20-04-2017 20:53

İslam’da Vatan Anlayışı – I

İnsanın üzerinde doğup büyüdüğü, yaşadığı, gerektiğinde ana kucağı gibi sığındığı bir vatanının/ülkesinin olması önemlidir. Belki de bunu en iyi anlayabilecekler bugün gerek Türkiye’de ve gerekse değişik ülkelerde yaşamak zorunda bırakılan Suriyeli mültecilerdir. Batılı devletler tarafından itilip kakılmaları, çelme takılarak yerlerde süründürülmeleri, aç ve açıkta bırakılmaları, daha da önemlisi onurlarının kırılması, özellikle de mülteci çocuklarda gelecekte derin travmalara neden olacaktır.

İslam’da Vatan Anlayışı – I

İnsanın üzerinde doğup büyüdüğü, yaşadığı, gerektiğinde ana kucağı gibi sığındığı bir vatanının/ülkesinin olması önemlidir. Belki de bunu en iyi anlayabilecekler bugün gerek Türkiye’de ve gerekse değişik ülkelerde yaşamak zorunda bırakılan Suriyeli mültecilerdir. Batılı devletler tarafından itilip kakılmaları, çelme takılarak yerlerde süründürülmeleri, aç ve açıkta bırakılmaları, daha da önemlisi onurlarının kırılması, özellikle de mülteci çocuklarda gelecekte derin travmalara neden olacaktır. Bu durum, onlarda vatan ve bir ülkenin vatandaşı olmaları hasretini daha da derinleştirecektir. Dolayısıyla insanlar fert olarak bir meskene, oturacakları bir yuvaya ihtiyaç duydukları gibi millet olarak da bir vatana muhtaçtırlar. Evsiz barksız insanların dünyada huzur içerisinde yaşamaları mümkün olmadığı gibi, vatansız insanların da huzur ve saadet içerisinde yaşamaları mümkün değildir.

Böyle bir duyguyu Mekke’den çıkmak zorunda bırakılan Hz. Peygamber (as) da yaşamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (as) Mekke’den ayrıldığı zaman; “Vallahi sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlı, Allah katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva tutmazdım” demiştir. Bunun üzerine yüce Allah Peygamber Efendimize şöyle vahyetmiştir: “Elbette o Kur’an’ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere döndürecektir.” (Kasas, 85) (2) Bir tefsire göre döneceği yerden maksad Mekke’dir. Gerçekten Peygamber Efendimiz ve ashabı hicretin sekizinci yılında Mekke’ye dönerek, fethetmişlerdir.

Vatan ile ilgili Hz. Peygamber (as)’e ait olduğu söylenen “Hubbul vatan minel iman / Vatan sevgisi imandandır” diye halk arasında meşhur olan bir söz nakledilmiştir. Bu söz hadis değil, halk arasında yaygınlaşan ‘meşhur bir söz’dür.[1] Peygamber’e ait olmayan bir sözü, peygamber sözü olarak nakletmenin vebali büyüktür.[2] Dolayısıyla bu konularda dikkatli olmak gerekir.

Gerek fert gerekse bir millet için bu kadar önemli olan vatan nedir, vatan denildiği zaman ne anlaşılmalıdır, İslam’daki yeri nedir? Bu kavram da birçok diğer İslami kavramlar gibi asıl anlamından uzaklaştırılarak adeta bir avuç toprak parçasına indirgenmiştir. Vatan kelimesi Arapça bir kelime olup, Arapçadan Türkçeye geçmiştir. Vatan sözcüğü “vatane” fiilinden bir isim olup, fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Aynı fiilin if’âl ve tef’îl babı ise; yurt edinmek, kendisini alıştırmak anlamına gelir. Aynı kökten yer ismi olan “mevtın” sözcüğü ise; yer, yurt, toplantı yeri, savaş sahnesi anlamlarına gelir. Çoğulu “mevâtın”dır.[3] Vatan kelimesi Kur’ân’da geçmez, bu kökten “mevtın”in çoğulu “mevâtın” yer ve mevki anlamında bir ayette şöyle kullanılır: “Şüphesiz ki Allah size birçok yerde ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti” (Tevbe, 9/25).

Kur’ân-ı Kerim’de yurt, vatan anlamında “ed-dâr” lafzı kullanılmaktadır. Ed-Dar’ın çoğulu ‘Diyar’dır. Nitekim “haksız bir şekilde diyarlarından çıkarılanlar” (Hac, 22/40) ayetinde ‘Diyar’, vatanın karşılığı olarak kullanılmıştır. “Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?” (el En’âm, 6/32). “Biz onlara ahiret yurdunu hatırlama özelliği verdik” (Sa’d 38/4).[4]

Müslümanlar vatanın karşılığı olarak ‘Dar’ul-İslam’ kavramını da kullanmışlardır. İslâm’ın ilk zamanlarında davet ve eğitim işleri Mekke’de Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evinde gizlice yürütülmüştü. Önde gelen birçok sahabe burada Müslüman olmuştu. Bu yüzden bu eve de “darûl-İslam” “Beytü’l-İslam denilmiştir.[5] Buradaki “dâr” sözcüğü “ev, bina” anlamında kullanılmıştır.[6]

Hadislerde ise “vatan” ve “mevtın” sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste “O, benim vatanım ve yurdumdur” (Ebû Dâvud, İmâre, 36) buyurulur. Burada “vatan” ve “dâr” eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer’in naklettiği; “Rasûlüllah (as) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah’ın üstünde namaz kılmak” (Tirmizî, Mevâkît, 141). Burada “mevâtın” (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.

Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebeasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan’a hicret edilmesini emir buyurmuştur. Bu ülke için Allah elçisinin “Ârdu sıdk (doğruluk ülkesi)” deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder.[7] Mekke döneminde dârülislâm’dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin dârulharp sayıldığında şüphe yoktur.

Günümüz insanları bugün vatan kavramına sadece doğup, yaşadıkları, ailesinin, akrabalarının, işinin, ticaretinin bulunduğu yer anlamını yüklemişlerdir. Bu, kısır ve daraltılmış bir anlamdır. Acaba Müslümanlar için de böyle midir? Eğer böyle ise Mekke’den çıkarılmak zorunda bırakılan Hz. Peygamber (as) ve sahabesi neden Bedir’de Mekke’ye karşı savaş açmışlardır? Ya da Hicretin sekizinci senesinde Mekke’yi fethetmek için neden Medine’den yola çıkmışlardır? Bu yönüyle düşünüldüğünde Müslümanlar bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Dolayısıyla bugün kimi Müslümanların doğdukları, yaşadıkları, işinin ve ailesinin bulunduğu yerleri vatan olarak görmesi ve savunması bu kafa karışıklığından kaynaklanmaktadır.

MÜSLÜMAN İÇİN VATAN, ALLAH HÜKÜMLERİNİN UYGULANDIĞI YERDİR.

Hz. Peygamber için de sahabeler için de Mekke, fetihten önce Dar’uş-Şirk/Dar’ul-Küfür/Dar’ul-Harb olarak değerlendirilmekte idi. Oysa Hz. Peygamber (as) da sahabelerin bir kısmı da Mekke’de doğmuş ve belirli bir yaşa kadar orada yaşamışlardır. Ama buna rağmen Mekke, Dar’uş-şirk olarak isimlendirilmiştir. Nitekim Câbir b. Zeyd’den rivayet edildiğine göre İbn Abbas (ra) şöyle dedi: “Allah Resulü (sa.), Ebubekir ve Ömer de muhacirlerden idiler, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar’dan muhacir olanlar da vardı. Çünkü Medine Dar’uş-şirk idi, onlar da Akabe gecesi Resulullah’a geldiler.” Kur’an’i gerçekler, İslâm ümmeti için vatan kavramını üzerinde doğup büyümeye bağlamamış, bilakis Allah’ın dininin hâkim olduğu toprak parçasını Müslüman’ın vatanı olarak bildirmiştir. Hangi toprak parçası olursa olsun, hangi dilden konuşulursa konuşulsun, hangi renkten olursa olsun…  Allah’ın hükümlerinin tatbik edildiği, tevhid bayrağının dalgalandığı her toprak parçası Müslüman’ın vatanıdır. Ve böyle bir toprak parçasını korumak, muhafaza etmek için kişinin canıyla ve malıyla mücadele etmesi, üzerine kesin bir farzdır. Hatta bu farziyetten ziyade imanın bir gereğidir. Bununla beraber şayet Müslüman’ın doğup büyüdüğü, üzerinde yaşadığı, akrabalarının, aşiretinin bulunduğu toprak parçasında Allah’ın hükümleri kaldırılmış, İslâm ahkâmı yok edilmiş, yerine beşeri kanunlar ihdas edilmişse böyle bir toprak parçası kesinlikle Müslüman’ın vatanı değildir. Ve böyle bir toprak parçasını korumak ve muhafaza etmek de kesinlikle Müslüman’ın üzerine vacip değildir.

“İman edenler Allah yolunda, kâfirler ise tâğut uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi, düzeni zayıftır.” (Nisa, 4/76)

Dolayısıyla İslâm’a göre vatan, İslâm otoritesinin ve hükümlerinin uygulandığı yerdir. Nerede İslâm otoritesi bulunuyor, hükümleri ve akidesi uygulanıyorsa orası İslâm memleketidir.

Bugün içinde yaşadığımız şu dönemde öyle bir karmaşa hâkim olmuştur ki, üzerinde yaşadığımız toprak parçasında Allah’ın dini bütünüyle terk edilmiş, Kur’an rafa kaldırılmış ve yerine beşeri ideolojiler hâkim olmuştur. Böyle bir toprak parçası, böyle bir vatan kesinlikle Müslümanların vatanı değildir.[8]

“İslâm toplumu için -bugünkü anlayışla çeşitli milletler için söz konusu edildiği gibi- yeryüzünün belirli bir parçası vatan olarak düşünülemez. Çünkü İslâm anlayışına göre vatan, Müslümanların inançlarını açıkça yaşadıkları ve tüm gereklerini kolaylıkla yerine getirdikleri alandır. Bu alanın, dünyanın şu veya bu yerinde olması fark etmez. Bu, İslam’ın evrenselliğinin tabii bir sonucudur. ‘İslâm toprağı ile gayri müslim toprağını ayıran tek etken hâkimiyet ve yönetim farkıdır.’ ‘Nerede olursa olsun, İslâm ve küfür hükümlerinden herhangi birisinin uygulanışı, oranın İslâm veya küfür diyarı olduğunu belirleyicidir.’[9]

Kur’ân ve Sünnet’in hükümleri ancak müminler için ve belirli bir yönetim tarafından belirli bir coğrafya üzerinde uygulanabilir. Bu herkes tarafından rahatlıkla ve kolaylıkla kabul edilebilecek bir gerçektir. İşte İslâm’ın hükümlerinin kabul ya da red edilmesi nasıl iman ve küfrü belirleyici, mümini ve kâfiri ortaya çıkarıcı bir özellik arz ediyorsa, bu hükümlerin uygulanışının yönetimler tarafından kabul veya reddi de «dâr» ayırımının en belli başlı Kur’an’i mesnedidir.[10]

Kısacası vatan; inancın, hayat tarzının ve Allah’tan gelen şeriatın egemen olduğu bir yurttur. İnsana yaraşan vatanın manası budur. Milliyet, inanç ve hayat tarzıdır. Bir vatanın İslam’ın vatanı olması için Müslümanların orada yaşamaları yetmez, İslami hükümlerin de tatbik ediliyor olması gerekir. Her ne kadar bir kısım fıkıhçı Müslümanların yaşamalarını yeterli görmüşse de bu mümkün görünmemektedir. Çünkü Hz. Peygamber zamanında Medine’de İslam devleti ve yeni vatanı dururken Mekke’de soydan gelen vatanlarından kopamayanları ikaz eden ayetler vardır.[11] Eğer böyle bir durum söz konusu olsaydı ayetlerin ikaz değil, onlara göre de bir düzenleme getirmesi gerekirdi. Bu açıdan İslam, kişilerin doğuştan elde ettikleri vatanlarını din için hicret şeklinde terk etmeyi dahi istemesi İslami vatanın doğuştan elde edilen vatanlara tercih edilmesi gerektiğini göstermektedir.

DARUL İSLAM VE DARULHARB KAVRAMLARI

Dönmek, dolaşıp hareket ettiği noktaya gelmek anlamındaki ‘devr’ kökünden türeyen ‘dâr’, sözlükte; konak, şehir, büyük mesken, belde, vatan ve ülke anlamına gelir.

‘Dâr’ın çoğulu ‘diyar’ ya da ‘dûr’dur. Kur’an-ı Kerim, ‘dâr’ kelimesini birkaç anlamda kullanmaktadır:

Mesken anlamında, (A’raf, 7/78, 91)

Cennet anlamında, (Nahl, 16/30)

Cehennem anlamında, (İbrahim, 14/28)

Peygamber şehri Medine anlamında, (Haşr, 59/9)

Kur’an, Ahiret hayatına ‘Dâru’l ahira’ demektedir. (Bakara, 2/94, Ahzab, 33/29, En’am, 6/32, Yusuf, 12/109 vd.)[12]

İslâm Hukuku terimi olarak ise dâr “Bir Müslüman veya gayrımüslim idarecinin hâkimiyeti altındaki ülke” manasınadır?

Tariften de anlaşılacağı üzere, ülkenin tayin ve tesbitinde temel amil idare olup devlet ile ülke arasında bir hâkimiyet münasebeti söz konusudur. Bu manada ülke, bir devletin faaliyet alanını meydana getirir ve orada fiili kontrol ve hâkimiyeti tesis edip dışa karşı orayı koruyan otoriteye nisbet edilir.[13]

‘Dâr’ kelimesi hadislerde daha çok ‘ev, mesken, barınılacak yer’ anlamında kullanılmıştır.[14]

İslam hukukuna göre ülkeler, yönetim ve idare şekillerine göre Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harb olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Ancak bu kavramlar âlimler arasında Kur’an ve Sünnette bulunup bulanmadıkları konusunda tartışmalara neden olmuştur. Nitekim bazı âlimler dünyanın Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harb şeklinde taksiminin Kur’an ve Sünnet’de yapılmadığını söylemişlerdir. Muasır bazı Müslüman müellifler, olaylar ve siyasi şartlar karşısında bu taksimi fukahanın yapmış olduğunu ifadeyle, Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harb tabirlerinin de Kur’an ve Hadis’de geçmediğini belirtmişlerdir. Ancak bazı âlimler ise tersine bu kavramların mesnedinin Kur’an ve Sünnette bulunduğunu söyleyerek, bu düşüncelerini de şöyle delillendirmişlerdir; “Bazı kimseler ‘Dâr’ ayrımının salt hukuki ve fıkhi bir ayırım olduğunu, Kur’an ve Sünnette bunun mesnedinin olamayacağını sanıyor olabilirler. Ancak durum hiç de öyle değildir. Bir defa genel olarak Kur’ân ve Sünnet’in hükümleri ancak müminler için ve belirli bir yönetim tarafından belirli bir coğrafya üzerinde uygulanabilir. Bu herkes tarafından rahatlıkla ve kolaylıkla kabul edilebilecek bir gerçektir. İşte İslâm’ın hükümlerinin kabul ya da red edilmesi nasıl iman ve küfrü belirleyici, mümini ve kâfiri ortaya çıkarıcı bir özellik arz ediyorsa, bu hükümlerin uygulanışının yönetimler tarafından kabul veya reddi de ‘dâr’ ayırımının en belli başlı Kur’an’i mesnedidir. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyye’nin bu açıdan tetkik edilmesi halinde konuyla ilgili pek çok nas ile karşılaşılacağında hiçbir tereddüt yoktur, olmamalıdır.”[15]

İslam âlimleri, İslâmi açıdan yeryüzünü ikiye ayırmışlardır: İslâm Devletinin toprakları ve İslâm-dışı devletlerin toprakları. Bu ayırım, hukukî amaçla yapıldığı kadar bunun siyasî ve itikadî bir amaç taşıdığı da kabul edilmelidir. Bunların ilkine Dar’ul-İslam, diğerine ise Dar’ul-Harb denilmektedir. İslam hukukçuları Dar’ul-İslam’ı, Müslümanlar için, Dar’ul-Harb’ı ise gayr-i müslimler için vatan/yurt olarak da adlandırmaktadır. Bu kavramlar İslam toplumunda çokça tartışılmış ve farklı birtakım anlayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim yukarıda da belirtildiği üzere kimileri bu kavramların Kur’an ve Sünnet’te geçmediğini, sonradan İslam hukukçularının yorumları olduklarını söylemiş kimileri ise bu kavramları Kur’an ve Sünnet’e dayandırmışlardır.

Bu kavramların bazı hadislerde geçtiğini mezhepler arasında sadece Hanefiler söylemişlerdir. Hanefilere göre “bilinen hadis kitaplarında geçmeyen ve diğer mezheblerce de kabul görmeyen bazı hadislerde “Dâru’l-Harb ” tabiri geçmektedir. Bu hadisler, tenkitleri ve delil olarak kullanıldıkları hükümler hususunda ilgili bahislerde ele alınacağı için, burada yalnız meallerini vermekle iktifa olunacaktır.

“Dâru’l-Harb ‘de hadler uygulanmaz.”

“Dâru’l-Harb ‘de Müslüman ve harbi arasında faiz yoktur”.

Mâverdî (v. 450/1058) de Dâru’l-İslam ve daruşşirk tabirlerinin geçtiği bir hadis zikreder:

“Dâru’l-İslam, kendinde bulunanı meneder (tecavüzden korur); dâruşşirk ise içinde bulunanı mubah kılar”

Muhaddis Buhârî (v. 256/870), Sahîh’inde bir bölüm başlığı olarak Dâru’l-Harb tabirini kullanır: “Bir kavim Dâru’l-Harb’de Müslüman olursa, mal ve arazilerinin kendilerinin olacağına dair bab.” Ancak, bu başlık altında zikredilen iki hadiste de Dâru’l-Harb tabiri kullanılmış olmayıp bir kavim Müslümanlarla harb halinde iken malik oldukları mal ve arazilerin, İslâm’a girmelerinden sonra da kendi mülkiyetlerinde kalacağından söz edilir. Buhârî, Dâru’l-İslam tabirini de bir diğer başlıkta kullanır. “Emansız Dâru’l-İslam’a giren harbî babı.”  Burada zikredilen hadiste de Dâru’l-İslam tabiri kullanılmış olmayıp bir müşrik casusun öldürülmesi için Resulullah’ın emir verdiği kaydedilir.

Hicretten sonra Medine için bazı tabirlerin kullanıldığı görülmektedir. Allah Resulü (as) düşmana karşı gönderdiği ordu kumandanlarına yaptığı tavsiyeler ve verdiği talimatlarda şu hususu da zikreder: ‘Onları İslâm’a davet et. Eğer İslâm’a girerlerse, sen de kabul et ve onlardan el çek. Sonra onları yurtlarından, “Dârulmuhacirin”e (muhacirlerin yurduna) göçmeğe davet et…

Halid b. Velid, Hire halkı ile savaş yapmadan cizye üzerine yaptığı anlaşmada Dâru’l-İslam ve dârulhicre ifadelerini kullanır. Onlara tanınan haklardan söz ederek şöyle der: ” (…) Hangi ihtiyar çalışamaz hale gelir, bir afet isabet eder veya zenginken fakir düşer de kendi din ehli ona sadaka verirlerse, ondan cizye vergisi kaldırılır. Dârulhicre ve Dâru’l-İslam’da ikamet ettikleri sürece, o ve çoluk çocuğunun geçimi Müslümanların hazinesinden sağlanır, dârulhicre ve Dâru’l-İslam’ın dışına çıkarlarsa nafakaları Müslümanlara düşmez.’

Verilen bu kısa malumattan da anlaşılacağı üzere ne Kur’an ve ne de Hadis’te Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harb’in tarif ve izahına rastlanmamaktadır. Ancak, hukukçular Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harb’le ilgili olarak koydukları bazı hükümlere sünnetten delil getirirken gerek Mekke ve Medine ve gerek diğer bazı şehir ve bölgeler hakkında mütalalarda bulunurlar. Bu yerlerin Dâru’l-İslam veya Dâru’l-Harb olup olmadıkları hususunda görüşler ileri sürerler.[16] (Devam edecek)

[1] http://www.mumsema.org/hadisler-bolumu/206507-hadis-kabulunde-algida-secicilik.html

[2] Hz. Peygamber (as)’ın, “Benim üzerime söylenen yalan, bir başkası üzerine söylenen yalan gibi değildir. Öyleyse kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın!” hadisi, hadis konusunda Müslümanların çok dikkatli olmasını gerektirmektedir. Hadis olmadığı halde bir sözü hadis diye nakletmek, ya da hadis olduğu halde onu yok saymak veyahut inkâr etmek de aynı şekilde şiddetli bir azabı gerektirir. Dikkatli olmak lazımdır.

[3] http://www.alim.gen.tr/haber/vatan

[4] http://www.alim.gen.tr/haber/vatan

[5] http://www.enfal.de/ecdad63.htm

[6] http://www.islam-tr.net/forum/konu/daru%E2%80%99l-harp-mi-daru%E2%80%99l-harap-mi-ahmed-kalkan.17393/

[7] İbn Hişâm, es-Sîre, Mısır 1355, I, 339, 340’dan nakleden http://www.mumsema.org/u-v/1763-vatan-nedir-islamda-vatan-kavrami.html

[8] https://tagut.wordpress.com/2009/05/04/vatan-kavrami-aladdin-palevi/

[9] M. Beşir Eryarsoy, İslam’da Devlet yapısı, Buruc Yayınları, 3. Bsk. Kasım 1995, İstanbul, s.65-66

[10] Eryarsoy, age, s.67

[11] Enfal, 8/72

[12] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, Nisan 2000, İstanbul, s.126

[13] Ahmet Özel, Darulislam, Darulharb -İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İz Yayıncılık, s.74

[14] Ece, age. s.127

[15] Eryarsoy, age, s.67

[16] Özel, age. s. 75-76

Genç Birikim/M.Ali Furkan

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !