Rıdvan KAYA

08 Ekim 2007

KUDÜS GÜNÜ VESİLESİYLE

Müslümanlar açısından Kudüs senede bir kez hatırlanan; gündeme alınıp, hakkında konuşmalar, etkinlikler yapılan ve bir sonraki yıl tekrar hatırlanmak üzere bir kenara bırakılan bir konu değildir. Olmamalıdır. Kudüs bizim yüreğimizi dağlayan bir sancımızdır. Sürekli kanayan bir yaramızdır. Ve bu yüzden de bizim değişmez gündemimiz olmalıdır.

Kudüs bizim için ne ifade etmektedir? Niçin önemlidir?

Herşeyden evvel Mescid’i Aksa Müslümanların ilk kıblesi ve ‘İsra’ mucizesinin mekanıdır. Resulullah (aleyhisselatu vesselam) Efendimizin bir gece yolculuğuyla Mescid’ül Haram’dan Mescid’ül Aksa’ya yürütülmüş olması ve Kitabullah’ta Kudüs’e yönelik vurgular Kudüs’ün bizler için ilahi bir emanet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Yine Kudüs, Hicret’in daha henüz 16. Yılında Hz. Ömer tarafından Bizanslıların elinden alınıp, İslam topraklarına katılmış ve bu tarihten itibaren her taşında, toprağında, havasında İslami mirasın işlenmiş olduğu bir şehrimizdir. Bu yönüyle de biz Müslümanlar için tarihi bir emanettir.

Ayrıca Kudüs gerek tüm  kitabi din mensupları için taşıdığı önem, gerekse de dünya siyasetinin merkezi demek olan Ortadoğu bölgesinin kalbinde yer alması nedeniyle, yüzyıllardır işgalci ve zalim güçlerin saldırılarına konu olmuş bir beldemizdir. Ve özellikle de son yüzyılda, İslam dünyasına yönelik emperyalist işgal ve sömürgeleştirme politikalarının odağında yer almıştır. Bu yönüyle de coğrafyamızın bizlere yüklediği mücadelenin, kavganın bir sembolünü oluşturmaktadır.

Kudüs’ün ve Kudüs Günü’nün Anlamı

Bu mukaddes beldenin bugün siyonist çizmeleriyle kirletilmekte oluşunun Ümmet’e yüklediği sorumluluk gayet açık. Bu itibarla burada uzun uzun Kudüs’ün bir ilahi emanet olarak öneminden; siyonist işgalin boyutlarından söz etmeyi gerekli görmüyorum. Burada Kudüs’ün kurtuluşunu İslam Ümmeti’nin kurtuluşundan bağımsız görmeyen Müslümanlar olarak, hangi noktalar üzerinde yoğunlaşmalıyız, sorusuna cevap aramak olacaktır.

1-Siyonist işgalin meşrulaştırılması çabalarına karşı direniş bilincini canlı tutmak

Kudüs Günü vesilesiyle öne çıkartmamız gereken önemli bir husus; her zemin ve şartta siyonist işgal olgusuna karşı bilinç ve duyarlılığımızı canlı ve sıcak tutmak olmalıdır. Özellikle Amerikan emperyalizminin dünyayı ve bölgemizi dizginsiz bir biçimde şekillendirme çabasının Afganistan ve Irak örnekleriyle birlikte açık bir işgale dönüştüğü mevcut ortamda bu duyarlılıkların korunması ve artırılması ihtiyacı daha bir önem arzetmektedir.

Filistin halkı siyasi ve diplomatik kıskaca alınmaya çalışılmakta. ABD’nin başını çektiği ve kimi bölge liderlerinin de aracılık ettiği sözde barış çabaları Filistin halkına karşı açık bir dayatma içeriyor. Denilen şu: “Ya tekliflerimizi kabul edersiniz, ya da barışı istemeyen taraf suçlamasına maruz kalırsınız!” Barışın tesisi adı altında önceki statükonun, yani işgalin devam etmesine itiraz etme hakkı Filistin halkının elinden alınmak isteniyor. Dün toprakları gasp edilmişti, bugün de haksızlığa, hukuksuzluğa itiraz etme hakları gasp edilmeye çalışılıyor.

Tam yarım asırdır Filistin’de yaşananlar asla unutmayacağımız bir gerçeği önümüze koymaktadır: Siyonist işgal hiçbir şekilde kabullenilemez; hiçbir pazarlık veya karşılığa bağlı olarak normalleşemez. Bu bizim Kurani bir sorumluluğumuz olduğu gibi; tarihe, insanlığa, hakk ve adalet ilkelerine karşı da vazgeçilmez bir vazifemizdir. Bu vazifemizi her şartta yerine getirmeli ve işgal olgusuna karşı bilincimizle, yüreğimizle, sözümüzle, bileğimizle, elimizdeki her türlü imkanla sürekli bir karşı durma tavrını geliştirmeliyiz. Bu tutum bizler açısından bir güç yetirip yetirememe sorunu değil, ilkesel bir tutum alıştır. Rabbimiz bizleri gücümüzü, takatimizi aşan yükü taşıyamamaktan dolayı sorumlu tutmaz. Gücümüz işgale kalbimizde, zihnimizde karşı koymaya yetiyorsa şimdilik onu yaparız ama nasılsa elimizde değil diye işgalin zihinlerimizi teslim almasına da asla izin vermeyiz. Unutmamalıyız ki, işgal önce bilinçlerde, yüreklerde boy verir. Bir kere bilinçlere, yüreklere sızmayı başaran işgal mikrobu, zamanla her yere sinmeyi, yerleşmeyi başarır, kalıcılaşır.

İşte Kudüs Günü ve benzeri vesileler, bizlerin bu hassasiyetimizi koruduğumuzu, koruyacağımızı ve adaletten ve özgürlükten yana tüm insanlara mesajımızı haykırdığımız vesileler olmalıdır.

2- Birliktelik ve dayanışma arayışlarını hızlandırmak

Siyonist işgal gerçeğini canlı tutma ve ona karşı tavrımızı pekiştirme yanında; Kudüs Günü vesilesiyle altı çizilmesi gerekli bir diğer husus da, bu ve benzeri vesilelerin Müslümanlar arasında birliktelik bilincini geliştirme yönünde yapması gereken katkıdır. Bir ve beraber olmak, zulme ve küfre karşı birlikte mücadele etmek bizlere Kuran’ın bir emridir. Kaldı ki Müslümanlar olarak,  sadece Kudüs sorununu gerçek boyutlarıyla kavramamız; bizleri kuşatan emperyalist-siyonist zincirin ağırlığını hissetmemiz; bu kuşatmayı adeta kalıcı bir esarete  dönüştürmeye çalışan yerli işbirlikçi güçlerin sınır tanımaz zulümlerini somut bir biçimde müşahede etmemiz birlikteliğin, omuz omuza, yürek yüreğe olmanın nasıl bir kaçınılmaz şart olduğunu anlamamız için yeter de artar bile!

Bu itibarla parçalanmış coğrafyamızı yeniden birleştirmeye, bütünleştirmeye parçalanmış Ümmet yapımızdan başlamamız bir zorunluluktur. Bunu sağlamadan, yani Kuran’ın tasvir ettiği şekliyle “bünyanun mersus” haline gelmeden, yani kurşunla kaynatılmış bir duvar haline gelip, “uğradığımız saldırıya karşı topluca karşı koyma” bilinci ve eylemini gerçekleştirmeden kurtulmamız mümkün değildir.

Aslında sadece aynı inancı paylaştıklarımızla değil, zulme ve sömürüye karşı çıkan her kesimden insanlarla adalet zemininde ortak bir mücadele ve dayanışma ihtiyacı giderek daha net bir biçimde kendini hissettirmektedir. Gerek taze bir olgu olarak Irak’ın işgali, gerekse de köklü bir sorun olarak Filistin sorunu karşısında sergilenen tavır ve yaklaşımlar zalimler ve mazlumlar şeklinde ikili bir cepheleşme olgusunu açığa çıkartmış, yaşadığımız ülkede de bu tablo netleşmiştir.

3- Yaşadığımız işgali kavramak ve tavır geliştirmek

Bugün vesilesiyle üzerinde çokça durmamız gereken diğer bir husus ise bizzat yaşadığımız işgali, her an soluduğumuz işgali kavrama ve buna karşı somut tavırlar geliştirme üzerinde yoğunlaşmamızdır. Farklı beldelerde yaşayan kardeşlerimiz arasında görüldüğü gibi Türkiyeli Müslümanlar arasında da sıkça rastlanılan ve Filistin’deki işgale karşı net bir tavır almakla beraber, bizzat yaşanılan işgali kavramakta acze düşen insanların içinde bulunduğu çelişkiden sözediyorum.

İslam dünyasının bir bütün olarak içinde bulunduğu hal Filistin’i kuşatan siyonist işgalden temelde farklı değildir. Topraklarımıza ve halklarımıza musallat olmuş diktatörlükler, emperyalizm ve siyonizm yanında üstlenmiş oldukları işbirlikçilik rolüyle Ortadoğu’ya yönelik şeytan üçgenini tamamlamaktadırlar. Zalim güçler “mürteci”, “terörist”, “aşırı” vb. yaftalarla İslam’a ve Müslümanlara karşı yoğun bir savaş yürütmektedirler. İslami yükselişi durdurmak için her türlü zulüm uygulanmakta, İslami kimliklerini ve değerlerini savunan insanlar her fırsatta hakaretlere ve eziyetlere uğramakta, baskılara maruz bırakılmakta, ağır cezalara çarptırılmaktadırlar.

Filistin Direnişi: Ümmet’in Onuru

Hergün türlü acıların yaşandığı, oyun yaşında çocukların kurşunlara hedef olduğu, anaların feryatlarının hiç kesilmediği Filistin dünyanın bütün duyarlı müslümanları için bir hüzün ve öfke kaynağı. Ama Filistin aynı zamanda Ümmet’in onuru da! Bütün kuşatılmışlığına rağmen direniyor. Ümmet’in sahip çıkmakta gevşeklik gösterdiği, zaaf  gösterdiği İslam’ın hürmetini canlar pahasına savunuyor.

Aslında düşündüren bir manzara bu, düşündürmesi gereken daha doğrusu! Mescid-i Aksa tüm Ümmet’in izzeti değil mi? Kudüs bütün müslümanlara emanet değil mi? Neden öyleyse bu ağır yük sadece Filistinli kardeşlerimizin zayıf omuzlarına kalıyor? Neden Ümmet’in bir kısım evlatları canlarından geçerken, aynı değerleri paylaştıklarını söyleyen diğer mensupları hareketsiz, sessiz, duyarsız kalabiliyor; neredeyse kalblerinde buğz taşımaktan bile acz içine girebiliyorlar?

Filistin’den yansıyan görüntüler iç burkuyor, yürek parçalıyor. Ama aynı zamanda kıvanç veriyor. Çünkü Filistin şahitlik ediyor. İslam’ın haremi için insanların herşeylerini feda etmeleri şüphesiz övünç duyulması ve aynı zamanda da ibret alınması gereken bir manzara. Söz ile amelin uyumunun bir nişanesi bu. Aynı şekilde değer atfedilen şeyler için fedakarlıkta bulunmanın gerekliliğinin örnekliğini sunmakta.

Tercih yapma noktasına gelindiğinde ilkeli ve tutarlı tercihler yapmak kolay değildir. Sahih bir bilinç ve sürekli bir eylemlilik gerektirir. Yorgun, yılgın ve Rabbimizin yardımından ümidi kesmiş kişilik yapısı bu aşamada hep tercihini uzlaşmadan, teslimiyetten yana koyar. Maalesef çevremizde bu tarz kişilik yapısına sahip pek çok örnekle sürekli karşılaşmaktayız.

Halbuki tarih Müslümanların, imanlarına ve ilkelerine sarıldıklarında nice zalim ve şedid güçleri sarstıkları, telaşa, paniğe sevkettiklerinin sayısız örnekleri ile doludur. Nitekim güney Lübnan’ı siyonistlere mezar kılan İslami Direniş bunun somut bir örneğidir. Yine işgal altındaki Filistin topraklarında kararlılık ve azimle sürdürülen İntifada bunun açık bir örneğidir. “Herşey bitti, Amerikan ordusu karşısında durulmaz, sırada hangi ülke var?” denildiği bir anda Amerikalı emperyalistleri şaşkına çeviren, adeta bozguna uğratan Afganistan ve Irak direnişlerimiz bunun çok açık birer örneğidir. Ümmet’in ortak kazanımı sayılması gereken bu tecrübeler bir kere daha şu gerçeği ortaya koymuştur: Müslümanlar imanlarının gereğini yaptıkları ve iddialarına sahip çıktıkları takdirde zalimler geri adım atmaya mecbur olacaklardır.

Bu direniş mesajının dalga dalga tüm İslam coğrafyasından Kudüs’e; Kudüs’ten de tüm İslam coğrafyasına yayılmasını Rabbimiz’den niyaz ediyor ve sözlerimi Şehid Şikaki’nin şu anlamlı sözleriyle bitiriyorum:
 
“Filistin etrafında birliktelik sağlamak tarihin Kuran’la buluşması ve Mescid-i Aksa’ya doğru siyasi bir coğrafyanın yeniden oluşturulmasıdır.”