İlkav Cuma Hutbesi: Vahdet
Eğer bugün yeryüzünde yaşamakta olan 2 milyara yakın Müslüman halklar aralarındaki hiçbir akli yönü bulunmayan, ihtilaf doğuran söz, hareket ve çekişmelerle birbirlerini tekfir edeceklerine Rasulullah (sav)’in buyurduğu gibi (…) Kardeşler olarak güçlerini birleştirip birer kova su dökseler inanınız ki İsrail’i sel alıp götürürdü. Ya da sırf tükürseler bile İsrail’i tükürükleriyle boğarlardı.
Hutbe: VAHDET
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz…” (Al-i İmran: 103)
Bugün Hicri 1439 Muharrem ayının 23. günü olan Cum’a günü. Rabbimiz (cc) bugünde ve gelecek günlerimizde, şeytanın vesveselerinden Allah’a (cc) güvenip sığınan, Kur’an’a hadim olan, Kur’an’ın beyanı sünnete uymaya çalışan, vahdeti sağlamak için fedakârlık yapan muttaki kullar zümresine bizleri de dâhil etsin. Rabbimiz (cc) hakikatin apaçık delilleri geldikten sonra parçalanıp ayrılarak birbiriyle ihtilafa düşenlerin korkunç azabına bizleri müstahak eylemesin. Yeniden Vahdet’te buluşmayı bizlere nasip etsin. Âmin. Bugünkü hutbemizin mevzuu “Vahdet nedir? Kimler arasında ve nasıl olmalıdır?” konuları üzerine olacaktır inşallah.
Vahdet; Birlik, beraberlik, birleşmek, birlikte olmak, dayanışma içinde olmak anlamlarına geldiği gibi, yeryüzündeki Müslümanların tek hedef için aynı duygu, aynı his, aynı yürek, aynı kalp gibi bir ahenkten doğan tek bir vücut olması, birleşmesi manasına da gelir. Aynı zamanda vahdet; Müslümanların ortak düşmanlarına karşı vahyin öncülüğünde omuz omuza vererek, emperyalist kâfirlere, zalimlere, tağutlara karşı tevhidi düşünceyi hâkim kılmaları için bir araya gelmeleri, güçlerini birleştirmeleri ve birlikte hareket halinde olmaları demektir. Vahdet, tevhid kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Vahdet ve tevhid arasında kopmaz bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet ise birleşmek demektir. Dolayısıyla; Allah’ı (cc) birlemeyen kimsenin tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet ahlakından mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.
Hutbeme başlarken okuduğum Al-i İmran suresi 103. Ayetinde Rabbimiz (cc) “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz” buyurmaktadır.
Rabbimiz (cc) “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” hitabı ile kulları arasında bir bağın olduğunu, bu bağın bir tarafının Allah’ın (cc) elinde diğer tarafının ise kulların arasında bulunan “İP” olduğunu ve bu ipe iman edenlerin “beraberce ve sımsıkı sarılması” gerektiğini beyan buyurmaktadır. Peki, “biz” Allah’ın (cc) kullarını Allah’a (cc) bağlayan ip nedir? İşte bu ip Kur’an’dır. Yani Rasul (sav)’in bize Kur’an’ın muhtevasına uygun tebliğ ve beyanda bulunduğu, fail olarak ta örneklediği İslam dinidir.
İslam dininin esasları ise; sübutu ve delaleti kat’i olan vahyin itikadı hükümleridir. Müminlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise, Kur’an’ı tasdik, teyid ve tebyin eden Rasul (sav)’in mütevatir hadisleri ve sahih sünnetidir. Onun için Kur’an’ın emrettiği bir ibadeti hiçbir Müctehidin ictihadı yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Ancak ictihadla sabit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zan kabul edilir.
Dolayısıyla bir müctehid veya müfessirin zan olan yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak din kabul etmek daha başkadır. Eğer bu yorum mutlak din kabul edildiğinde akla şu sorular gelebilir? Bu müctehid ve müfessirlerden önce yaşayan ve onları tanımayan Müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Onun için günümüzdeki gibi bazı zatların asrın müceddidi, asrın müctehidi gibi pazarlanarak İslam dinini yorumlamaları, sadece bu zatların kendilerini bağladığından, Allah (cc) bizleri bu gibi zatların dini yorumlarına itaat edip etmediğimizden sorguya çekecek değildir; Zuhruf Suresi 44. ayete göre, Rabbimiz (cc) kendi Kitabı olan Kur’an’a uyup uymadığımızdan sorguya çekecektir.
Hal böyle izah edilmesine rağmen, bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların hiçte iç açıcı bir durumda olduğunu söyleyemeyiz. Bunun sebebi şudur: Her grubun, delaleti zannı olan ihtilaflı meseleleri din edinmelerinden dolayı İslâm cemaatini yalınızca kendilerinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerinin ise doğru yoldan saparak sapıklık içinde olduklarını itham etmelerindendir.
Müslümanlar Allah’ın (cc) Kitabına (cc) ve Rasul (sav)’e imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; adeta tüm çabalarını dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini birleştirme faaliyetine harcamışlardır. İşte günümüz Müslümanlarının kendi kanaatlerini ya da üstad, lider, önder, şeyh, âlim, falan imam, filan hocalarının yorumlarını ve Kur’an’dan başka bunların kitaplarını mutlak hakikat ve mutlak kaynak kabul ederek din kabul etmeleri, tevhide değil; tefrikaya ve ardından da tekfire sebep olmaktadır. Dolayısıyla bu zannî yorumlardan kaynaklanan aykırı ve ayrılıkçı görüşlere uygun, meal enflasyonu başını alıp gitmiş, enelerinin esiri olmuş birçok Mehdiler, Mesihler, Müceddidler, Halifeler, Emirler, Liderler, Kurtarıcılar türemiş ve Müslümanlar adeta bilinçli bir şekilde bölük pörçük duruma getirilmiştir.
Müslümanlar kendi aralarında bu ihtilaflı konularda birbirlerini kâfirlikle itham edip dururken, bunu fırsat bilen Kâfirlerin çoğunlukta yaşadığı 30 civarında Avrupa ülkesi yaşam standartları ve imkânları birbirinden oldukça farklı olmasına rağmen her konuda ittifak yaparak aralarındaki sınırları kaldırmış, Birleşmiş Milletler, Nato, Avrupa Birliği gibi isimler adı altında tüm güçlerini birleştirmişlerdir.
Müslüman ülkeler eğer birlik oluşturmaz, halkıda ihtilafları yok etmek için bir çaba sarf etmezse, inanınız ki birleşen bu kâfir ülkeler tek bir devlet haline gelecek, “el küfrü milletün vahideh” küfür tek millet olarak İslam coğrafyası üzerinde emperyalizmi ve fesadı daha da yaygınlaştıracak, yarınlarda tüm yeryüzüne hâkim olması kaçınılmaz olacaktır. Örnek verecek olursak; 1948’de temeli atılan, emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail örgütü, nüfusunu 68 yılda 10 kat artırarak, 8 milyon 500 bine çıkarmıştır. Dünya devletleri içinde nüfusunu hızla artıran Türkiye bile 1948 yılında 20 milyon olan nüfusunu 4 kat artırarak 80 milyona ulaştırabilmiştir. İstanbul’un yarı nüfusuna sahip, Siyonizm’in ve vahşetin temsilcisi İsrail’in bu gidişatı hiçte hayra alamet bir gidişât değildir. Onun için, vahdetin hemen her yerde acilen gerçekleştirilmesi Müslümanlar açısından farz-ı ayn haline gelmiştir.
Eğer bugün yeryüzünde yaşamakta olan 2 milyara yakın Müslüman halklar aralarındaki hiçbir akli yönü bulunmayan, ihtilaf doğuran söz, hareket ve çekişmelerle birbirlerini tekfir edeceklerine Rasulullah (sav)’in buyurduğu gibi (…) Kardeşler olarak güçlerini birleştirip birer kova su dökseler inanınız ki İsrail’i sel alıp götürürdü. Ya da sırf tükürseler bile İsrail’i tükürükleriyle boğarlardı.
Sonuç olarak; Namaz kılarken günde 40 defa okuduğumuz Fatiha’yı Şerifte “iyyâke nâ’budu ve iyyâke neste’în: Biz ancak Sana ibadet ederiz ve “biz” yalnız Senden yardım dileriz” dediğimizde “biz” demekle bir bütünlüğü, birlikteliği ve bir vahdeti ifade ediyoruz öyle değil mi? Eğer bizler namazda saf tuttuğumuz gibi yaşadığımız hayatın her safhasına bu saf düzenini aksettirebilirsek şuna emin olununuz ki; hiçbir kâfir Allah’ın (cc) izniyle topraklarımızı işgal edemez, kundaktaki bebeklerimizi şişleyemez, annelerimizin kızlarımızın namusunu kirletemez, zincirli kelepçelerle kardeşlerimizin ayaklarını kilitleyemez, Arakan’daki gibi bacılarımızı çırılçıplak soyup satırla canlı canlı parçalara ayıramazdı.
13.10.2017 / İLKAV
Hazırlayan: Şahin ÖZDAŞ