ve sahih bir kimlik oluşturamaz.
Devrim veya inkılap, hayatın bütün alanlarında yaşanıp gerçekleştirilecek olan köklü değişim demektir. İnkılap, itikadi ve siyasi yapıyı eski ve köhne halden arındırıp, yeni ve sahih bir hale dönüştürmektir. İslami inkılap, münker ve müfsid olan her şeyin kişi ve toplum nefsinden ve davranışlarından sökülüp atılması, yerine vahyi ölçünün ve amelin ikame edilmesi demektir. İnkılap; ifsad olanı, tekrar ıslah etmek, yani köklü dönüşüme uğratmaktır. Kur'an'ın amacı budur. İslami mücadeleyi de oluşturan bu amaçtır. Bu yüzdendir ki, İslami hareketler devrimci olmak zorundadırlar. Devrimci tavır ile reformist tavır, ciddi olarak birbirinden ayrıştırılmakdır.
Tağuti sistemlerce kuşatılmış olan müslümanlar İslami mücadeleyi yükseltmek maksadıyla dergi, dernek, vakıf, radyo, parti gibi sistem içi araçları, uzlaşmacılığı seçerek değil, ancak inkılapçı tavırlarından ve açık kimliklerinden taviz vermeksizin kullanmalıdırlar. Egemen sistemin kendi işleyişine katma ve kuşatma fonksiyonu taşıyan araçlarına, uzlaşmacı bir tavırla yaklaşım, İslami duyarlılığın karşıt güçlerce kuşatılması akıbetini getirir. Bulanık kimliklerle, zaten bu akıbetten kaçabilmenin imkânı da yoktur. Bu konuda da karşımıza çıkan gerçek; bağımsız müslüman kimliğini ifade eden, kendine yeter, Kur'an merkezli bir sosyal yapı olabilmek ve onun istişari denetimini belirleyici kılabilmektir.
h) Sistem İçi İlişkiler
Eski Yunan site devlet yapıları veya çağdaş ulus-devlet yapıları çevresinde yürütülen teorik tartışmalarda en göze çarpan öğeler, halk ve iktidar unsurlarıdır. İnsan yığınlarını sevk ve idare eden yapının adı devlettir. Devletin en belirleyici vasfı, dayandığı ideoloji ve sahip olduğu otoritedir. Devlet mi insanları yığın olmaktan çıkartıp toplumsallaştırmaktadır; yoksa yığın halindeki insanlar aralarında oluşturdukları ilişkiler ile gerçekleştirdikleri sözleşme neticesinde mi sosyal yapıyı ve yönetim aygıtı olan devleti oluşturmuştur? Bu soru çevresinde sürüp gidecek bir tartışmadan ziyade toplumun hangi dini/ideolojik ilkeler etrafında örgütlendiği önemlidir.
Toplumsal iktidarı bir monarkın mı, yoksa bir azınlığın mı (oligarşi) veya Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi güçlüler ile seçkin halk tabakası arasında oluşan gücün mü oluşturduğu ve toplumu hangi ideoloji ile örgütlediği sorusu karşımıza sistem sorununu çıkartmaktadır. Sistemler, devlet ve toplum yapısının işleyişini sağlayan mekanizmalardır. Devlet ve toplum yapısı İslami değilse, bu yapıların kurumları da İslami olmayacaktır. Müslümanlar, kulluk sınavını kazanabilmek için birey-toplum-Allah ilişkilerini vahye göre belirlemek zorundadırlar.
Gayri İslami sistemlerden kopmak ve sistemi reddetmek öncelikle ilkesel bir zorunluluktur. Müslüman olarak bizler, bize hakim olan cahili sistemlerin tüm değerlerinden öncelikle zihinsel olarak hicret etmek ve bağımsız müslüman kimliğimizi oluşturmak durumundayız. Ancak bu zihinsel arınmışlığımız, eylem safhasına geçtiğinde, bizim henüz o cahili sistemin içinde yaşadığımız gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu gerçek, cahili toplumu tevhidi topluma dönüştürme sürecinde yaşanarak aşılması gereken bir arızadır. Cahili toplumun değer yargılarından kopmamız, cahili toplum içinde yaşamamamız ve bu toplumla ilişkilerimizi dondurmamız anlamına gelmez.
Cahili sistem içinde yaşayan, müslüman kimliğine sahip bir kişi, Öncelikle örgütlü ve kurumsal cahiliyeye karşı bireysel bir tutum içinde olamayacağının bilincine varmalıdır. İlk inzal olan sureler okunduğunda, cahili sistem içindeki ekonomik, sosyal, hukuki vd. ilişkilerimizin seyrinin ne olacağı ve bu sistemden kopma sürecinin nasıl bir sünnet takip edeceği ile ilgili somut örneklerle karşı karşıya geliriz.
Müslümanların, İslam'ın iktidar olduğu bağımsız bir sosyal yapı oluşturuncaya kadar cahili devlet ve toplum yapısı içinde yaşamaları ve temel ihtiyaçlarını bu çevrede karşılamaları bir zorunluluktur. Bununla birlikte ihtiyaç karşılamak amacıyla çalışmakla, cahili yapının ideolojik temsilciliğini üstlenmenin aynı şeyler olmadığı bilinmelidir. Birinci durumda, zaruret söz konusu iken; ikinci durumda, tercih söz konusudur. Ve sistem içindeki idari, ekonomik, siyasi veya sosyal ilişkilerimizde neyin zorunlu ihtiyaç olduğu, neyin olmadığı da; ancak vahyi ilkeleri esas alıp tuğyan ile uzlaşmayan istişari birlikteliklerde belirlenmelidir.
Bizi kuşatan cahili sistemler içinde nerede bulunabileceğimizi, nerede bulunamayacağımızı İslami kimliğimiz veya Islami mücadele hattı belirlemelidir. Sistem içinde hangi araç kullanılırsa kullanılsın, taviz verilemeyecek olan, kimliğimizin netliği ve ilkelerimizdir. Dernek, gazete, şirket, cami vb. hangi aracı kullanırsak kullanalım, cahili sistem ve egemen iktidara muhalif kimliğimizi vurgulamalıyız. Daha da önemlisi, bu araçları sisteme karşı, İslami mücadelenin araçlarına dönüştürebilmeliyiz. Ya kimliğimizi gizleyerek ilkelerden kopacak ve bilincimizi yitireceğiz; ya da kimliğimizi, sistemle ve dayatan kimliklerle ayrıştıracak ve kendimiz olacağız.’’
Sistemin temel nitelikleri
Yaşadığımız ülkeye egemen olan mevcut sistemin müslümanlar açısından en temel vasfı tağuti bir kimliğe sahip olmasıdır. Yeryüzünde adaletin ve barışın ikamesi için insanlara bir yol gösterici olarak indirilmiş bulunan ve sadece insanların içsel hayatlarında değil, siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. tüm toplumsal alanlarda temel ölçü (düzenleyici), tek hükmedici olması gereken Allah'ın dinini, laiklik adına insanların vicdanlarına ve kısmen de bir takım ibadethanelere hapseden bu sistem, Allah'ın iradesine bir karşı koyusu ve uluhiyetin reddini temsil etmektedir.
Mevcut sistemin temel karakteristiklerinden biri de zalim ve baskıcı bir işleyişi sürdürmesidir. Daha oluşum aşamasından itibaren sistemi kendi çıkarlarına azami ölçüde hizmet edecek bir tarzda örgütleyen egemen çevreler, kendi lehlerine ve geniş yığınların aleyhine bir iktidar mekanizması oluşturmuşlardır. Süreç içinde farklı sosyal, siyasal etkilerle iktidarı teşkil e-den merkezi güçler arasından bir takım kaymalar, ya da buraya yeni unsurlar eklenmesi şeklinde bazı değişiklikler yaşansa da, temelde iktidar sahibi dar bir blok ile kimi zaman yönlendirmelerle ve kandırmalarla, bunun yetmediği hallerde ise baskı ve şiddetle itaate zorlanan geniş halk çoğunluğu şeklindeki ikili ayrını her zaman korunmuş ve sürdürülmüştür. Halk iradesi, egemenliğin millete ait olması, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, temelde korkuya ve zora dayanarak devam ettirilmeye çalışılan sistemin zalim ve baskıcı işleyişini gizlemeye matuf, içeriklerinden boşaltılmış ve bir sürü şarta bağlanarak iğdiş edilmiş kavramlar olmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar.
Oligarşik nitelikli, dar bir kesimin çıkarlarına hizmet eden ve sınıfsal karakteri ağır basan bir işleyişe sahip mevcut sistemin belirleyici bir vasfı da işbirlikçi yapısıdır. Hem coğrafîk konum itibariyle bulunduğu bölgede, hem de genel anlamda dünya siyasetine ilişkin kabullendiği, yüklendiği misyon açısından sistem; bağımlı, emperyalist güçler karşısında boyun eğen, zaten varlığını da emperyalist odaklara borçlu olan, son tahlilde batılı emperyalistlerin gönüllü jandarmalığı rolünü benimsemiş bir tarzda şekillenmiştir. Tahakkümü altında tuttuğu geniş halk yığınları üzerinde ezici ve sindirici bir güç uygulayan bu sistem, Batılıefendileri karşısında ise gücünü ve iradesini sıfırlamış, emperyalist dünya sisteminin silik ve bağımlı bir parçası, sıradan yerel bir işbirlikçisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak tağuti kimlikli, zalim ve baskıcı bir işleyişe sahip, emperyalizmin işbirlikçisi bu sistem, İslam'ın ve müslümanların azılı bir düşmanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta sadece İslam'a değil, genel anlamda insana ve insanlığa da, onurlu ve özgür bir geleceğe de bütünüyle 'düşman' bir nitelik arz etmektedir.
Halkın özgür iradesine dayanmakta olduğuna dair bütün iddia ve propagandalarına rağmen, sistem asıl olarak baskı ve aldatma temelleri üzerine bina edilmiş ve İslam'a, İslami değerlere ve insan fıtratının tüm olumlu niteliklerine karşıt bir konumda yer almıştır. Bu çerçevede en somut biçimde düşman kimliği ile öne çıkan mevcut sistemin sahip olduğu temel nitelikleri ve işleyiş biçimi, sistemin nasıl oluşup, geliştiği ile doğrudan ilişkilidir.
Sistem hangi temelde kuruldu?
TC sisteminin ortaya çıkması, evvelemirde Osmanlı sisteminin çökmesi ile mümkün olabilmiştir. Osmanlı sisteminin gerilemesi ve çürümeye yüz tutarak, Batılı emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgalarının neticesinde bütünüyle tasfiye edilmesi bir kaç asırlık bir sürecin getirdiği bir sonuçtur.
Söz konusu bu süreçte belirleyici olan temel unsur, sahih bir İslami çerçeveye ve Kur'ani bir bütünlüğe sahip olmamakla birlikte, İslam'dan izler taşımakta olan Osmanlı sisteminin, kıblesini tamamen Batı'ya çevirmiş bir yönetici elit tarafından bütünüyle İslam'dan uzaklaştırılması olmuştur. Merkezde iktidar savaşım kazanan Batıcı elitin çürümeye, hatta kokuşmaya başlamış bulunan Osmanlı sistemini bu şekilde topyekün imhaya götürmesi karşısında halk yığınlarının tavrı ise zaman zaman ortaya konulan ve bir süreklilik veya programa sahip bulunmayan cılız tepkilerden ibaret kalmıştır. Bu duruma yol açan faktörlerden önemli birisi de, İslami şahsiyet sahibi bir toplum, bir cemaat yerine, iradesiz, itaatkâr, edilgen yığınlar oluşturulmasına zemin hazırlayan Osmanlı sisteminin yapısı olmuştur.
Yeni düzenin kurucu kadrolarının hedeflerini gerçekleştirebilmelerini ve çöken Osmanlı sisteminin boşalttığı zemin üzerinde yeni bir sistem inşa edebilmelerini savaş konjonktürü mümkün kılmıştır. Nihai anlamda farklı amaç ve yöntemlere sahip olmakla beraber geçici koalisyonlarla bir araya gelen ve genelde as-ker-sivil bürokratlardan oluşan elitist kadrolar, savaş ortamının doğurduğu boşluğu doldurmayı becererek ülke yönetimine hakim olabilmiştir. Bu kadrolar, tedrici, takiyyeci politikalar izleyerek ilk planda kitlelerin desteğini almayı, en azından büyük oranda kitle muhalefetini yumuşatmayı ve savuşturmayı başarmıştır. Otoritesini güçlü birbiçimde tesis ettikten sonra ise aynı ekip, gerek kendi içindeki, gerekse de halk arasında mevcut muhalefeti bütünüyle sindirme yoluna gitmiş, kurulan dikta yönetiminin gölgesinde, Batıcı, laik, kapitalist doğrultuda ve ulusalcı bir temelde radikal bir değişim programını yürürlüğe koymuştur.
Yeni oluşturulan, oluşturulmaya çalışılan sistemin en başat (belirgin) özellikleri olarak şu noktaların öne çıktığı görülmüştür. Her şeyden önce sistem dar bir kadronun, iktidarını halk adına hükmetme iddiasına dayanarak meşrulaştırmaya çalışan, vesayetçi bir kadronun egemenliği altındadır. Bu dar kadronun, seçkinci yapının beraberinde getirdiği bir zorunluluk olarak sistem baskıcı uygulamalarla, zor ve şiddete tutunarak yol almıştır. Tek parti diktatörlüğü zemininde legalleştirilen, kurumlaştırılan bu baskı ve zor ortamı içinde, toplumsal yapıya yeni bir biçim verilmeye, yeniden şekillendirilmeye girişilmiştir. İslam'la özdeşleştirilerek "geri" damgası vurulan geçmişten, bütünüyle kopularak, "muasır medeniyet" kavramıyla ifade edilen Batı, Batı'nın temsil ettiği değerler ve yaşam biçimi, ulaşılması gereken hedef olarak topluma sunulmuş, daha doğrusu dayatılmıştır. Ulusalcılık, bu kopuş ve arayış programının belirleyici ve yeni sistemin vatandaşlarına aşılamaya çalıştığı yeni kimliğin en temel hususlarından birisi olarak öne çıkartılmıştır.
Batı patentli ulusçuluk ideolojisini benimseyen lâik rejimin, bu topraklara tümüyle yabancı bir yaklaşımla, mevcut sınırlar dahilinde ulusal bir kimlik yaratma çabaları, diğer etnik kimliklerle birlikte Kürt kimliğinin de inkârını, yok sayılmasını getirirken, bu red ve inkar politikasına karşı sürekli o-larak kanlı bastırmalar, tenkil ve tehcirlerle karşılaşan bir Kürt tepkisine de ebelik etmiştir. "Üm-met'ten bir ulus yaratmak"la övünen, Güneş Dil Teorileri, Türk Tarih Kongreleri gibi saçmalıklarla, "Ne Mutlu Türk'üm Diyene", "Türkiye Türklerindir" gibi şoven yaklaşımlarla Kürt sorununa zemin hazırlayan Türk ulusalcılığı, halen sürmekte olan kirli savaşın asıl sorumlusudur.
Sistem'in evrimi
Daha oluşum aşamasından itibaren belirginleşen TC sisteminin yukarıda sayılan ayırıcı vasıfları, temelde değişmeksizin bugüne dek korunmuştur. Sisteme rengini veren askeri yapı, dün olduğu gibi bugün de etkili ve belirleyicidir. Resmi ideolojinin taşıyıcısı ve koruyucusu olarak halkın ve politik aktörlerin tepesinde sürekli bir kılıç gibi sallanan silahlı güç, birbiri peşisıra gerçekleştirdiği üç darbe ile oluşturduğu tehdidin ne ölçüde ciddi olduğunu da kanıtlamıştır. Ayrıca MGK'dan OYAK'a kadar pek çok yasal, ekonomik düzenlemelerle askeri yapının sistem üzerindeki tahakkümü resmiyet kazanmış ve legalleştirilmiştir. Bununla birlikte, 70 yıllık süre zarfında sistemin hem işleyiş bazında, hem de dayandığı güçler açısından bir takım değişiklikler de gerçekleşmiştir. Bunu sistemin evrimi olarak adlandırmak mümkündür. Süreç içinde kimi zaman sosyo-ekonomik şartların etkisi ile kimi zaman dış dayatmaların sonucu olarak sistem; , bir takım uygulamalarını gözden geçirme ya da bunlardan geri adım atma şeklinde tavır değişikliklerine gitmiştir.
Örneğin siyasal planda, kuruluş aşamasında ortaya konulan sistemin tek parti diktasına dayanan otoriter kimliği, gerek dış dayatmalar, gerekse de sistemin kendi iç arayışları ve kimi zaman da gelişen tepkileri kuşatabilmek için, nisbeten daha liberal bir dönüşüme uğrayarak bugünlere gelmiştir.
Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde dikta yönetimlerinin yol açtığı büyük tahribata bir tepki ve tedbir olarak, Batı'da savaş sonrası esen demokrasi rüzgârlarının zorlamasıyla, TC sistemi, şeflik görüntüsünden kontrollü bir tarzda, çok partili siyasi yapıya doğru yönelmiştir. Temelde Batı ile ilişkilerin hatırına ve dünya konjonktüründeki gelişmelere ayak uydurma zorunluluğu ile içine girilen süreç, çeşitli düzeylerde gelişen muhalif hareketlerin mücadelelerinin de katkısıyla, sistemi göreceli bir liberalleşmeye mecbur kılmıştır. Her zaman içtenlikten uzak ve ikiyüzlü bir tutum sürdürmüş olmasına ve söz konusu süreci sürekli olarak sınırlamaya, budamaya çalışmasına rağmen TC sistemi, kuruluş zemini itibariyle pek çok geri adım atmıştır.
Resmi ideolojisinden, adeta yasaklarla, sınırlamalarla bir mayınlı tarladan farksız anayasasına kadar pek çok kamburu ile birlikte, sistemin halkın egemenliğine dayanma ve demokrasi iddiaları ne kadar gerçeklikten uzak olsa da, bugün üniversiteden basın yayına, sendikal haklardan örgütlenme özgürlüğüne dek geniş bir alanda, sisteme rağmen geniş bir kazanımlar kümesinden söz etmek mümkündür. Daha önemlisi, bu kazanımların korunması ve geliştirilmesi için mücadele etmek gerekir.
Öte yandan kapitalistleşme sürecinin ilerleyişine ' bağlı olarak, sermaye kesimi siyasal iktidar üzerinde gittikçe daha etkin bir konum kazanmış ve bunun sonucunda, asker-sivil bürokrat kadrolar, ellerinde bulundurdukları iktidarı bu kesimle bir tür koalisyon oluşturarak sürdürmek durumunda kalmıştır. Böylelikle sistemin kuruluş aşamasında görülen ve Mustafa Kemal'in şahsiyetinde ifadesini bulan bürokratik diktatörlük görüntüsü süreç içinde, oligarşik bir nitelik kazanmıştır. Günümüze gelindiğinde ise, artık sermaye gücünün parlamentodan medyaya kadar iktidar üzerinde etkili olabilecek her alana taşındığı ve etkili bir güç merkezi konumu kazandığı görülmektedir.
Ekonomik yapı, neredeyse tamamen ithalatçı bir karaktere sahip ve tekelleşme eğilimindeki büyük bir kaç holdingin inhisarına bırakılmıştır. Ülke kaynaklarına hakim bir avuç sermayedar, sahip oldukları güçle sistemin bütün kurumlarında belirleyici olabilmekte, kamuoyunu şartlandırma imkanını sağlayan medya tekelini istedikleri biçimde kullanabilmekte, yine bu gücün bir getirişi olarak egemenliğin temsili organı olarak kabul edilen parlamentoda, etkili olabilmektedirler.
1923 İzmir İktisat Kongresi ile resmiyet kazanan "devlet teşvikiyle bir müteşebbis zümre, burjuvazi meydana getirme" hedefi 50'li yılların "her mahallede bir milyoner yaratma" programı ile sürdürülmüş ve her türlü fon kayırmacılığı, vergi indirim ve muafiyetleri, ucuz krediler veya teşviklerle iyice semirtilen bu sınıfa kaynakları peşkeş çekme işlemi, özelleştirme ve benzeri bir takım politikalarla bugünlere taşınmıştır. Bugün en somut örneğiyle TÜSİAD tabelası altında halkın karşısına çıkan bu sömürgen sınıf, ekonomiden kültüre, iç politikadan dış politikaya kadar her alanda belirleyici bir konuma sahip olmuştur. Böylelikle TC sistemi günümüzde askeri-bürokratik bir tür güvenlik çemberi içinde kapitalist bir nitelik kazanmıştır.
Sistemin kapitalist tarzda gittikçe etkinleşen organizasyonu, iktisadi alandan başlayıp tüm sosyal-siya-sal alanlara uzanan bir etkinlik ağı oluştururken, toplumun da batılı tipte bir tüketim toplumuna dönüştürülmesi hızlı bir süreç olarak devam ettirilmektedir. Bir yandan sistemin sınıfsal karakteri belirginleşir, ekonomik dengeler dar gelirli, ücretli ve esnaf kesiminin aleyhine, küçük fakat mutlu azınlığın ise çıkarma, gün be gün daha bir bozulurken; faiz, döviz ve borsa spekülasyonları ile rantçılık, ekonominin hakim unsuru halini alırken, öte yandan toplumun tümünü kuşatacak şekilde çılgınca bir tüketim anlayışı yaygınlaştırılmakta, özendirilmektedir.
Evrenin ve insanın yaratılış gayesine uygun olarak yaşadıkları siyasal-toplumsal sorunlar ve bunların çözüm yolları üzerinde kafa yormak yerine, kapitalist anlayışın egemen olduğu bir çerçeve içinde kitlelerin sonuçsuz bir koşuşturma ile tüketilmesi sistemin temel hedefini teşkil etmektedir. Bu hedefine ulaşmada sistemin kullandığı en yaygın ve etkili araçlar arasında eğlence ve tatil anlayışı, müzik ve spor öncelikli bir yere sahiptir.
Özellikle profesyonel futbolun geniş yığınların dünyasını dolduran bir olgu olarak öne çıkartılması, kimlik krizleri içinde bocalayan yığınlar tarafından futbol takımı taraftarlığının adeta bir kimlik ifadesi, bir mensubiyet ilanı şeklinde algılanması, medyanın ve imaj üreticilerinin her gün yeni müzik starları, bir tür ilahlar ve ilaheler üretip pazarlamaları ve kapitalist çarkın bunalttığı gençlik kesiminin önüne taklit edilecek, benzeşilmeye çalışılacak örneklikler olarak sunulması, kitlelerin afyonlanmasında sistemin ulaştığı başarıyı ortaya koymaktadır. Sistem; müzikten spora, içkiden kumara, hatta fuhuşa kadar pek çok aracı endüstrileştirerek ve fesadın küreselleşmesini sağlayarak toplumun geleceğine ciddi prangalar vurmuştur.
Sistemin evriminin en somut yansımalarından biri de, laiklik adına sürdürülen politikalar alanında sergilenmiştir. İnsanın iç dünyasını olduğu kadar, insanlar arası ilişkileri ve toplumsal hayatı da düzenlemek için vahy edilmiş olan İslam'a karşıtlık, sistemin kesintisiz olarak sahip olduğu temel bir çizgi olmakla birlikte, süreç içinde radikal laik söylem ve politikaların bir kısmı esnetilmek suretiyle geniş kitlelerin tepki ve muhalefeti yumuşatılmaya çalışılmıştır.
Tek parti ve şeflik döneminin dine ve dine ait uygulamalar, kavramlar ve sembollere karşı tümüyle yok sayıcı, düşmanca yaklaşımının sonraki dönemlerde terk edilmesinde sistemin, her sarsıcı toplumsal değişim hareketinde olduğu gibi zamanla daha ılımlılaşması, olgunlaşması ve ütopik amaçlarını bir ölçüde törpüleme zorunluluğu duyması gibi doğal bir seyir izlemesi kadar; sistemin genel işleyişini ve yapılanmasını derinden etkilemeyecek şekilde bir takım tavizlerle kitlesel hoşnutsuzluğun ciddi bir muhalefet akımına dönüşmesinin önüne geçme hesabı da belirleyici olmuştur.
TC sisteminin İslam'a ilişkin klasik tavrının farklılaşmasında çok önemli bir olgu da özellikle son dönemlerde izlenen İslamizasyön politikasıdır. Gerek tüm dünyada yükselen İslami canlılık, gerekse de ülke içinde hızlanan İslami hareketliliğe karşı bir cevap, bir tedbir olarak sistem "İslam'a karşı İslam" siyasetine daha sıkıca sarılmıştır. Bu noktada örneğin Diyanet Teşkilatlına bakış farklılaşmıştır. Diyanet'e karşı TC'nin pek umursamayan, dar bir alana sıkıştırmaya matuf klasik yaklaşımı terkedilerek, devletin resmi politikalarının dini bir kılıf giydirilmek suretiyle kitlelere aktarılmasında, dolayısıyla meşrulaştınlmasında etkili bir kurum fonksiyonu yüklenmiştir.
‘’... Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı sizi Allah ile de aldatmasın.’’ (Fatır, 35/5)
Bir yandan, İslam'ı hakim kılmak ve zulmü bütün boyutlarıyla ortadan kaldırmak için mücadele edendevrimci müslümanlara karşı baskı ve sindirme politikaları yoğunlaştırılırken diğer taraftan temelde sistemin varlığına bir tehdit teşkil etmeyen ve sistemle uzlaşmaya yatkın bir düzleme oturan İslami sıfatı taşıyan her türlü fikir, yapı, şahsiyet sisteme entegre edilmek suretiyle köklü ve devrimci bir İslami tehlikeye karşı bir tür panzehir olarak sistemin hizmetine sunulmuştur. Sistemin bu tür sahte ve "kullanışlı" bir İslami destek arayışında, şüphesiz egemen ideolojinin tebasına vermeye çalıştığı kimliğin yetersiz ve iğreti kaldığının artık ortaya çıktığı ve sistemin çıkarlarıyla örtüştürülen bir İslam'ın, vatandaşların yaşadığı kimlik boşluğunu doldurmada fonksiyonel olacağının düşünüldüğü belirgindir.
Müslümanların sisteme ilişkin tavırlarının nasıl olması gerektiği, herşeyden önce akidevi bir sorundur ve bu düzlemde ele alınmalıdır. Küfrü ve şirki temsil e-den egemen sistemi reddetmek, Allah'a imanın ve "La ilahe" şiarının bir şartı, bir gerekliliği olarak düşünülmeli ve laik, kapitalist, batıcı sisteme karşı tavır, iman-amel bütünlüğünün bir yansıması olarak algılanmalıdır.
Laik zalim sistem kimi zaman çok belirgin bir şekilde görülemese de son derece kuşatıcı ve baskıcı bir yapıya sahiptir. Aile, okul, iş, askerlik, kültür vb. tüm sosyal ilişkilerde sistemin çizdiği belirleyici bir çerçeve yürürlüktedir. Hatta ölüm vakasında dahi, sistem vatandasın cenazesinin nasıl kaldırılacağına kadar her şeye müdahalede bulunmaktadır. Sistemin bu totaliter ve baskıcı işleyişi göz önüne alındığında, sisteme karşı mücadelenin, sistemin genel işleyişini çok fazla rahatsız etmeyecek bir takım dar alanlara sıkıştırılarak yapılamayacağı ortadadır.
Sisteme karşı tavrın en öncelikli koşulu karmaşık ve kuşatıcı bir yapıya ve işleyişe sahip bulunan sistemi bütünlüğü içinde kavramaktır.
Sistem bütünüyle kavranabildiğinde, İslamilik iddiası taşıyan çevrelerde yaygın bir biçimde göze çarpan bir takım algılama bozukluklarının da daha net o-larak farkına varmak mümkün olabilecektir. Örneğin, Atatürk karşıtlığının, sisteme karşı olmaya yetmeyeceği; devlet-rejim ayrımının devletçi eğilimleri besleyen muhafazakar bir sapma olduğu; hükümet olmakla iktidar olmanın aynı şey olmadığı, sistemin her fırsatta kendisine muhalif oluşumların birbirleriyle çatışmalarını sağlayacak tarzda problemler oluşturmaya ve yapay düşmanlıkları körükleyerek bunları birbirleriyle çatıştırmaya çalıştığı, sistemden kaynaklanan fiili zulümler yerine "bölücülük", "gericilik" veya buna benzer tehditler savurarak gündem saptırma yoluna gittiği; faizsiz bankacılığın yaygınlaşması ile kapitalist mekanizmanın son bulmayacağı; "vatanın bölünmez bütünlüğü" adına zulme ve baskıya arka çıkarak, düzenin terör tanımlamasını sorgulamaksızın benimseyerek, laik düzeni koruma ve kollama misyonunu taşıyan orduyu "peygamber ocağı" yakıştırmasıyla sahiplenerek, "aynı gemideyiz" edebiyatıyla milliyetçi eğilimler geliştirerek, sisteme karşı olunamayacağı görülecektir.
Sisteme ilişkin en yaygın algılama bozukluklarından biri de, yapı ile kişi ayrımı noktasında ortaya çıkmaktadır.
Sistem denilen tüzel varlığın kişilerden, yöneticilerden, görevlilerden bağımsız bir mekanizma olduğunun görülememesi, sistemin bir küfür sistemi olduğu gerçeğinin fark edilememesi, kimliğin bulanıklaşması sonucunu doğurmaktadır. Sistemin genel işleyişi içinde muhalif kimlikli insanların, bir takım noktalarda yer almaları, daha doğrusu sızmaları, sistemin bütünlüğünü etkilemeye muktedir olamaz. Belirleyen, buyuran, kuralları koyan bir mekanizma var olduktan sonra, edilgen konumda bulunan kişilerin örgütlü bir tarzda da hareket etseler, hareket alanları sınırlı olacaktır. Çok etkili mevkilerde de bulunsalar, çok geniş yetkilere de sahip olsalar, sistemin işleyiş mantığı ve mekanizmasının dışına çıkılması mümkün olamayacağından, sisteme muhalif bir yaklaşıma sahip şahısların, grupların, partilerin varlığı, sistemin küfür sistemi olduğu gerçeğini değiştirmez.
Müslümanlar küfrü ve zulmü temsil eden sisteme karşı bütüncül bir tavır geliştirerek, sistemin şu ya da bu kurumunu, şu ya da bu politikasını değil, bütününü red tavrı içinde olmalı ve bütününü tasfiyeye yönelmelidirler. Bu elbette hiçbir ayrım ve Öncelik gözetmeksizin, sisteme ait her türlü simge, kurum ve düzenlemelere Don Kişotvâri bir karşı koyma anlamında bir tavır değildir. Çerçevesi nihayetinde sistem tarafından çizilmiş bulunmasına ve sistemin denetim mekanizmalarının kontrolüne tâbi olmasına rağmen, mücadeleci bir yaklaşımla, basm-yayın faaliyetinden ekonomik teşekküller geliştirmeye, dernek, vakıf, sendika vb. örgütlenme alanlarından, eğitim kurumları oluşturmaya kadar bir dizi etkinlik alanının, sosyal ilişkilerde ve tebliğ zemininde bir araç ve imkân olarak kullanılması mümkündür ve gereklidir de. Kaçınılması gereken, ideolojik ve kurumsal düzeyde uzlaşma tavrıdır. Yoksa sisteme karşı tavır, toplumsal ilişkiler ve mücadele alanlarından soyutlanmak ve dışına çıkmak olarak algılanamaz. Aslolan, sistemin mantığına ve onu ayakta tutan temel mekanizmaya karşı bilinçli, programlı ve örgütlü bir tarzda tavır almaktır. Bu tavır alış reformcu, uzlaşmacı eğilimlerin de bir reddi ve devrimci bir yaklaşımın benimsenmesi anlamına gelmektedir.
Bu mücadele ve İslami kimliğimizi koruma aşamalarında İslami bir yapının varlığını sürdürebilmesi için gerekli şartlardan birisi de ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Tebliğ ve faaliyet araçlarının finansmanı, eleman istihdamı, tüzel kişilik adına ihtiyaç sahiplerine yardım edilmesi gibi konular bu ihtiyaçların başlıcalarıdır. Yapı, ekonomik ihtiyaçlarını karşılayabilecek kendi gelir kaynaklarını oluşturacak güce ulaşmadıysa, tabii ki ihtiyaçların kendi elemanlarının meşru katkılarıyla sağlayacaktır. Malları ve canlarım cennet karşılığı Allah'a adama bilincini gösteren elemanlar ise ihtiyaç fazlası gelirlerini en öncelikli gördükleri alana düzenli bir şekilde aktarmalıdırlar. Yapıya düzenli şekilde yapılacak maddi katkı, aynı zamanda aidiyet ve mensubiyet bildiriminin de bir ifadesidir.’’
‘’Hiç şüphesizAllah, müminlerin mallannı ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır...’’(Tevbe, 9/111)
Kitabın toplumsal değerlendirmelerinde sonraki bölümlerinde yapı ve birliktelik sorunlarına değinilmiş. Bu konularda geniş açıklamalarda bulunulmuş. Ben sizler için bu bölüm içerisinde Vahdet ile ilgili kısmı aktararak kitap tanıtımımı bitirmek istiyorum. Bu vesile ile sizlere hayırlı okumalar diliyorum.
Vahdet mi İttifak mı?
İslam ümmetinin asırlardan bu yana cahili uygulamalara boyun eğdiği ve tefrikalara düştüğü bilinmektedir. Ancak mevcut hali değiştirmek üzere İslami yapılanma ve mücadele gayreti içinde olan çalışmalar, bu sonucun bir kader olmadığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte genel bir bakış, bu çalışmaların müşterek sorunlar karşısında taşıdıkları ortak kaygılara ve paylaştıkları birçok ortak doğruya rağmen, önemli ayrılık ve farklılıklar içinde olduklarım tesbit edebilir. Hatta aynı bölgede ve eş zamanlı olarak İslami mücadeleyi üstlenme azminde olan farklı farklı İslami grupların varlığı da söz konusu olabilmektedir. Bu, İslami mücadele potansiyelini zayıflatan bir durumdur.
İslam ümmetini yeniden inşa etme azmindeki farklı grupların varlığı, ister istemez vahdet sorununu gündeme getirmektedir. Vahdet sorunu, İslam ümmetinin yeniden ihyası, tevhidi kimliğin taşıyıcıları olan ümmet parçalarının bütünleştirilmesi davasıdır. Vahdet, öncelikle inanç ve hareket birliğinde sağlanmalıdır. Kur'an dışı ve Kur'an'a aykırı olarak taşman her türlü inanç, alışkanlık, kültür ve gelenek vahdetin önündeki önemli engellerdir. İslam'ı yaşama azimlerine rağmen, farklı itikadi ekollerin ve fıkhi mezheplerin taassubundan yeterince kurtulamayan grup ve çevrelerin vahdete ulaşma arzusu mümkün olamaz.
İslami değerlerimizi korumak için müstekbirlere karşı gösterilen direniş, kulluk görevimizin gereğidir. Devrimci kaygılar taşıyan İslami grupların müstekbirlere karşı gösterdikleri direniş ve İslami mücadele azmi, İslami potansiyel için önemli bir kazanımdır; ama vahdete ulaşmak için yeterli değildir. İslami mücadelede amaç ve hareket beraberliğini sağlayacak ve vahdete ulaştıracak en önemli görev; dinin Allah'a has kılınması; tarihi mirasın ve cahili çevrenin değerlendirilmesinde, Kur'ani ölçülerin temel alınmasıdır. Vahdet çağrısında samimi olanların, belirttiğimiz tesbitleri ve hassasiyetleri tavırlaştırmaları gerekir.
Vahdeti sağlama yükümlülüğü, ümmet bilinci ile davranan bütün İslami grupların temel görevidir. Ancak vahdet için ortak değerlere ulaşmanın başlıca yolu, bu gruplar arasında gündemli diyalogların kurulmasıyla oluşturulabilir. Kişi ve gruplar arası karşılıklı diyalogu gerçekleştirecek en tabii yol, fiili düşman saldırıları karşısında ve ortak hassasiyetlerin taşındığı konularda oluşturulacak ittifaklardır.
‘’İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın..’’ (Maide, 5/2)
Kişi ve grupları birbirine yakınlaştırıp güven telkin eden, dolayısıyla diyalog yollarını açan en önemli bağ ise, ortak düşmana karşı gösterilecek direniş ve dayanışmanın sağlayacağı sıcaklıkla kurulabilir. Bütün müminler kardeştir. Kardeşliği belirleyen ise Rabbimizin ölçüsüdür.
‘’Topluca Allah'ın ipine sarılın. Ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz, kalplerinizi uzlaştırdı. O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz... (Al-i İmran, 3/103)
İslami mücadeleyi güçlerimizi birleştirerek kazanabiliriz. Mücadelenin gereklerini yerine getirdiğimizde, gücümüze güç katacak olan Rabbimizin gaybi yardımını da sağlamış oluruz. İşte müslümanların maddi güçlerini küçümseme konusunda küfür güçlerini yanıltan ve tevhidi potansiyeli denetlenemez kılan da, müminlere vadedilen bu gaybi yardım boyutudur. Müminler bilmektedirler ki gereğince Allah'ın dinine yardım ettiklerinde Allah da onlara yardım edecektir.
‘’Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza iletiriz...’’
(Ankebut, 29/69)‘’Ey iman edenler, eğer siz Allah'a yardım ederseniz, (O'da) size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.’’ (Muhammed, 58/7)
-
ömer bitlis 20-06-2009 00:01
"dostları ile dalaşanlar, düşmanları ile savaşamazlar, düşmanları ile savaşanlar dostları ile dalaşamazlar." mustafa islamoğlu Vahdeti isteyenler ile meydanlarda buluşalım, meydanlardan kaçanları nereden bulupda vahdeti sağlayacağız... Çok değerli bir çalışma, bir manifesto. Hazırlayandan, gündeme getirenden Allah razı olsun...
-
Ahmet Örs 18-06-2009 13:29
Allah razı olsun, önemli bir emek ortaya koymuşsunuz.