06-03-2010 09:58

İlah

Arabın dilinde, birine Allah katında ara¬cılık, şefaatçilik vasfı yakıştırmak, O`nun yardım ve ta¬vassutuna başvurmak, bir takım törensel hazırlıklarla, hatta adak ve takdimelerle icra edilen bir tapınma ve sı¬ğınma eylemiydi ve böyle bir eylem de söz konusu varlığı, kişiyi ya da objeyi düpedüz `ilâh yerine koymak`la aynı anlama geliyordu.

İlah

‘’İlah’’…

 

 

‘’Kökü l (elif) - J (lâm)- (hâ) harflerinden oluşan bu "sülâsî" (üçlü, üç harfli) sözcüğün Arapça lügatlerde yer alan muhtelif karşılıklarını, bazı örneklerle birlikte, şöyle sıralayabiliriz:

1)Kulluk etmek

2)Birini korumak, himaye etmek; kurtarmak.

3) Şaşmak, şaşa kalmak; hayran olmak.

4) Korkudan birine sığınmak; "Filan kişide hu­zur ve emniyet buldum, ona sığındım, ona ısındım, ünsiyet ettim" denmek isteniyor.

5) Şaşa kalmak, üstün bir güç, ola­ğanüstü bir fenomen ya da müteal bir varlık karşısında korkmak, şaşırmak, acze düşmek.

 

"And olsun, çevrenizdeki (izlerini, kalıntılarını görüp durduğunuz) şehirleri yıkıp mahvettik ; (oysa) belki dönerler diye ayetleri (alâmetleri) tekrar tekrar (ya da türlü yollarla) açıklamış, göstermiştik onlara."

 

"Hani, kendilerine Allah'tan başka yakınlar (hamiler, veliler), ilâhlar olarak seçtikleri (şeyler ya da kimse­ler) yardımlarına koşsalardı ya! Tersine bunlar beri­kilerden uzaklaştı, yok olup gittiler, onların yalan ve iftiralarını açıkta bırakarak." Ahkâf. 27–28

 

"...O'ndan başkalarını veliler (dostlar, yakınlar, hamiler) edinip de, 'Biz onlara sırf bizi Allah'a yak­laştırsınlar diye kulluk ediyoruz,' diyenler... İşte böylelerinin aralarında çekişip durdukları şeyler hakkın­da, şüphesiz, Allah hüküm verecektir..." Zumer. 3

 

"Allah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de yarar eriştirmeyecek olan şeylere (ya da kimselere) kulluk ediyor ve 'Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcıları­mız (şefaatçilerimiz) dir' diyorlar." Yunus. 18

Bu ayetlerde dikkatimizi çeken hususlardan ilki, İslâm öncesi Araplarının, ulûhiyyeti (ilâhlık, tanrılık vasfı) hiç de sanıldığı gibi, münhasıran kendi ilâhlarına, put­larına özgü, onlarda başlayıp onlarda biten ve onların üs­tünde yüce ve kahir bir varlığın, bir üstün ilâhın mevcu diyetine ihtiyaç bırakmayan bir nitelik olarak algılıyor ol­mamaları. Tersine, kendisi için 'Allah' özel ismini kullan­dıkları böyle üstün (kahir, supreme) bir varlığın mevcu­diyetine açıkça inandıklarını anlıyoruz zikri geçen âyet­lerden. Allah'tan başka bir takım objeleri, güçleri ya da sembolik karakterde bir takım tarihî şahsiyet ve figürleri ilâh olarak tanıyıp, onlara tazim ve ubudiyyet (kulluk) göstermelerine gelince, bu olgu Câhiliyye Arapların, bu tapınma objelerenin üstün ve yüce varlığın (Allah'ın) ulûhiyetinden bir cüz, bir pay taşıdıklarına ilişkin inanç­larıyla ilgilidir daha çok; Müşrik Araplara göre bu obje ya da timsaller, 'Yüce ilâh'ın (Allah'ın) yanında güya hatır ve sözleri geçen, şefaat ve kayırmaları bazı musibetlerin def, bazı menfaatlerin de celbedilmesinde işe yarayan ikinci dereceden ilâhlar durumundaydılar. Allah'ın yanın­da başkalarını da ilâh olarak anmaları bütünüyle bu yol­daki inançlarıyla açıklanabilir. 'İlâh' sözcüğüne yükledik­leri anlam da, âyetlerden anlaşılacağı üzere, bu tavassut ve şefaat fikriyle iç içedir zaten. Kur'an'daki tasvirlerden anladığımız kadarıyla, Câhiliyye Arabının ortaya koydu­ğu inanç ve uygulamalara bakarak rahatlıkla ifâde edebi­liriz ki, o günkü Arabın dilinde, birine Allah katında ara­cılık, şefaatçilik vasfı yakıştırmak, O'nun yardım ve ta­vassutuna başvurmak, bir takım törensel hazırlıklarla, hatta adak ve takdimelerle icra edilen bir tapınma ve sı­ğınma eylemiydi ve böyle bir eylem de söz konusu varlığı, kişiyi ya da objeyi düpedüz 'ilâh yerine koymak'la aynı anlama geliyordu.

 

"iki ilâh tutmayın", dedi Allah; "(çünkü) bir tek ilâhtır (ilâh olarak yönelmeniz gereken); öyleyse, yalnızca benden korkun!" Nahl.51

 

"...O'na ortak koşa geldiğiniz şeylerden korkmam ben, Rabbim bir şey dilemedikçe..." En'am.80

 

"Seni tanrılarımızdan (ilâhlarımızdan) biri fena çarpmış" demek kalıyor bize..." Hud.54

 

Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere, Araplar, ken­dilerini tanrılarının kayra ve gözetmesinden yoksun bıra­kacak, onların gazap ve öfkelerine yol açacak eylemlerin hastalık, kıtlık, can ve mal kaybı gibi felâket ve musibet­lerle sonuçlanacağına inanıyor ve bu tür eylemlere bulaşarak tanrılarla arasını açan kimselerin er geç 'çarpılacaklarına' hükmediyorlardı.

 

"Allah'ı bırakıp bilginlerini (ilahiyatçılarını?) ve ra­hiplerini (meslekten din adamlarını) Rab yerine koy­dular. Meryem'in oğlu Mesih'i de. Oysa kendisinden başka ilâh olmayan o biricik ilâh'a, sadece O'na kul­luk etmekle emrolunmuşlardı. Ortak koşa geldikleri şeylerden (kimselerden) uzaktır O." Tevbe.31

 

"Hevâsını (arzu ve ihtiraslarını ya da düşkünlükleri­ni) tanrı (ilâh) edinen kişiyi gördün işte! Ona sen mi vekil olacaksın?" Furkan.43

 

"Ve böylece, şürekâları (Allah'a ortak diye benim­sedikleri kimseler), müşriklerden çoğuna çocukları­nın canına kıymayı güzel (ve iyi) gösterdiler..." Enam. 137

 

"Yoksa, onların, din konusunda Allah'ın izin verme­diği (olumlamadığı) şeyi (ya da işleri) kendilerine vaz'eden düzmece tanrıları (şürekâları) mı var? Şûra.21

 

Bu son âyetlerde 'ilâh' sözcüğü, daha önce gördüğü­müzden biraz daha farklı bir yüklemle çıkıyor karşımıza; dikkat edilirse bu âyetlerde ilâh sözcüğüyle işaret edilen şeyler artık sadece, kendilerine tabiatüstü ya da aşkın (mute'al, trancendental) nitelikler yakıştırılan ve tabiat güçleri üzerinde tasarruf ve irade sahibi olduğuna inanı­lan varlıklar değil, aynı zamanda irâde ve buyruklarına uyulmak suretiyle ilâh mevkiine konan kişiler, iktidar sahibi liderler, din koyucu mevkiinde görülen meslekten ilahiyatçılar, din adamları ve hatta hakikat karşısında insanı inat ve lâkaydiye sürükleyen kişisel arzu ve heves­ler (hevâ) ya da ihtiraslardır da. Burada, ilâh yerine kon­ması kınanan şeyler, ne kendilerine körü körüne dua edi­len muhayyel varlıklar, ne kendilerinden bir zarar ya da fayda beklenemeyecek sembolik şeyler (putlar, idoller, ve-senler) ve ne de yardım ve şefaatleri için kendilerine baş­vurulan mevhum ve ruhanî şahsiyetlerdir (ölüler, cedler, v.b.). Emir ve talimattan din ya da yasa olarak kabul gö­rüp itaat edilen gerçek ve yaşayan kimselerdir burada dikkat çekilmek istenen. Emirlerine uyulan, yasaklarından kaçınılan, 'haram' ve 'helâl'in tayini konusunda yetki sahibi olarak görülen; hükümlerinde, yasama irâdelerin­de daha üstün bir otoritenin onay ve murakabesine muh­taç ve bağlı olmaksızın bizatihi yetki ve otorite sahibi ol­duklarına inanılan kimseler ya da zümreler...

Yukarıya alınan âyetlerden ilki (9:31), Yahudi ve Hristiyanların, Allah'ı bırakıp, kendi ruhban ve ilahiyat­çılarını nasıl Rab ve İlâh yerine koyduklarına işaret ediyor. Burada, Tirmizi'nin İbn Cerir'den, onun da Adiy bin Hâtem'den rivayet ettiği şu ünlü hadisi nakletmemiz, konuya açıklık getirmesi bakımından yerinde olacaktır. Rivayete göre, Adiy bin Hâtem, boynunda altından ma­mul bir haç, Allah Elçisinin (s.a.s.) yanına gelir. Allah El­çisi o sırada, yukarda zikri geçen âyeti okumaktadır. Adiy bin Hâtem, âyette imâ edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bahisle, "Onlar ruhbanlarına ilahiyatçılarına kulluk etmi­yorlar ki" diye itiraz edecek olur. Allah Elçisi de bunun üzerine şu karşılığı verir: "Belki. Ancak, onlar berikileri­ne helâl olanı haram, haram olanı da helâl kılıyor, beriki­ler de onlara uyup itaat ediyorlar; Yahudi ve Hıristiyanların ruhban ve ilahiyatçılarına kulluk eder duruma düşmeleri böyle oluyor işte." Bu rivayetin açıkça ortaya koyduğu gibi, birilerini ilâh ya da Rab yerine koymanın başlıca yollarından biri, bu kimselerin din ve yasa koyucu planda, Allah'ın ne vaz' ettiğine bakmaksızın, bizatihi helâl ve haram olanı tayin edici mevkie konması oluyor, demek ki.

 

İkinci âyetin mesajı son derece açık; nefsinin, ben'inin, egosunun hevâ ve hevesine, ölçü ve sınır tanımayan arzu ve ihtiraslarına tutsak olan, gurur ve tekebbürle beslenen, sübjektif tercihlere bel bağlayıp hayatına bun­larla yön veren kişi, kendini ilâh yerine koymuş oluyor; 'hevâ'sını tanrılaştırıyor.

 

Son iki âyette 'ilâhlar' yerine 'şürekâ' ( ortak­lar) tabiri kullanılıyor. Şirk, bilindiği üzere, ulûhiyyetinde Allah'a ortak koşmak, O'nun zâtına mahsus sıfat ya da vasıfları kısmen ya da tamamen başkalarına yakıştırmak; başkalarını da bu vasıflarla niteliyor duruma düşmek de­mektir. Bu son âyetlerden, kaynak ve temel olarak Yüce Allah'ın hükmüne, O'nun vaz' ettiği ölçülere dayanmadık­ları halde, bireysel ve. toplumsal planda genel bir hayat düzeni olarak din ya da şeriat yerine ikâme edilen beşer ürünü yasaları, ilke ve töreler dizgesini olumlayıp, bunla­ra teslim olmanın da 'şirk' tavrının kapsamı içine girdiği, yani, bu yasaları, ilke ve töreleri koyan kişilere bilerek, isteyerek boyun eğmenin de, onları Yüce Allah'a ortak koşmakla aynı anlama geldiğini öğrenmiş oluyoruz.

 

Öngörü sahibi kimseler için, yukarda 'ilâh' sözcüğü çevresinde verilen anlamlar arasında açık ve dolaysız bir bağ olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. İnsan, bir başkasını, bir başka varlığı gaybî anlamda (tabiatüstü planda) kendisine yardımcı, veli ya da hami olarak görü­yor, bu varlığın dualarını işitip icabet etmeye, sıkıntı ve ihtiyaçları giderip insan için gerekli ve yararlı olanı yarat­maya muktedir olduğuna inanıyorsa, bu inanç, hiç şüphe­siz, insanın söz konusu varlığı âlemin tasarrufunda, tabi­atın sevk ve idaresinde az ya da çok kudret ve otorite sa­hibi olarak görmesinin bir sonucudur. Benzer bir çıkarsa­mayla, insan eğer bir başka varlığın hoşnutluğunu kazan­mak umuduyla bazı eylemlere girişiyor, hoşnutsuzluğuna yol açmak korkusuyla da bazı eylemlerden kaçınıyorsa, bunu, söz konusu varlığı insanın iş ve eylemleri üzerinde tedbir ve takdir edici (düzenleyici, değerlendirici) bir oto­rite sahibi olarak gördüğü için yapar. Allah'a inandığı halde, ancak Allah'tan bilinmesi, beklenilmesi gereken yardım ve esirgemeyi başkalarından uman kimse de bunu ancak kudret ve otoriteyi zımnen Allah'la başkaları ara­sında paylaştırarak yapabilir, şüphesiz. Ve nihayet, Al­lah'tan başkasının hüküm ve buyruğunu uyulması, bağlanılması gereken bir yasa olarak gören ve böyle birinin emir ve yasaklarını hayata yön verici ölçü ve esaslar ola­rak benimseyen kimse, dar anlamıyla din olarak ortaya koyduğu tercih ne olursa olsun, gerçekte üstün ve mute'al otorite olarak Allah yerine bir başkasını ya da başkalarını ikâme etmiş demektir. Bütün bu açıklamalardan sonra artık rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, ulûhiyyet fikrinin özü ve temeli otoritedir; bu otorite ister tüm yaratılmışlar âle­minde koyduğu fizik, metafizik yasalarla hükümfermâ ol­duğuna inanılan üstün bir varlığa ait olsun, ister beşeri dünyada bireysel ve toplumsal ilişkilerin tanzim ve yön­lendirilmesinde hüküm ve öğretisine (ya da irşadına) iti­bar edilen, başvurulan bir varlığa, beşerden birine ya da bir sınıfa, bir zümreye ait olsun...

Kur'an-ı Kerim'de de, Allah'tan başkasına yakıştırı­lan ulûhiyyetin sahteliği ortaya konulup gerçek ulûhiyyetin sadece ve sadece Allah'a ait olduğu vaz' edilirken ıs­rarla üzerinde durulup dikkat çekilen kavram yine otorite kavramıdır. Kur'an'da tekrar tekrar ifâde edilmektedir ki, göklerde ve yerde gerçek ve yegâne kudret ve otorite sahi­bi Allah'dır (c.c); tüm yaratılış ve topyekûn yaratılmışlar.’’

 

Kur’an’ı Kerim’de Dört Terim Mevdudi

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !