Kavram Dersleri`nde `tâğut kavramı` konuşuldu
Kur`an Nesli Kültür Merkezi`nde Ahmed Kalkan`ın sunumuyla iki haftada bir Çarşamba akşamları gerçekleştirilen `Kavram Dersleri`nde bu hafta `Tâğut` kavramı ele alındı.
İslam ve Hayat
Kur'an Nesli Kültür Merkezi'nde Ahmed Kalkan'ın sunumuyla iki haftada bir Çarşamba akşamları gerçekleştirilen "Kavram Dersleri"nde bu hafta "Tâğut" kavramı ele alındı.
"Tuğyân"ın "taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak" demek olduğunu kaydeden Kalkan, fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmelerinin de tuğyan klimesiyle ifgade edildiğini belirterek "Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık." ayetini örnek verdi.
Kalkan, "Tuğyan"ın istikametten sapma demek olduğunu hatırlatarak "İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir. Bu tür İnsanlar da Kur'an diliyle tâğîdir." ifadelerini kullandı.
Kalkan, konuya şöyle devam etti:
"Kur'an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana kalkışanların vasıflarından sayar.
Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, İnsanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah'ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O'na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.
Yalancılık ve isyan etmek tuğyan olarak belirtilir. Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. "Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir."
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrailoğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: "Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur."
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır. "Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın." Buradaki ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.
Kur'an; Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih’in (a.s.) uyarmalarına kulak tıkayarak Allah'ın âyetlerine yüz çevirip O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mûcize olan deveyi boğazlamakla tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedî hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd’un (a.s.) çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine batmışlardı.
En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı. Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini İnsanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.
Kur'an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zâlimlerini Kur'an, "zulme sapan, tuğyan edip azan" bir kavim olarak anmaktadır. "Ceza, amel cinsindendir" prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran sünnetullaha bu âyetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka sûresi 5. âyette, Semud kavmi azgınlarının "tâğıye" ile helak edildikleri belirtilmektedir. Bu "tâğıye" de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup, tuğyan eden İnsanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu âyette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helakine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: "Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.”
Esas ceza âhirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan İnsana, Allah'ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen "Allah'ın askerleri" olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.
Tuğyan, insanın tabiatında vardır: "İnsan gerçekten azar." Âyetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması. İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.
Allah, İnsanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: "Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir."; "İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan" ve "kötülüğü çok emreden nefis" insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı İnsanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah'ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah İnsanı başıboş bırakmamıştır. Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, İnsanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.
Tuğyan, insan egosunun, kendini ilâhlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun'dur. Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, İnsanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu. Firavun mantığına göre bütün İnsanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: “Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: "Görmedin mi Rabbin ne yaptı? sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı."
Sünnetullah gereklerinden birini Kur'an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının çok güçlü bir belirişidir.
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları İnsanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan İnsanı rububiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık iddia etmekle olur. "(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dedi."
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da İnsanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. "Mûsâ'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı)." Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: "Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden Rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!"
"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir." Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyanın temelinde "kibir" ve "benlik" yatar. Tâğutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür." Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez. Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. "Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir."
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyanına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Karadavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."
Tuğyankâr İnsanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve İnsanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer İnsanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar. Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş olurlar. Allah'a imandan önce 'lâ/hayır' silâhıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar. Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır. Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.
Tâğut kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de toplam 8 yerde kullanılmıştır: 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, "Bu Allah'ın yoludur" dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve "bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tâğut vardır." buyurdu ve şu âyeti okudu: "Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti."
Bugün Kur’anî kavramlar içerisinde kendisinden bütünüyle habersiz kalınan ve aynı zamanda büyük bir tahrif ve istismara uğrayan kavramlardan bir tanesi de hiç şüphesiz tâğut kavramıdır. Öyle ki; kendilerini Müslüman olarak isimlendiren İnsanların büyük bir kısmı tâğut kavramını hayatlarında bir kere dahi olsa hiç duymamışlardır. Çok küçük bir kesim ise, tâğut kavramını duymakla beraber, ya bu kavram hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller, ya da azda olsa bu noktada bilgi sahibi olsalar bile bu bilginin pratiğe nasıl aktarılacağı hususunda büyük bir cehalet içerisindedirler. Bu cehaletin doğal bir sonucu olarak, hayatlarının her alanında tâğutlara ibâdet etmektedirler. Hâlbuki tâğut kavramı Kur’ani kavramlar içerisinde en önemli kavramlardan bir tanesidir. Çünkü bütün resullerin getirmiş olduğu tek hak din olan İslâm dininin ilk şartı, tâğutu reddetme şartıdır. Allahu Teâlâ fertlerin ya da toplumların İslâm dairesi içerisine girebilmelerini öncelikle tâğutu reddetme şartına bağlamıştır. Tâğutun reddi olmadan Müslüman ismine sahip olabilmek bu noktada asla mümkün gözükmemektedir. Nitekim Allahu Teâlâ Bakara Sûresi’nin 256. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
Yine aynı şekilde tâğutu reddetme şartı, tüm resullerin gönderilme ve kitapların indirilme gayesidir. Tüm resuller öncelikle Allah’a ibâdet etme ve tâğutu reddetme gerekliliğini insanlara tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.”
Tâğutun her türlüsünü reddedebilmek ve hâlis bir tevhid inancına sahip olabilmek için ise, tâğut kavramının ve özellikle zamanımızın tâğutlarının en iyi şekilde bilinmesi gerekmektedir.
Lisanu’l Arab’da tâğut kelimesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır: Tâğut: küfürde haddini aşan mânâsına da gelmektedir. Allah’tan başka ibâdet edilen her şey tâğuttur. Tâğut, putlardan olabildiği gibi cin ve insanlardan da olabilir.
İbn Cerir Et-Taberî tâğut kelimesi hakkında şöyle demektedir: “Tâğut; Allah’a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir.
Bunun tefsirinde şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da İnsanların ve cinlerin, inat edip büyüklük taslayanları veya Allah’a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivâyetlere rastlanır.”
Müfessirlerden Kurtubî ise bu kavram hakkında şunları söylemektedir: “Tâğutu reddedin demek, şeytan, kahin, put, ve bunlar gibi Allah’tan başka ibâdet edilen ve sapıklığa çağıran her şeyi terk edin demektir.”
Yine tâğut kavramı hakkında Mücahid şunları demektedir: “Tâğut kendisine muhakeme oldukları ve emirlerine itaat ettikleri insan görünümündeki şeytanlardır.”
İbn Kayyim el-Cevziyye ise şunları söylemektedir: “Tâğut; kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tâğutu, Allah ve Resulü’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibâdet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendisine tabii olunanlardır. Bunları düşünür ve İnsanların durumlarına bakarsan, İnsanların çoğunun Allah’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allah ve Resulü’nün hükümlerine değil tâğutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resulüne değil, tâğuta itaat edip tabii olduklarını görürsün.”
Seyyid Kutub ise tâğut kavramı hakkında şunları söylemektedir: “Tâğut, sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah’a inanmaktan, O’nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah’ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah’ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer.”
Bilinmelidir ki, tâğut Allah’tan başka ibâdet edilen her şey olduğuna göre tâğutların sayısını belirli bir şekilde ifade etmek kesinlikle mümkün değildir. Buna karşılık İslâm âlimleri tâğutları şu beş kısımda incelemişlerdir:
1- Şeytan: Tâğutların başı ve en büyüğü, Allah’ın kullarını kıyamete kadar Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için nefsine yemin eden şeytandır. Şeytan tüm fitnelerin müsebbibidir ve kişiyi Allah’a ibâdetten men etmesi itibarıyla tâğutların başıdır. Şeytan insanoğlunun ebedi düşmanıdır. Kıyamet gününe kadar insanoğluna Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için bütün güç ve kuvvetini harcar.
2- Allah’ın Hükümlerine Rağmen Hüküm Koyan: Tâğutların en önde gelenlerinden bir tanesi de Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak yasamada bulunanlar, Allah’ın helallerini haram, haramlarını helal yapanlardır. Bu ister tek kişi olsun, isterse de bir grup, parti ya da devlet olsun fark etmez. Kim Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yasamada bulunursa haddini aşmış ve tâğutlaşmıştır. Zira teşride bulunmak, kanun ve hüküm çıkarmak ilâhlığın en belirgin vasıflarındandır. Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yeni kanun ve hükümler çıkaranlar bu yaptıklarıyla Allahu Teâlâ’nın hakkını gasbederek tâğutlaşmışlardır.
Böyle bir eylem aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyan âlimlerinin yaptıklarının aynısıdır. Zira onlar da Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu şeriatı terk ederek, Allah’ın kendileri için haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını ise haram yapmışlardır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.”
İmam Âlûsî bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: “Müfessirlerin çoğundan nakledildiğine göre din adamlarının yaratıcı olduklarına inanmıyorlardı. Bilakis onlara emir ve nehiy konusunda itaat ediyorlardı.”
3- Allah’ın İndirdiği İle Hükmetmeyen Hâkim: Allah’ın indirdiği hükümlerden başka bir hükümle hükmeden hakimde haddini aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, İnsanları Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”
Câhilî hükümle hükmeden hâkim de haddini aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, İnsanları Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”
4- Sihirbazlar: Sihirbazlar hakkı gizleyip batılı insanlara güzel göstermektedirler. Aynen Firavun’un sihirbazları gibi. Zira onlarda Hz. Mûsâ’nın hak davasını batıl göstermek için sihre başvurmuşlardı. Bununla beraber sihirbazların yaptığı her büyü şirk ve küfürle doludur. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz kitabında onlardan kendisine sığınmamızı emretmektedir: “De ki: Ben, ağaran sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden, Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.”
5- Kâhinler: Gaybden haber verdiği iddiasıyla İnsanları kandıran sihirbazlarda tâğuttur. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü “kim bunlara başvurursa bana nazil olanı inkâr etmiştir” diyerek bizleri ikaz etmektedir.
Bilinmesi gerekir ki, tâğut kavramının içeriği sadece bu beş kısımdan ibaret değildir. Zira aslen tâğut yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Buna göre, bazen kişinin nefsinin ve hevasının tâğut olduğunu görürüz, Şöyle ki, kişinin nefsi her neyi emrederse kişi onu güzel görür ve ona tabii olursa nefsini tâğutlaştırmış olur. Allah’a isyan konusunda heva ve hevese itaat edilip bağlanıldığında, Allah’ın şeraitine ters düşse bile heva ve hevesin hak gördüğü hak, batıl gördüğü batıl görülerek eşyalar üzerinde hüküm verici kaynak tayin edildiğinde heva ve heves Allah’tan başka ibâdet edilen bir tâğut olmuş olur. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”; “Hevâsını (nefsinin arzusunu) ilâh edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?”
Bazı durumlarda özellikle demokrasilerde görüldüğü üzere “halk iradesi” tâğut olur. Zira demokrasilerde halkın iradesi esastır. Demokrasiye göre; İslâm’a zıt bile olsa çoğunluğun görüşü doğru ve geçerlidir.
Bazı durumlarda vatancılık ve milliyetçilik düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik düşüncesi ümmet kavramını yok etmesi sebebiyle bütün hak ve hukuku vatan anlayışı üzerine kurmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bugün bir çok İslâm alimi “kim kâfir olsun Müslüman olsun İnsanların hukukunu vatandaşlık anlayışına göre bina ederse kâfir olur” demişlerdir. Çünkü bu düşünce akîde bağını koparmak, yerine başka bir bağ koymaktır ki, bu da İslâm’ın bütünüyle bertaraf edilmesidir. Asrımızın tâğutlarının milliyetçilik düşüncesini toplum içerisinde yaygınlaştırmaya çalışmalarının altında yatan temel esas da budur. Onlar devamlı surette vatan için mücadele etmeyi, vatan için yaşamayı ve vatan için ölmeyi telkin ederler ki bu da putperestliğin ta kendisidir.
Milliyetçilik anlayışına paralel olarak bazen ırkçılık düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Kişi ırkçılığı kendisi için kabe edinip onun için mücadele ederse ırkçılığı tâğutlaştırmış olur. Irkçılık düşüncesi kişiyi öyle bir konuma getirir ki, kişi bütün ölçülerini bunun üzerine kurar. Dostluk ve düşmanlık gibi tevhid kelimesinin en önemli esasını akîde bağı üzerine değil ırk bağı üzerine bina eder. İnsanların dinine bakmaksızın kendi ırkından olanların hukukuna riâyet ederken, başka ırktan olanların hukukuna riâyet etmez ki bu da putperestliğin bir çeşididir.
Bazı durumlarda insanlık (Hümanizm) düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Bu da kişinin Allah’ın şeraitini düşünmeksizin bütün fiillerini İnsanlığa yöneltmesidir. Hiçbir dini ayrım gözetmeksizin insan olması itibarıyla bütün İnsanlığı dost edinmek, bütün insanlara eşit davranmak bu düşüncenin dışa yansıyan halidir.
Burada üzülerek belirtmekte fayda görüyorum ki, bazı müfessirlerimizin tâğut kavramını şeytan olarak tefsir etmeleri üzerine günümüzün sathi düşünenleri tâğutun sadece şeytandan ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Ve içinde yaşadıkları topluma da böyle anlatmışlardır. Bu düşünce tarzı da ister istemez toplumların, yeryüzünün bütününü kaplayan tâğutlardan habersiz kalmalarına sebep olmuştur. İnsanlar şeytana nefret beslediklerini zannederek hayatlarının bütününde tâğutlara kulluk ve kölelik etmeye başlamışlar ancak bunun farkına dahi varmamışlardır.
Sahih bir imanın gerçekleşmesi ancak Allahu Teâlâ’nın istediği şekliyle tâğutları inkâr etmekle mümkün olur. Tâğut; Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Şeytandan sonra tâğutların en tehlikelisi ise Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idari sistemlerdir. Bir kimsenin mü’min olabilmesi için öncelikle La ilâhe reddi ile bu tâğutları reddetmesi gerekmektedir. Hayatın hiçbir alanında tâğutlara, Allah’a muhâlif bir meselede itaat etmemeli, itaat sözü vermemeli, her 3-5 yılda bir onlara iman tazeleme anlamına gelecek tavırlara meyledilmemelidir. Tâğutların mahkemelerinin Müslüman olduğunu iddia eden bir fert için asla yetkili bir kurum ve kuruluş olmadığı değerlendirilmelidir."
"Kavram Dersleri" önümüzdeki Çarşamba akşamı "Dâvet" kavramıyla devam edecek.
-
fikret 04-03-2011 21:49
kavram derslerinizde Allah yardımcınız olsun.bir tanesine katılmak nasip etsin.