Rıdvan KAYA
SEYYİD KUTUB ve MÜCADELE ÖRNEKLİĞİ
Söz ve eylem bütünlüğü; toplumsal gelişmelere müdahil olma ve hayatı belirlenen bir istikamette dönüştürme iddiası taşıyan her tür anlayış, çaba ve hareketin olmazsa olmaz şartıdır. Kimi ideolojiler açısından teori ile pratik uyumu olarak adlandırılan bu olgu Kuran terminolojisi açısından iman ve amel bütünlüğüne tekabül eder. Kurani doğrultuda bir mücadele perspektifi ile yeryüzünde vahye şahitlik iddiasında olan müminlerin en önemli vasıflarından biri iddia ile yaşanılanın uyumudur, irtibatıdır.
Bu yüzden İslami şahsiyet olma iddiası düşünce üretiminin ve söylenen sözlerin mutlaka pratikte örneklendirilmesi çabası içinde olmayı gerektirir. Yaşanan hayat gerçeği değişik merhalelerde ve koşullarda farklı pratikler ortaya konulmasını gerektirebilir. Fakat değişmeyecek olan husus; benimsenen, savunulan doğruların her şart altında hayat içinde bir biçimde somutlaştırılmasıdır. Hayata taşınmayan doğruların kabul görmeyeceği Kuran’da da açıkça vurgulanmaktadır: “İnsanlar yalnız ‘inandık’ demekle, hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut, 29/2)
Pratik kaygısı tutarlı olmanın da doğal bir şartıdır. Bu nedenle ortaya kuşatıcı, inandırıcı ve güvenilir bir dava, bu doğrultuda bir mücadele ve bu mücadelenin gereği olan bir pratik koymak İslami şahsiyetlerin öncelikli sorumluluğudur. Bu yapılmadığında muhataplar nezdinde sözün inandırıcılığı onulmaz yaralar alacağı gibi, bizzat dahili bünyede kişiliği yıpratan, tüketen iç çelişkilerin boy vermesi kaçınılmaz bir sonuç olarak kendini gösterir. İşte Kuran-ı Kerim bu ‘derin çelişki’ye “...yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?” (Saf,61/2) uyarısıyla dikkat çekmektedir.
Seyyid Kutub: Söz ile Ameli Bütünleştiren Bir Muallim
Marx 11. tez diye bilinen meşhur tezinde “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindiler, halbuki yapılması gereken onu değiştirmektir” derken, soyut teori ile pratik arasında mevcut bulunan kopukluğa ilişkin olarak hayati bir tespitte bulunuyor. Gerçekten soyut zeminde kalan, zihinsel bir faaliyet alanının dışına taşmayıp, pratiğe aksetmeyen, bir değiştirme, dönüştürme eylemine yönelmeyen düşüncenin, tutarlılık yanında etkinlik açısından da zaaflı olduğu tarihsel bir gerçektir. Ve tarihte kalıcı izler bırakabilenlerin de sadece fikir üretenler değil, ürettikleri fikirleri eylemleştirebilenler olduğu da yine bir başka gerçektir.
İşte Seyyid Kutub, bu şekilde tarihte kalıcı izler bırakabilmiş şahsiyetlerden biridir. Sadece düşünmekle, değerlendirmekle, tahlil ve tefsir etmekle kalmayıp, vahyin şahitliğini gerektiğinde ölümü de göze alacak şekilde tüm hayatıyla üstlenmesi dolayısıyla ümmetin geniş kesimlerince sevgi ve hürmet beslenen bir muallim olma vasfını kazanmıştır.[1] Niçin dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan farklı ırk ve kültürlere mensup pek çok İslami hareket bağlısı tarafından adeta ortak bir modeldir Seyyid Kutub? Çünkü O, sadece yaşadığı toplumu değerlendiren veya gözleyen bir aydın olmaktan, tüm insanlığı kurtuluşa çağıran bir “devrimci” olmayı seçmekle en başta model olma, model olarak algılanabilmenin zeminini mümkün kılmıştır.[2]
Ne Yapmalı?
Seyyid Kutub’un mesajının; etnik, mezhebi ya da bölgesel şartları aşan bir kuşatıcılık içermesi bir model olarak algılanabilmesini kolaylaştırmış olmakla birlikte, şüphesiz asıl belirleyici olan “Ne yapmalı?” sorusuna verdiği nitelikli cevaptır. Uzunca bir zamandır emperyalizm, siyonizm ve işbirlikçilik şeytan üçgeni içinde sömürü ve zillete mahkum edilen ümmetin içinde bulunduğu durumu gerçek boyutlarıyla kavramak ve çıkış yolunu ortaya koymak İslam adına sarfedilen pek çok çabanın ortak paydasını teşkil etmiştir. Ne var ki tüm samimi ve içtenlikli gayretlere rağmen, bu çabaların pek çoğu gerek fikri ve siyasi yetersizlik, gerekse de devralınan bulanık tarihsel mirasın aşılamaması nedeniyle başarılı olamamış, sebepler yerine sonuçlar üzerinde yoğunlaşılmış ve bunun neticesinde de çözümsüzlüklerle karşılaşılmıştır.
Seyyid Kutub’u geleneksel İslamcı ya da ıslahatçı arayışlardan farklı kılan tam da burasıdır. O ümmet’in içiçe bulunduğu hastalığın geçici, yüzeysel birtakım tedavilerle giderilmesinin mümkün olmadığını, hastalığın bünyenin derinlerine nüfuz etmiş bulunduğunu, bünyenin tekrar sağlığına kavuşması için ciddi bir operasyon gerektiğini görmüştür.
Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin sürdürdüğü zulme karşı sarsılmaz bir öfke ve dirençle dopdolu olma vurgusu yanında, karşılaşılan bu zulmün asıl besleyicisinin tevarüs yoluyla bünyede yaşatılan geleneksel cahiliyye olduğunun altını çizmiştir. Kısacası “ümmetin ümmet olma bilincini yitirmesi”ni meselenin temeline koyarak, sorunun doğru biçimde tanımlanmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.[3]
Bu noktada gelenekle hesaplaşma hayati bir önem arzetmekte, gelenekle hesaplaşma ise cahiliyenin net ve gerçekçi bir tarzda tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Cahiliyeyi “gelip geçmiş tarihi bir kesit değil, geçmişte, bugün ve gelecekte toplum İslam’dan uzaklaştıkça belirginleşen bir tutum” olarak niteleyen Seyyid Kutub, cahliyenin kuşatıcı bir yapısı olduğuna dikkat çekmektedir. Kuşatıcılık o boyuttadır ki, “hatta İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi ve İslam felsefesi olarak kabul gören değerlerin çoğunun dahi cahiliye ürünü” olduğunu vurgular. Daha önemlisi ise cahiliyenin salt bir teori olmadığının iyi kavranmasıdır. Kendisine karşı topyekün bir mücadele içinde olunması gereken “cahiliye salt teoriden ibaret olmadığına göre, onu yıkmanın da salt teori ile mümkün olamayacağı” anlaşılmış olmalıdır.
Öncü Bir Cemaatin Zorunluluğu
Seyyid Kutub İslam’ın uygulanabilmesinin ümmet’i gerektirdiğini söyler. Peki, ümmet nerededir? Müslüman ümmet geleneksel kalıplarla ifade edilenin aksine, mevcut değildir. Uzun bir zamandan beri tarihin dışında kalmıştır. Öyleyse ümmetin yeniden diriltilmesi ile işe başlamak gerekir. İşte bu diriliş hamlesi öncü bir yapının mevcudiyetini gerekli kılar.
İslami diriliş ancak ilk Kur’an nesli olan sahabeyi kendisine örnek almış bir öncü cemaatin gerçekleştireceği topyekün bir silkinme ile varlık bulur. Kelimenin gerçek anlamıyla bir devrimdir, sözkonusu olan. Gerek hedefe yönelme noktasında bütüncüllük, gerekse de mevcut halden kopuş anlamında bir devrim! Öncü cemaat, doğuş sürecinde birbiriyle iç içe iki safhadan geçerek belirginlik kazanır: Cahiliyyeden arınma ve cahiliyye ile mücadele.[4]
Bu noktada Seyyid Kutub’u örnek ve rehber aldığı düşünülen kimi şahıs ve çevrelerin oturmamış anlayışları ve bu anlayışlar üzerine temellendirmeye çalıştıkları hareketlerinden kalkarak Seyyid Kutup’a birtakım yanlış ve haksız eleştiriler yöneltildiğini de görmek gerekir. Genelde aceleci, acilci bir tutumla siyasal yapıyı hedef alan söylemlere ve keskin eylemlere yönelme şeklinde tebarüz eden söz konusu şahıs ve çevrelerin bu olgunlaşmamış tutumlarının Şehid’in coşkulu, dinamik söylemi ve sürekli olarak pratiğe vurgu yapmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Oysa bu tutum açık bir yanlış okumadır, anlamamadır, kavrama eksikliğidir.
Zira Seyyid Kutub eserlerinde, konuşmalarında bir panik havası ya da acil devrim çağrısı değil, bilakis uzun soluklu bir dönüşüm ve mücadele sürecine vurgu yapmaktadır. Aynı şekilde vahyin sorumluluğunu taşıyacak bir toplumsal yapının akide temelinde uzun bir oluşum dönemi gerektirdiğine ve sağlam ve derin temellere dayanmasının zorunluluğuna dikkat çekmektedir. [5]
Kuran’ın Rehberliği
Seyyid Kutub, öncü cemaatin besleneceği kaynağın sadece Kur’an olması gerektiğini söyler ve ilk Kur’an neslinin de tek beslenme kaynağının Kur’an olduğunu vurgular. Daha sonra ortaya çıkan sapmaların temelinde ise bu kaynak sorununun yattığını, “Kur’an artı şu, artı bu” mantığının bulanıklık ve kirliliğe yol açtığını söyler.
“Yalnızca Kur’an” derken ne kadar çarpıcı ve cüretkar bir tavır sahibidir Seyyid Kutub. Elbette bu ifade ne Rasul’ün örnekliğini, ne de tarihsel birikimi reddetme tavrı içermez. Sadece Kur’an’ı asli konumuna oturtma endişesidir bu. Rabbimizin korunmuş kitabı Kur’an hüküm koymalıdır her türlü ihtilafta. Ölçü ve belirleyici olmalıdır. Ne yazık ki Seyyid Kutub’un en az anlaşılan vurgularından biri olmuştur “Yalnızca Kur’an” vurgusu. Seyyid Kutub’un siyasi ideallerini paylaşan müslümanların bile ancak pek azı Kur’an vurgusunun anlamını kavrayabilmiştir.
Seyyid Kutub örnek nesil ile sonraki dönem arasında, kaynak olarak Kur’an’a beşeri birtakım ürünlerin eklenmesi yanında ortaya çıkan temel bir farklılığın da Kur’an’a yaklaşım mantığında tezahür ettiğini söyler. Hayata ve pratiğe dönük bir anlayışla Kur’an’a yönelme mantığının yerini saf bilgilenme, kültürlenme, haz duyma gibi sapkın yaklaşımların almasıyla Kur’an’ın dönüştürücü özelliğinin kaybolduğunu hatırlatır.
Bu noktada öncü cemaatin Kur’an’a yaklaşımında beyan ile hareket prensibini birlikte hayata geçirmesinin önemini vurgular. Seyyid Kutub’un literatüründe “hareket” kavramı bir anlamda “öncünün yolu üzerindeki engelleri temizleme ameliyesidir”.[6]
Kendisine ilk Kur’an toplumunu, sahabe neslini model olarak belirleyen öncü cemaatin izleyeceği yol genel hatlarıyla bellidir. Seyyid Kutub İslami yöntemin dört ana aşamasını şu şekilde sıralar: İlk aşama cemaatin teşkilidir. Bunu cemaatin cahiliye ile çatışması, zulüm ve baskılarla yüzyüze gelmesi izler. Bu aşamada saflar netleşir ve ayrışır. Üçüncü aşama hicrettir. Böylelikle bir yandan cahiliyye ile tümden bir kopuş yaşanırken, kardeşlik ve dayanışma olgusunun zirveye çıkmasıyla da cemaatin organik bütünleşme süreci tamamlanır. Nihai aşama ise Allah’ın iradesinin egemen olduğu yeni bir nizamın kurulması aşaması, yani zaferdir.[7]
Seyyid Kutub’a Nasıl Yaklaşılmalı?
Türkiyeli Müslümanlar olarak Seyyid Kutub’a gerçekten çok şey borçluyuz. Özellikle “Yoldaki İşaretler”iyle Seyyid Kutub’un, cahili anlayışların ve pratiklerin gölgesi altında bulunan geleneksel din kalıplarının sorgulanması ve İslami kimliğimizi oluşturma yolunda yaptığı rehberliğin önemi tartışılmaz. Akide bağının tek geçerli bağ olduğu ve toprak, vatan, tarih, ırk gibi Kur’an’ı referans almayan değerlerin hiç bir meşruiyetinin bulunmadığı gerçeğine Şehid’in ısrarla dikkat çekmesi, “dini, milli, ahlaki” bir çizginin mirasçısı olan Türkiyeli Müslümanların düşünce dünyasında büyük altüst oluşlara yol açmıştır.
Seyyid Kutub gerek Türkiyeli gerekse de farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar açısından üç temel noktada çok belirleyici ve dönüştürücü bir örneklik ortaya koymuştur:
a) Kavramsal Tutarlılık ve Akidevi Netlik
Tarihsel, geleneksel etkilerle şekillenmiş ve milliyetçi unsurlarla örülmüş eklektik din algısının meydana getirdiği kirliliğin giderilmesinde elbette diğer öncü şahsiyetler ve hareketlerle birlikte Şehid Seyyid Kutub’un katkısı da paha biçilmezdir. Nitekim son yıllarda İslami çevrelerde konjonktürel bir takım değişimler neticesinde yaşanan gerilemeler, savrulmalar bu cahili olgunun hayatımızda, ilişkilerimizde, gündemlerimizde ne ölçüde büyük bir kirlilik, cahili bir çürüme kaynağı olduğunu ve bundan arınmanın önemini, zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Toprak, vatan, ülke ve benzeri kavramların yerli yerine oturtulmamasının, bu konularda bulanık, sentezci yaklaşımlar sergilenmesinin beraberinde cahili yönelimlere kapı araladığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda Kutub’un bilhassa “Yoldaki İşaretler” adlı eserinin tekrar tekrar okunmasının, tedris edilmesinin gerekliliği kendiliğinden görülür. Müslümanlar açısından değer ifade eden şeyin ne olması gerektiği hususunda Seyyid Kutub’un yol göstericiliğine dikkat çekerken bu noktada bir başka öncü şahsiyetin Mevdudi’nin kriter niteliği taşıyan şu sözünün de hatırlanması yararlı olacaktır: “Sadece Allah’ın hakim-i mutlak olduğu bir metrekare toprak temin edebilsem onun her bir zerresine bütün bir Hindistan’dan daha fazla değer veririm.”[8]
b) Güçlü ve Nitelikli Şahsiyet
Öte yandan Seyyid Kutub’un düşüncelerinde taşıdığı netlik ve berraklığa paralel biçimde hissettirdiği özgüven halinin de, küfre ve kafirlere öykünmemek ve aşağılık kompleksini aşmak noktasında Müslümanlar için ciddi bir örnek tutum oluşturduğu söylenmelidir.
Özgüven zaafı taşıyan kimi Müslüman aydınların Batılı ve modernist etkilenmeler altında Kurani bir takım kavramlar ve hükümlere dair geliştirdikleri özür dileyici-savunmacı (apolojetik) tavırların aksine Seyyid Kutub’un eserlerinde Kurani kavramların ve hükümlerin komplekssiz bir biçimde açıklandığını ve yüceltildiğini görürüz. Örneğin cihadı “savunma savaşı” şeklinde daraltan yaklaşıma şiddetle karşı koyar ve Kuran çerçevesinde kavramın nereye oturtulması gerektiğini vakur bir tarzda işler.
Şehid’in İslam’ın Batılı çıkarlara hizmet mantığıyla saptırılmasına yönelik çabalara karşı tutumu da gayet net ve öğreticidir. Soğuk savaş konjonktüründe pek çok Müslüman aydın, siyasetçi ve hatta ulemayı da kuşatan ve “sol-komünist tehlike” karşısında Amerikan tarzı “özgür dünya” projesinin destekçiliği rolüne şiddetle karşı koyar. “Amerikan İslam’ı” tanımlaması ile takbih ettiği bu sapkın yönelime karşı Seyyid Kutub’un geliştirdiği tutumun basiretliliğini bugünden baktığımızda daha net biçimde görmek mümkündür. Gerçekten de yaklaşık yarım asır önce Seyyid Kutub’un emperyalizm ve sömürgecilik tehdidine karşı çözümlemeleri BOP ve benzeri projelerle kuşatılmaya çalışılan Müslüman halklar olarak bugün de ihtiyacımız olan bir derinlik ve bütüncüllüğü içermektedir.
c) Pratiğe Taşınmaktan Kaçınılmayan Söylemin Bereketi
Ama Kutub, şüphesiz en büyük ve en öğretici dersini hayatıyla, mücadelesiyle ve bedel ödemesi gerektiğinde ortaya koyduğu tavrıyla sergilemiştir. Böylelikle Allah’ın dininin şahitliğini üstlenmenin nasıl bir kararlılık ve ihlas sahibi olmayı gerektirdiğini hatırlatmıştır. İdeallere ulaşmanın zorlu ve meşakkatli olmakla birlikte, onurlu ve mükafat içeren bir çaba gerektirdiğini ve kazanmak için sebatkarlığın zorunlu olduğunu, asla yılmamak gerektiğini göstermiştir.
Seyyid Kutub’un Yaklaşımını Reddiyecilik Olarak Tanımlayabilir miyiz?
Seyyid Kutub’un her söylediği doğru mudur, tartışılması gereken yönleri yok mudur? Elbette, bir insan olarak Seyyid Kutub’un da hataları eksikleri olabileceği gibi, düşünceleri arasında tartışılması gereken yaklaşımları da mevcuttur. Bunlar arasında Seyyid Kutub’un en çok tartışmayı gerektiren yaklaşımı cahili toplumdan kaynaklanan sorunları Müslümanların gündemlerine almalarının yanlış olduğuna dair yaklaşımıdır. Bazı Batılı yorumcular tarafından “reddiyecilik” diye tanımlanan ve küçümsenen bu yaklaşımın, kimi Müslümanlarca da eleştirildiğini ve Seyyid Kutub’un olumsuz etkisi olarak öne çıkartıldığını görmekteyiz.
Aslında, Seyyid Kutub’un düşünceleri genel olarak değerlendirildiğinde eleştiri konusu olan bu yaklaşımın açıkça görülebilmesi pek kolay değil. Belki birtakım değerlendirmeleri, çıkarsama yoluyla bu şekilde yorumlanabilir, o kadar. Halbuki Seyyid Kutub’un yaklaşımını kestirmeden reddiyecilik olarak adlandırma kolaycılığına kaçmak yerine, “bu yaklaşımın taşıdığı temel kaygı nedir?” diye sorulsa muhtemelen daha anlamlı sonuçlar elde etmek mümkün olacaktır. Örneğin Seyyid Kutub’un 50’li yıllarda Mısır’daki pek çok siyasi hareketin sahiplendiği birtakım meseleleri İhvan’ın da milli meseleler olarak sahiplenmesi olgusuna karşı çıkışına dikkat edelim. Burada Kutup’un vurgusu temel kalkış noktasının akide olması gerektiği idi. Akide temelli olmayan kalkışların sapma tehlikesine dikkat çekmiştir.[9]
Yoksa tümüyle hayattan, toplumsal sorunlardan uzak kalmak değildir kastettiği. Zaten hayatı sürekli bir mücadele olarak algılayan ve yaşayan birisi olarak böyle yapması pek mümkün olamazdı da.
Bununla birlikte burada önemli olan eleştirildiği birtakım hususlarda bir şekilde Seyyid Kutub’u tezkiye etmek, savunmak değildir. Fakat sorun tartışma ya da tartışmama da değildir. Gerekiyorsa tartışalım. Tartışma Seyyid Kutub’u küçültmez, bizler için önemini de azaltmaz. Bilakis bizi geliştirir. Ama hangi tartışma?
Seyyid Kutub Eleştirilerinin Hedefi Ne?
Ne yazık ki, bazıları Seyyid Kutub’u tartışma adına Türkiyeli Müslümanların sahip oldukları sahih birikimi, olumlu mirası yıpratma temayülü içine girebilmektedirler. Savrulmaların önünü açmak ve vicdanların rahatlatılması için Seyyid Kutub’un haksız ve ölçüsüz bir biçimde eleştirilmesi asla kabul edilemez. Tartışma ve eleştiri olacaksa, daha sahih, daha arınmış, daha ilkeli bir mücadelenin zeminini mümkün kılmak için olmalıdır. Bizi bir adım daha ileri, bir adım daha Kur’an’a götürmelidir. Ve tartışma, inkara yönelmemelidir!
Ne enteresandır ki, ısrarla, hınçla Seyyid Kutub’u tartışma gündemine oturtmaya, kıyasıya eleştirmeye yönelen yaklaşımların açık ve net bir tarzda neyi ve niçin eleştirdikleri belli değildir. Bu yüzden bilhassa yaşadığımız ülkede sahih bir İslami yönelişi sürdürme ve bu doğrultuda katışıksız bir kimlik mücadelesi verme sorumluluğunu daha fazla taşıyamayan kimi şahıs ve çevrelerin gündemleştirdikleri bir takım tezlerle aslında Seyyid Kutub’u değil, Şehid üzerinden kendi geçmişlerini ve birikimlerini sorgulamaya çalıştıkları, bir anlamda taşımaktan yoruldukları yüklerden kurtulmaya çalıştıkları görülmektedir.
Bu noktada geleneksel, mezhepçi, tarikatçı anlayışların Şehid’e yönelttikleri sapkınlık, aşırılık, tekfircilik vb. kalıp ithamlar gibi, “değişim” geçirmiş bazı eski İslamcı şahıs ve çevrelerin de yerlilik, konjonktürellik ve benzeri kalıp suçlamalarla Seyyid Kutub’un olumlu mirasını, katkısını küçültme, engelleme tavrı geliştirdikleri görülebiliyor. Israrla öne çıkartılmaya çalışılan bir yaklaşım Seyyid Kutub’un –ve elbette diğer öncü şahsiyetler ve hareketlerin de- düşüncelerinin, söylemlerinin belli şartların ürünü olduğu ve farklı coğrafyaların özelliklerini barındırıyor olması. 50’li, 60’lı yılların Mısır ortamının ve yaşadığı eziyet ve zulümlerin Seyyid Kutup’un düşüncelerini keskinleştirdiği ve gerek siyasal düzen gerekse de toplumsal yapıya dair sert söylemler ileri sürmesine yol açtığı, oysa Türkiye koşullarının farklı olduğu, dolayısıyla Kutup’un düşüncelerinin aynen aktarılmasının yanlış olacağı ileri sürülmekte.
Oysa burada sosyolojik bir gayretkeşlikle “toplumsal şartlar” kategorizasyonuna gitmek yerine, yapılması gereken şey Seyyid Kutub’un hangi söyleminin ve tezinin hangi gerekçeyle yanlış olduğunun ortaya konulması olmalıydı. Cahiliye tanımı mı, öncü Kuran nesli vurgusu mu, akide temelli bir inşa çabasının gerekliliği mi, Seyyid Kutup’un öne çıkarttığı yaklaşımlarında nedir yanlış olan? Kuran ile, tarihsel hakikatlerle çelişen nedir?
Bu konularda hiçbir somut gerekçe, Kurani bir izah getiremeyip, soyut suçlamaların ardına saklananların yorgunluk, yılgınlık ve kendilerine yeni sayfa açma çabalarının kamuflaj malzemesi olarak İslami hareketlerin öncü şahsiyetlerine yönelik yıpratma gayretleri içine girmeleri ölçüsüzlüktür, haksızlıktır. Seyyid Kutub’un düşüncelerinin şekillendiği “toplumsal atmosferi” istisnai, özel kabul edenlerin kendi düşüncelerinin geliştiği “toplumsal atmosferi” sorgulama konusunda bu kadar vurdumduymaz olmaları ölçüsüzlüktür.
Yerlilik/yabancılık tartışmaları ile ilgili hatırlanması gereken ilginç bir husus da şudur ki, Seyyid Kutub da yaşadığı dönemde Mısır ve Arap şartlarına uymadığı ve düşüncelerinin Hint kaynaklı olduğu suçlamalarına, eleştirilerine maruz kalmıştır.[10]
Seyyid Kutub çileli ama asla çelişkili olmayan bir hayat yaşadı. Düşünce ve tavırlarında değişmeler, farklılaşmalar oldu ama bunlar tutarsızlık ya da zikzaklar şeklinde değil, devrimci bir gelişim yönünde, netleşme, berraklaşma süreci şeklinde gerçekleşti. Kur’an’ı rehber alan, ilkeli bir mücadele ile dolu dolu yaşadığı hayatını, şehadetle taçlandırdı. Rabbim onu cennetiyle mükafatlandırsın, bizleri de kendi yolunda sebat edenlerden kılsın!
Dipnotlar:
[1] Seyyid Kutub’un mücadele dolu hayatının az bilinen kimi yönleri ve sağlıklı bir biyografisi için bkz.: İbrahim Sarmış, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutup (1) Fecr Yayınevi, Ankara, 1992, İkinci Bölüm. Hayatı ve Kişiliği.
[2] Yvonne Yazbeck Haddad, “Seyyid Kutup: İslami Güçlenişin İdeoloğu”, John Esposito’nun derlediği, Güçlenen İslam’ın Yankıları adlı kitaptaki makalesi, Yöneliş Yay. Ocak 1989, İstanbul s. 84.
[3] Hamza Türkmen, “Seyyid Kutub’un Mesajını Anlamak ve Geliştirebilmek”, Haksöz, Eylül 2006, sayı 186.
[4] Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 14.
[5] Salih el-Verdani, Mısır’da İslami Akımlar, Fecr Yayınevi, Ankara 1988, s. 86.
[6] Gilles Kepel, Peygamber ve Firavun, Çizgi Yayınları, 1992, İstanbul, s. 69.
[7]Y. Y. Haddad a.g.m. s. 110.
[8] S. Veli Rıza Nasr. Cemaat-i İslami, Yöneliş Yayınları; İst., Aralık 1998, s.179.
[9] Salih el-Verdani, Mısır’da İslami Akımlar, Fecr Yayınevi, Ankara 1988, s. 74
[10] İ.M. Ebu Rebi, İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri, Yöneliş, 1998, s. 318.