Leyla ŞENSALTIK
İMTİHANLARA MÜSLÜMANCA BAKABİLMEK!
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah Suhbânehû ve Teâlâ’ya, salât ve selam da Hz. Muhammed’e (s.a.v.), o’nun ailesine, ashabına ve tüm mü’minlerin üzerine olsun.
Evleri başlarına yıkılmış, hayatları darmadağın olmuş, eşlerini, çocuklarını kaybetmiş insanların vebali onlara bu mağduriyetleri yaşatan kimler ise ve nerede hangi tür ihmalkarlıkta bulunmuşlarsa onların üzerine olsun.
Kimisi ince nakışlı çeyizlerini, kimisi doğacak çocuğunun hayallerini, kimisi yarının endişe ve kaygılarını bıraktı enkazın altında. Gerçekleşen takdirin içerisinde birilerinin ihmali vardı elbette, fakat ilâhî hüküm mutlaktır. İmtihanı rahmete dönüştürmek için doğru okumak gerekir. Zira insan başına gelen imtihanlarla değil, onlara karşı duruşuyla Allah katında ya kıymet kazanır ya da kıymetlini yitirenlerden olur. Nice insanlar vardır; hayatta yaşadıkları musibetler onların dönüm noktaları olmuştur. Allah Subhânehû ve Teâlâ aynı imtihan üzerinden; kimisini şehadet mertebesine ulaştırırken, kimisinin ise ilâhî rahmetle günahlarına başlarına gelen musibeti kefaret kıldı. Mü’minlerin imanını arttırırken, azgınların kalbindeki küfrünü açığa çıkarır. Mü’min şu çok iyi bilir ki hiçbir şeyin mâliki kendisi değildir, kendisine verilen emanetin her an elinden alınabileceği ihtimalinin bulunduğunu ve Rabbine karşı her daim hüsn-i zan etmesi gerektiğini.
Acılar, imtihanlar, hüzünler, hasretler ve pişmanlıklar dünya üzerindeki yolculuğumuzun bir parçasıdır. Bu gerçeklerden kaçamayız ve yok sayamayız. Allah Subhânehû ve Teâlâ imanlarımızdaki sadakati ölçmek için biz kullarını sınayacağını önceden haber vermektedir: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”[1] Yarattığı kullarının hasletlerini, zaaflarını, gücünün sınırını en iyi bilen şefkat ve merhametin kaynağı yüce Rabbimiz kullarının hangi imtihana güç yetirebileceğini de en iyi bilendir ve kulunun güç yetiremeyeceği imtihanları da kendisine yüklemeyeceğini de yüce Kitabında bizlere vaad etmiştir. Rabbimizin bizim için takdir ettiği imtihanları yok edecek bir kudrete sahip değiliz ancak duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam tarzımızı onun razı olacağı minval üzere yönetebilecek iradeye sahibiz. Bela ve imtihanlar kişilerin sınanmaları ve kalplerindeki durumun ortaya çıktığı süreçlerdir. Acıların, imtihanların rehberliğinde aklımızı ve imanımızı harekete geçirerek, istiğfarla günahlarımızdan, hatalarımızdan arınma fırsatına sahibiz henüz. Müjdelenen zümrenin içerisine dahil olabilmek için azami gayret sarfetmeli ve imtihanları kazanıma dönüştürme çabası içerisinde olmalıyız. Bir yolculuğumuz var dünya üzerinde ve yolun sonunu göremiyoruz. Vakit geçiyor ve bize tanınan mühlet her geçen gün azalıyor. Hepimiz bir aynanın karşısına geçerek kendimize bakmalıyız. Bu durumu ben yaşasaydım Rabbime karşı nasıl bir duruş sergilerdim? Enkaz altında ben veya sevdiklerim olsaydı ne kadar teslimiyet gösterirdim?
Şu an yıkılan bizim çatımız değil, kanayan bizim yaramız değil. Uzaktan üzülmekle acıyı yaşamak apayrı bir şeydir. Düşünürken bile yüreğimiz daralır, nefes alamayacak gibi oluruz. Oysaki kabul etsek de etmesek de bir gün ölüm gerçeği bize de sevdiklerimize de isabet edecek. Bela, yalnızca kötü durumlarla zuhur etmez, zafiyetimiz her neredeyse Rabbimiz bizi oradan yoklayabilir. Bazen vererek imtihan ettiği gibi bazen de alarak, bazen açlıkla bazen de toklukla imtihan edebilir.
“Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, aşağılık derecede olanlarıda biz, bazen nimetlerle, bazen da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.”[2]
Musibetler ve nimetler karşısındaki duruşumuzun nasıl olması gerektiğini Efendimizin dilinden ve örnekliği üzerinden okuyalım:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”[3]
Peygamber Efendimize oğlu İbrahim’in vefat haberi kendisine verilince gözyaşlarına hâkim olamadı. Mübarek gözleri yaşla dolunca şöyle buyurdu:
"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!"[4]
Bir evlâda doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak şöyle buyurdu:
"Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn."[5]
Birçoğumuzun dikkatini çekmiştir bu acıları, travmaları yaşayan insanların dilindeki teslimiyeti. İsyansız kavgasız ve Rabbiyle barışık tutumlarını. İlâhî hükme rıza gösterip teslim olmak ne de izzetli bir duruştur. Elbette mahzun gönüllerin, yaralı yüreklerin tedavisi kolay olmayacak. Bugün belki iyileşmez bu yaralar ama bir gün mutlaka iyileşir elbet. Bizler acıyan bu yaralara ne kadar merhem oluyoruz ona odaklanmalıyız. Bizler bu imtihanın neresindeyiz, ona bakalım. Bu imtihanlar bizlerin imanına neler kattı onu dert edinelim. Ekran başında oturup gözyaşı dökmekle, –ki onu da ne kadar yapanımız var- evlerimizde fazlalık görüp çıkardığımız birkaç eşya göndermekle sorumluluğumuzun sona erdiğini düşünüyorsak yanılgı içindeyizdir demektir.
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[6]Mü’minler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar.
İnananlar, birbirlerinin sevinç ve kederine ortak olmak zorundadırlar.
İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir Müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.[7]
Yaşadığımız bu süreç bizler için de imtihan olduğunu unutmayalım. Bu acıları yaşayan insanlarla iç içe olacağız ve onlar çok yakınımızda olacaklar. Bizlerin her zamankinden daha müşfik, daha kucaklayıcı ve umut verici olmamız gerekiyor. Yaralı insanlara sürekli; “iyi ol, ayağa kalk, güçlü dur” gibi sözler söylemek onların yaralarına iyileştirmeyecek. Hakkı ve sabrı hatırlatırken sözlerimizi özenle seçmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Yaşananlar basit değil ve bu acıları yaşayanlar da bizler değiliz henüz. Çoğu insan, canını daha da yanacağını bildiği için yaşadıklarını anlatmak istemez, çünkü bilir, kendisiyle benzer imtihanı yaşamamış kimseler tarafından anlaşılamayacığını. Bundan dolayı da anlatmak, paylaşmak yerine duygularını uyuşturmayı bir nevi uyutmayı tercih eder. Buda kişiyi daha sancılı bir duygu dünyasının içine sürükler ve zarar verir. İnsanların geçmişte yaşadıklarını tekrar yaşıyormuş gibi hissettirecek, enerjisini sömürecek, geleceğe olan umutlarını solduracak gibi tutumlardan ve söylemlerden uzak durmalı, merakımızı gidermek için sorular yöneltmekten imtina etmeliyiz. Bu sorular bizler için basit sorular olabilir fakat onlar için cevapları çok ağır olduğunu unutmamalıyız.
Yaşadığımız deprem afetinde, herkesin üzerine düşen birtakım görevler olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yine bu afetin herkes için bir imtihan olduğunu da aklımızdan çıkarmamızı gerekiyor. Bu imtihanda kimimiz canıyla, kimimiz malıyla, kimimiz korkularıyla, kimimiz de mağdur olan insanların yaşadığı acılara ortak olmak ve onları kendi acılarıyla baş başa bırakmamakla imtihan oluyoruz. Rabbimizden temennimiz odur ki yaşanan bu afet herkesler için öncelikle uyanışın, Allah ile koparılan bağın yeniden kurulmasının, varsa yanlışlarımızın farkına vararak onlardan arınmanın, bugüne kadar yapageldiğimiz yanlışlarımıza veda etmemizin vesilesi olur. Hayatlarını kaybedenlerin dünyanın sıkıntılarından kurtulmalarının ve varsa günahlarının kefareti olur. Yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri sabır karşısında elde edecekleri mükafatların sebebi olur.