27-04-2018 07:33

Kur’an’a göre Tuğyan nedir, Tağut kimdir?

Müminler tâğuta asla rıza gösteremezler, tâğuttan razı olamaz, tâğuta dua edemezler, tâğutun ömrünü uzatacak tutum, tavır ve ilişkilere giremezler…

Kur’an’a göre Tuğyan nedir, Tağut kimdir?
Arap dilinde ta-ğâ yet-ğâ fiili (mastarı tağyen ve tuğyânen) haddi aşmak anlamına gelmektedir. Tağâ’l-mâu sözü, su coştu, taştı demek olup, Kur’an’da da, Nuh tufanı anlatılırken bu şekliyle kullanılmıştır.(Hâkka 69/11)
 
et-Tâğıye, cebbar, inatçı ve kibirli kişiyi ifade eder.
 
Necm suresinin 17. ayetinde, Rasulullah Muhammed(sav)’in ilk vahyi alma esnasında -doğrusunu Allah bilir ama- Cebrail’i görmesinden bahsederken “Mâ zâğa’l-basaru ve-mâ tağâ” buyrulmaktadır: “Göz kaymadı, sınırı aşmadı.”(Necm  53/17) Bu ayette, tâğutun kök fiili olan ‘ta-ğâ’ya (kök anlamı sabit kalmakla beraber), olumlu bir anlam yüklendiği gözlenmektedir.
 
Naziat suresinin 37. ayetinde, tuğyan eden yani azgınlaşan, haddini aşan ve dünya hayatını (ahirete) tercih eden kişiye dikkat çekilmektedir: “Fe-emmâ men tağâ. Ve âsera’l-hayâte’d-dunyâ.”(Naziat  79/37) Bu ayette dünya hayatını ahirete tercih etmek, yani geçici/maddi olanı yüceltip, Allah’a ait olan hakikatleri geri plana itmek, ta-ğa fiilini / tuğyanın tefsiri olarak anlamak gerekir.
 
Tâğut kelimesi Kur’an’da sekiz ayette harf-i tarifli olarak et-Tâğût şeklinde isim olarak kullanılmıştır. Bu sekiz ayete ilişkin bir okuma, tâğut kavramının zihinlerimizde oldukça net bir şekilde belirmesini sağlamaktadır. Bunun dışında otuz bir ayet-i kerimede ta-ğâ fiili farklı türevleriyle kullanılmıştır. Bu otuz bir ayette tâğut ismi yerine yalnızca fiiller kullanılmıştır. Bu ayetlerdeki ta-ğâ fiili ve türevleri, deyim yerindeyse tâğut kavramından önce, tâğutlaşma sürecini açıklamakta; tâğutu daha tanınır, eli-yüzü belirgin hale getirmektedir. Dolayısıyla öncelikle fiil halindeki ta-ğâ’yı anlamak isabetli olacaktır. Sözünü ettiğimiz bu ayetlerden birinde Allah Teâlâ doğrudan Rasulullah’a hitap etmekte; onun ve beraberindeki müminlerin, emrolunduğu gibi dosdoğru bir istikamet üzere olmasını, yani tevhid üzere olan duruşunu bozmamasını emir kipiyle bildirmekte ve bu hatırlatmayı tamamlayan bir uyarı olarak da, nehiy kipiyle “ve-lâ tetğav” buyurmaktadır. (Hud 11/112) Yani ayette, “haddi aşmayın!” deniyor. Bu nehiy cümleciğini, “tâğutlaşmayın!” ya da “tâğutlaşmaktan uzak durun” şeklinde anlamamız pekâlâ mümkündür. Meşhur bir rivayette “Hud suresi beni ihtiyarlattı” derken Rasulullah’ın, bu ayeti kastetmiş olduğunu burada hatırlatalım. “Fe’stekım kemâ umirte” (emrolunduğun üzere dosdoğru bir istikamet üzere ol!) buyrulurken emir kipinin tekil olarak sadece Rasulullah’a seslenmesi, “ve-lâ tetğav” uyarısında ise çoğul olarak, müminleri de kapsamış olması, önemli bir ayrıntıdır. Bu ayetten çıkan bir netice de şudur ki, Allah’ın emrettiği şekilde, sırat-ı mustakiimde dosdoğru bir istikamet üzere olmakla tuğyan/tâğutlaşma birbirinin zıddıdır. Biri varsa diğeri olmayacaktır. Öyleyse, sırat-ı mustakiim üzere olanların tâğutlaşmayacağını ya da tâğutlaşanların sırat-ı mustakiim üzere olma niteliğini yitirdiklerini söylemek gerekmektedir. Yukarıdaki ayetin, tâğutlaşmaktan sakındıran anlamıyla bütünlük sağlayan daha da güzel bir uyarının, hemen akabindeki ayette bulunduğuna da değinmemiz gerekmektedir. Orada şöyle buyrulmaktadır:
 
“Zulüm yapanlara öykünmeyin! Sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka evliyanız yoktur. Sonra, yardım da göremezsiniz!”(Hud 11/113)
 
Bu ayetten anlaşıldığı kadarıyla, zalimlere öykünmek, onların gittiği yolu takip etmek tâğutlaşma yolunda atılan bir adımdır. Kur’an nazarında zulmün şirkle müteradif olduğunu hatırlayacak olursak (Lokman 31/13), İslam’ı bırakıp, kendilerine şirk ideolojilerinden bir hayat tarzı edinmeye çalışan kimselerin, kendileri farkında olmasalar da gerçek tâğutlar olduklarını belirtmemiz yerinde olacaktır. Bu, aynı zamanda, Allah’tan başka veli/evliya aramak demektir ki, küfür ve şirk de budur.
 
Allah değişik vesile ve vasıtalarla insanı imtihan eder. İmtihanın sonucunda kişi, vesile ve vasıtaların arkasındaki asıl büyük iradeyi görüp, kavrayıp teslim olursa, hidayete ermiş, görememiş, kavrayamamış, dolayısıyla da teslim olamamışsa dalalete düşmüş olmaktadır. Allah işte bu gerçeğe atıf yaparak, “dilediğini hidayete erdirme”, “dilediğini dalalete düşürme” gibi bir keyfiyetten bahsetmektedir. Allah’ın, kulları için yarattığı ürünler de işte böyle bir imtihan vesilesidir. Allah’ın verdiği rızıkların helal ve temiz olanlarından yiyip, O’na şükretmekle, tâğutlaşmamak arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, haddi aşmayın! Sonra sizi gazabım çarpar! Her kimi gazabım çarparsa, hakikaten o yıkılıp gitmiştir.”(Taha 20/81)
 
Ayetteki “ve-lâ tetğav!” nehiy fiili, tâğutlaşmaya karşı ilahi bir uyarıdır. Muhatap, İsrail oğullarıdır. Ayetin sibakı (80. ayet), Allah Teâlâ’nın İsrail oğullarına verdiği bıldırcın ve helva nimetlerini hatırlatmaktadır.(Taha 20/80) Bu duruma Medîne döneminde, Bakara suresinde yeniden dönülmekte ve etraflıca açıklanmaktadır. İsrailoğulları Musâ(a.s)’a, “Allah’ı açıkça görmezsek sana inanmayız” demişlerdi de, kendilerini yıldırım çarpmıştı. Sonra Allah onları yine diriltmişti. Allah onları bulutla gölgelemiş, kudret helvası ve bıldırcın vermiştir. Allah onlara, “verdiğim nimetlerden yiyin” diyordu. Kasabaya girmelerini, orada bulunan nimetlerden bol bol yemelerini öğütlüyordu. Kasabanın kapısından eğilerek girmelerini ve ‘Hıtta!’ yani “Rabbim, bizi affet!” demelerini istiyordu. Ama o zalimler Allah’ın sözlerini başka sözlerle değiştirdiler. Yine de susadıklarında çölde onlara su verdi. Çölde Musâ’ya asasını vurmasını söyledi, asasını vurdu ve kavmine içecek su kaynağı fışkırdı. Allah, yiyin için ama fesat çıkartmayın buyurdu. Onlar Musâ’ya şöyle dediler: Ey Musâ! Bir tek yemekle yetinmeyiz. Bizim için Rabbine dua et de, bize yerin bitirdiği şeylerden; yani bakla, salatalık, sarımsak, mercimek, soğan çıkarsın… dediler. Bu olaydan sonra onların üzerine meskenet ve zillet damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu gazabın sebebi, onların peygamberleri öldürmeleri, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, isyanları ve haddi aşmalarıydı. (Bakara 2/55-61)
 
Şu halde anlaşılmaktadır ki, bir İsrail oğulları klasiği olan, Allah’ın verdiği bunca nimete şükür yerine nankörlük etmek, nimeti yermek ve nimetten memnun olup hamd etmek yerine hep daha fazlasını istemek gerçek bir tuğyandır, tâğutlaşmanın önemli bir merhalesidir.
 
Bu manada, bahçe sahipleri meselinin öznesi olan kardeşler, tâğutlaşma yolunda oldukları bir sırada Allah’ın kendilerine bir bela vermiş olduğunu fark ve itiraf etmişlerdi. “Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlarmışız!”(Kâlû yâ veylenâ innâ kunnâ tâğıın)(Kalem 68/31) Nefisleri onlara, Allah’ın mülkünden kazandıkları ürünü, Allah’ın kullarından kaçırmayı yani cimriliği ve hasisliği telkin etmişti. Demek ki cimrilik, Allah’ın nimetlerini Allah’ın kullarından, daha da temele inildiğinde, Allah’ın nimetlerini Allah’tan esirgemek, kelimenin tam anlamıyla bir tâğutlaşma eğilimidir.
 
İnsan, Allah’ın yarattığı tabiatı ifsat etmekle de tâğutlaşır. “Göğü Allah yükseltti ve mîzanı O koydu. Sakın mizanda haddi aşmayın/dengeyi bozmayın!”(Rahman 55/7-8) (ve’s-semâe rafeahâ ve-vada’a’l-mîzan. Ellâ tetğav fi’l-mîzân)
 
Bu ayet bilhassa bugün, 21. yüzyıl için inmiş gibidir. Kâinatın, dünyadaki canlı hayatının ve bu cümleden olarak insanın yaratılışının bir ‘mizan’ üzere olduğu, akıl sahibi herkes tarafından müsellemdir. Allah’ın koyduğu doğal dengeyi, yani Allah’ın yaratılış yasalarını bozucu her türlü faaliyet, etkinlik, çaba ve proje en hafif deyimiyle tâğutluktur. Günümüzde doğal dengeyi bozmaya yönelik çabalar artık sınır tanımamaktadır. Nimet olarak adlandırılan modern teknoloji, doğaya yaptığı tahribatla pekâlâ azaba dönüşebilmektedir. Mizanı bozmayın uyarısından, sosyal hayattaki adalet ve hakkaniyet yasalarına uymaya yönelik bir anlam çıkartmak da, ‘aşırı yorum’ sayılmamalıdır.
 
Dünya hayatında günahkâr kimseler birbirlerini azdırmakta, tuğyana yöneltmektedirler. Ahirette ise bir yüzleşme yaşayacaklar ama birbirlerini suçlamaları onlara herhangi bir fayda sağlamayacaktır. “Arkadaşı der: Rabbimiz! Onu ben tâğutlaştırmadım, lakin o derin bir sapıklık içindeydi.”(Kaf 50/27) (Kâle karînu-hû rabbenâ mâ etğaytu-hû ve-lâkin kâne fî-dalâlin baııd) Anlaşılan o ki, günaha, şirke ve küfre düşmekte insanlar, sanıldığı gibi masum değildirler. Tâğutlaşan insanlar karşılıklı olarak birbirlerini beslemektedirler.
 
Kur’an’ın birçok yerinde, büyükler/reisler/velilerle, onlara uyanlar arasında ahirette yaşanacak pişmanlık sahnelerine yer verilmektedir. Saffat suresinde açıklandığına göre, büyüklere uyan kimseler, “Siz bize sağdan yanaşırdınız”(Saffat 37/28) diyerek, sapıklıklarını onlara yıkmaya çalışacaklar lakin kendisine uyulan yani önder konumundaki kimseler bu suçlamayı kabul etmeyecekler, kendilerini şu şekilde savunacaklardır:
 
“Derler ki: Bilakis siz mümin kimseler değildiniz. Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yok(tu). Fakat siz kendiniz tâğutlaşmış bir kavim idiniz.” (bel kuntüm kavmen tâğiin)(Saffat 37/29-30)
 
Tâğut deyince akla gelecek isimlerin başında kuşkusuz Firavun gelmektedir. Firavun dört başı mamur bir tağuttur. Bu gerçeğe Kur’an’da birden fazla yerde atıf yapılmaktadır.
 
Musâ (a.s) Medyen’den tekrar Mısır’a dönerken, Rabbi ona bir gece vakti Tuvâ vadisinde, ailesinin yanından uzaklaştırdığı bir demde seslenmiş, onu bir nevi nübüvvet eğitimine tabi tutmuş, yedeğine, ‘ilahi kudret’lerden oluşan bazı güçleri vermişti. Ardından, Musâ’ya yeni görevini açıklamıştı: “Firavun’a git, çünkü o tâğutlaştı.”(Taha 20/24) (İzheb ilâ Fir’avne, innehû tağâ) Musâ (a.s) ise “Rabbişrahlî sadrî…” diye başlayan duasını yapmış, Rabbinden bazı yardımlar talep etmişti.
 
Taha suresinde bu ayetlerden yirmi ayet sonra bu konuya yeniden değinilmektedir. Bu sefer Musâ’ya, Firavun’a kardeşi Harun’la beraber gitmeleri emredilir: “Firavun’a gidin. Çünkü o iyiden iyiye azdı (tâğutlaştı). Ona yumuşak söz (kavl-i leyyin ile) söyleyin. Belki o öğüt alır ya da korkar.”(Taha 20/43-44) 43. Ayette Firavun hakkında “tağâ”, 45. ayette ise “yetğâ” fiili kullanılır. Birincisi, Firavun’u Allah’ın tanımlaması, ikincisi ise, Musâ ve Harun’un tanımlamasıdır. Musâ ve Harun, Firavun’un kendilerine karşı tuğyan/tağutluk etmesinden korktuklarını belirtmektedirler. Böylece, kendisini rab ve ilah makamında gören Firavun’un tâğutlaşma tıyneti teyit edilmiş olmaktadır.
 
Allah’ın Musâ Nebî’yi bu şekilde görevlendirmesine Naziat suresinde de değinilir. (İzheb ilâ fir’avne innehû tağâ)(Naziat 69/17) Bunun üzerine Firavun “dört başı mamur bir tâğut”un göstereceği tepkiyi göstermiş, tâğutun tanımını da en kusursuz noktasına vardırmıştır:
 
“Bunun üzerine Firavun hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra olanca çabasını göstererek sırt döndü. (Adamlarını) topladı ve şöyle dedi: Ben sizin en yüce rabbiniz değil miyim?”(fe-kezzebe ve asâ. Sümme edbera yes’â. Fe-Haşera fe-nâdâ. Fe-kâle: ene rabbukumu’l-a’lâ)(Naziat 79/21-24) Bir tâğut olarak Firavun’un kesin olan inancı şuydu: Bu Mısır mülkü ve altından akıp giden şu ırmaklar onun kendi mülküydü!(Zuhruf 43/51)
 
Firavun kendisini, Mısır’da yaşayanların en yüce rabbi sayıyordu. İşte tâğut olmanın en yüksek rakımı da buydu.
 
Tâğut elbette sadece Firavun değildir. Onun yanı sıra, Nuh kavmi, Âd ve Semud kavimleri de tıpkı Firavun gibi, tâğutlaşmış kavimler olarak anlatılırlar. (ellezî tağav fi’l-bilâd) (Fecr 89/6-11)
 
Sonuç olarak Semid kavmi, tâğutluklarının bir gereği olarak vahyi/elçiyi yalanlamışlar(Şems 91/11), bu azgınlıklarının (tâğutlaşmanın) neticesi olarak helak edilmişlerdir.(Hâkka 69/5)
 
Nuh kavmi daha zalim ve daha azgın olarak tanımlanır: “Daha önce de çok zalim ve tâğutlaşmış Nuh kavmini (helak ettik)”(Necm 53/52) (ve kavme nûhin min kablu innehum kânû hum azlemu ve etğâ)
 
Kendilerine elçi gönderilen kavimler, elçilerini etkisiz kılmak adına, onlara sihirbaz, mecnun, kâhin ve şair gibi sıfatlar takmışlardır.(Tur 52/29-30, 52) Bu, onların elçilerin sesini kısmak, mesajlarının yayılmasının ve dünyayı değiştirmesinin önüne geçmek iradesinden başka bir şey değildi.
 
“İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir rasûl geldiğinde hemen, o bir sihirbaz ya da mec nundur dediler.” (Tur, 52) Bu yüzden Kur’an Mekke müşriklerini “tâğutlaşan kavim” (kavmun tâğıın) olarak nitelendirmiştir.(Tur 52/32)
 
Mekke ileri gelenlerinin de aynen önceki kavimlerin sünnetine uymaları karşısında Kur’an şu olağan-üstü manidar soruyu sormaktadır: “Bunu (nesilden nesile) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar tâğutlaşmış bir topluluktur.” (e-tevâsav bi-hî bel-hum kavmun tâğûn) (Tur 52/53)
 
Demek ki tarih hep tekerrür etmiş. İnsanın fıtratı değişmediği için, tevhid mücadelesi değişmediği gibi, kâfirlerin elçileri yalanlamaları da değişmemiştir.
 
Günümüzde bir elçi yoksa da, elçilerin İslam anlayışına uygun bir Din anlayışını ikame etmek isteyen müminler, ateistlerden önce, bilhassa ‘dindar’ kitleler tarafından her türlü düşmanlaştırmaya maruz kalmakta, kendilerine takılmadık yafta bırakılmamaktadır.
 
Ta-ğâ fiili bazı ayetlerde, mastarı olan tuğyân biçimiyle zikredilmiştir. Bunlardan biri, Kur’an’a takındıkları tavır nedeniyle İsrail oğullarına yöneliktir:
 
“… Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. …” (Maide 5/64, 68)(ve le-yezîdenne kesîran minhum mâ unzile ileyke min-Rabbike tuğyânen ve kufran)
 
Kur’an’ın ehli kitabın tuğyanını ve küfrünü artırması son derece ilginçtir. Aslında Yahudiler ve Hristiyanların bu tuğyan ve küfürleri, Kur’an’ın indiği günden itibaren hiç azalmamış, hep artmıştır. Bu tâğutlukları nedeniyledir ki, Kur’an’a hiçbir zaman hak kitap vasfını yakıştıramamışlar, Rasulullah Muhammed (sav)’in de asla bir elçi olduğunu kabullenememişlerdir. Bu da, tâğut olmanın bir gereğidir.
 
Tuğyan, müşriklerin içinde bulundukları azgınlığın genel adıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
 
Allah’ın, Mekke müşriklerini korkutması, onların tuğyanlarının daha da büyümesini sağlamaktadır.(İsra 17/60)(…ve nuhavvifuhum fe-mâ yezîduhum illâ tuğyânen kebîran) Tuğyan, görünüşte inanmış gibi davranan gerçekte ise kâfir olan ve müminlere karşı “biz de iman ettik” tavrı takınan, onlarla alay ettiklerini ileri süren münafıkların da yapısıdır. Asıl Allah onlarla alay etmekte, yani onları küçük düşürmekte ve bir süreliğine oyalanmaları için kendilerini tuğyanları içinde debelenmeye terk etmektedir.(Allahu yestehziu bi-him ve yemudduhum fî-tuğyânihim ya’mehûn)(Bakara 2/15)
 
Müşrikler, güya iman etmek için mucize istemişlerdir. Allah ise onların, ilk başta iman etmedikleri gibi, mucize dedikleri olağanüstülükleri verince de iman etmeyeceklerine şahitlik etmekte; onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz demekte, onları kendi tuğyanları içerisinde şaşkın vaziyette bırakırız buyurmaktadır. (En’am 6/110)(…ve nezeruhum fî-tuğyânihim ya’mehûn)
 
Allah’ın dalalete düşürdüğü (düşmesine yol açacak sebepleri ve yasaları vaz ettiği) kimseleri hidayete erdirecek hiç kimse bulunmaz. Çünkü hidayetin yegâne kaynağı Allah’tır. Kişi hidayete ermesi için Allah’a müracaat etmek, O’nun ulûhiyet ve rububiyetine teslim olmak zorundadır. Bu gibi kimseler, kendi tuğyanları içerisinde şaşkın vaziyette kalırlar. (Ve yezeruhum fî-tuğyânihim ya’mehûn)(A’raf 7/186) (Benzer ayetler: Yunus 10/11; Mü’minun 23/75)
 
Musâ Nebî ile Allah’ın, “kullarımızdan bir kul” diye bahsettiği ve “katımızdan ilim verdik” diye tanımladığı kişi kıssasında, salih-saliha ebeveynin oğullarının gelecekte kendileri için bir tâğut olabileceğine dair de bir uyarı mesajı bulunmaktadır. Musâ’ya ilim öğretmek üzere onun yanında Allah katından görevlendirilmiş bulunan ‘kul’, bir erkek çocuğu öldürmüştü. Gaybı bilmeyen Musâ (a.s) doğal olarak bu duruma itiraz etmişti. Allah ise ‘âlim kul’ vasıtasıyla, hem o ana-babayı, hem de kıyamete kadar bütün müminleri bilgilendirerek şu şekilde uyarmıştı: “Erkek çocuğa gelince: Onun ana-babası mü’min kimselerdi. Bunun için onları tuğyan ve küfre boğmasından korktuk.”(ve emmâ’l-ğulâmu fe-kâne ebevâhu mu’mineyni fe-haşînâ en-yurhıgahumâ tuğyânen ve kufran) (Kehf 18/80)
 
Bir erkek çocuğun, ailesini tuğyana ve küfre boğması ne demektir? Yani, akla gelebilecek her türlü suçu işleyerek, ailesi için bir zorba olur, dünyayı anne-babasına zindan, hayatı zehir edebilir. Bu da onun tâğut olması olur.
 
Tâğut kavramı Kur’an-ı Mübîn’de en mükemmel şekilde Bakara suresinin 256-257. ayetlerinde tanımını bulmaktadır. “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu küfredip Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”(Bakara 2/256)
 
Bu ayetin öğrettiğine göre, Allah’a iman etmiş olmanın ön şartı tâğutu küfretmektir. Demek ki küfür kavramı, reddedilip örtülmesi gereken bir şey hakkında kullanıldığı zaman olumlu anlam kazanmaktadır. Yani küfür aslında yansız bir anlama sahiptir. Allah’ı küfür bütünüyle kötü iken, tâğutu küfür bütünüyle iyi bir eylemdir.
 
Allah’ın sapasağlam, kopması söz konusu olmayan ipine/el-Urvetu’l-Vuskâ’ya tutunmuş olmak için tâğutu reddetmek ve Allah’a iman etmek gerekmektedir. Sadece tâğutu küfretmek ya da sadece Allah’a inanmak, iman etmiş olmak için yeterli değildir. İnsan hayatında bu iki eylemin her ikisine de bol miktarda rastlanmaktadır. Tâğutu reddetmeksizin, sadece Allah’a inanmanın örneğine daha fazla rastlanmaktadır. Esasen günümüzde de, ‘İslam âlemi’ denilen âlemin müntesiplerini ağırlıklı olarak bu insanlar oluşturmaktadır. Allah’a sözde inanan ama dünyayı istila etmiş bulunan kâfir otoritelere karşı hiçbir tepkileri olmayan, bütün dünyaya hükmeden müstekbir sisteme karşı, bir koyun kadar uysal ve mutî olan sözde ‘İslam ümmeti’, tâğutu küfretmek şöyle dursun, bu bilincin yakınından dahi geçmemektedir. Dolayısıyla imanın Bakara 256. ayetteki kurgusu çökmektedir. İmansız bir imandan söz edilmektedir. Bu düzeysizlik için öncelikle hak ile batılın, rüşd ile ğayy’ın karıştırılması, anlaşılmaz kılınması gerekmektedir. Oysa Rabbimiz bu iki hususun birbirinden net olarak ayrıştığını bildirmektedir. Hakla batıl insanların nazarında ne kadar karmaşık hale getirilirse, tevhidin şirkle karıştırılması da insanlar nazarında o kadar haklılaştırılmaktadır.
 
Tâğutu küfretmeksizin, sadece Allah’a iman, deizme çok yakın durmaktadır. Halk tabiriyle, etliye-sütlüye karışmayan, hiçbir zorbayı, müstekbiri, ilahlık ve rabliğe kalkışanı rahatsız etmeyen bir iman… Böyle bir imanın bütün tâğutlar nazarında çok makbule geçeceği açıktır. İman, Mekke oligarşisine, Firavun’a, Nemrut’a, şehirdeki dokuzlu çeteye karşı bir keskin duruş varsa, imandır.
 
Mevdudi, Bakara suresinin 256. ayetini açıklarken tâğutu, Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi ve maliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse olarak tanımlamıştır. Allah’ın kullarına Allah değil de, kendilerinin egemen olmasını isteyen kibirli sulta sahipleri tâğuttur ve müminler onlara karşı nebevî bir duruş göstermek zorundadırlar. O zaman imanları sahih olmakta ve o iman Allah’ı razı, tâğutları da rahatsız etmektedir. Mevdudi, “Dolayısıyla bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah’a inanmış sayılmaz.” derken bu hakikate parmak basmaktadır.
 
Bakara suresinin 257. ayetinde tâğutun adeta tarifi yapılmaktadır. Allah müminlerin velisidir, kâfirlerin velisi ise tâğuttur. Allah veli olarak müminleri zulümattan nura çıkarmakta, tâğut ise velî olarak kâfirleri nurdan zulümata götürmektedir. Tâğutun zulümatı şirk, küfür, nifak, münker ve fahşadır, kısacası cahiliyedir. Allah ise bütün kullarını bu cahiliyeden arındırmak, insana yakışan haysiyetli bir yaşam düzeyine yüceltmek için bütün zamanlarda elçileri vasıtasıyla davet yapmıştır. Kullarını nura çağırmıştır.
 
Nitekim Nahl suresinin 36. ayeti bu gerçeğe işaret buyurmaktadır:
 
“Andolsun ki biz, Allah’a kulluk edin ve tâğuttan sakının diye (emretmeleri için) her ümmete bir elçi gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, yalanlayanların sonu nasıl olmuştur!”(Nahl 16/36)
 
Zümer suresinin 17. ayeti de benzer şekilde, tâğuta kulluk etmekten kaçınanlara değinmekte ve onlara müjde vermektedir. Ayet, “Tâğuttan kaçınanlar, yani tâğuta kulluk etmekten” şeklinde tercüme edilmeye elverişlidir. İşte bütün mesele, tâğuta kulluk etmekten kaçınmaktır. Tâğuta kulluk etmekten kaçınmak, doğrudan tâğutun varlığına itiraz etmektir. Yeryüzünde tâğut yani kâfir sistemler, kulları kendisine kul yapan şirk rejimleri var olmamalıdır. Onların yerine, Allah’ın buyrukları ile hükmeden yönetimler olmalıdır. Aksi halde Allah zaten tâğutun bütün insanları nurdan zulümata götüreceğini haber vermektedir. Zulümat içerisinde müminler kendilerini tâğutun şirk, nifak, küfür ve zulümlerinden ne kadar korumak isteseler de, yine de ‘elbiselerine’ bu pisliklerin (rucz) bulaşması kaçınılmazdır. Dolayısıyla müminler tâğuta asla rıza gösteremezler, tâğuttan razı olamaz, tâğuta dua edemezler, tâğutun ömrünü uzatacak tutum, tavır ve ilişkilere giremezler. Tâğutî rejimlerin ömürlerine ömür katacak siyasi tercihlerde bulunamazlar. Unutmamalıdır ki, tâğutu şu veya bu araçlarla besleyenler, şu veya bu vasıtalarla destek verenler de tâğutturlar. Allah “tâğuttan kaçının” buyururken, müminler tâğuta payanda olamazlar.
 
Tâğuttan kaçınmak ve Allah’a itaate davet eden rasullerin yolları ve sünnetleri budur. “Ehli sünnet” olduğunu iddia eden insanlar için de sünnet budur. Bu sünnet yoksa, ortada ehli sünnet değil, ehli zulüm ve ehli nifaktan bahsetmek gerekir.
 
Kur’an Allah’la tâğutu ayrıştırırken şöyle der: İman edenlerin Allah yolunda, kâfirler ise tâğut uğrunda savaşırlar! Bunu şöyle de anlamak mümkündür: İman edenlerin her türlü gayret, azim, çaba ve cehdleri Allah içindir, Allah yolunadır. Kâfirlerin her türlü gayret, azim, çaba ve cehdleri ise tâğut için, tâğut yolunadır. Bu, aklı karışıklar için bir kılavuzdur. Vahiy müminleri de kalın çizgilerle yaptığı bir vurgu olarak yeniden ödevlendirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “… O halde şeytanın velileriyle savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.”(Nisa 4/76)
 
Nasıl, tâğut küfredilmeden Allah’a iman kemale ermiyorsa, şeytanın velisi olduğu tâğuta karşı savaşma azmi olmadan da tâğutu küfretmek eksik kalacaktır.
 
Kur’an’ın vahyedildiği dönemde bir kısım ehli kitap, ‘dindar’, ‘kitap ehli’ oldukları, Mekke kâfirleri gibi ‘kitapsız’ olmadıkları halde cibt ve tâğuta iman ediyorlardı ve kafirleri Muhammed (a.s) ve beraberindeki müminlere tercih ediyorlardı, kafirlerin yolunu daha doğru buluyorlardı.(Nisa 4/51) İşte tâğutlar hep bunun gibi ‘inanmış’, ‘dindar’ insan tipleri sayesinde ayakta kalmaktadırlar. Bu tavır, günümüzde Kur’an merkezli Din’e çağırmak ve bu yegane hak dini yüceltmek yerine, çağın batıl ideolojileriyle imtizac ettirilmiş, İslam düşmanı siyasal sistemlerle harmanlanmış bir batıl inanç ve yaşam biçimine çağıran sese çok benzemektedir. Kur’an merkezli Dini esas almayı sürekli takbih eden, “kendilerine Kitap’tan pay verilmiş” bu zihniyet sahipleri, laik-demokratik şirk kültürünü Kur’an’ın inşa ettiği akide ve itaat biçimine tercih etmektedirler. Bu haliyle cahiliye devam etmektedir.
 
Kur’an, tâğutun huzurunda muhakeme olmak isteyenleri uyarır.(Nisa 4/60) Çünkü Allah’ın indirdiği kitaba inandığını ‘zanneden’ değil de, gerçekten iman eden kimseler, tâğutu küfretmekle emrolunmuşlarken, tâğutun yargılamasını talep edemezler. Bu talep şeytanın dalalete düşürmesinden başka bir şey değildir. Bu uyarının yapıldığı Nisa suresi (60. ayet) Medîne döneminde inmiştir. Medîne döneminde ise Rasullulah İslamî bir yönetim kurmuştu. ‘Dindar’ birisi, kitapsız kâfirlerin değil de, Kitap’lı Allah Rasulü’nün önünde yargılanmayı tercih etmeliydi. Bu ayete iman eden müminler, laik-demokratik kanun düzenini İslam’ın hükümlerine yeğleyemezler.
 
Yukarıdaki ayete göre, müminler olarak Allah’ı tek hükmedici, Rasulünü nihai otorite kabul etmemiz zaruridir. Tâğut, İslam’ın dışındaki ideolojilerin yasalarıyla hükmeden iktidarlardır. Bu iktidarlar bununla kalmamakta, müminleri de bu küfür düzenlerine teslim olmaya davet etmektedirler. Allah’ı tek hâkim, Rasulü’nü nihai otorite tanımayan hüküm sistemi tâğutun ta kendisidir. Mevdudi, Allah ile tâğutu aynı anda kabul etmenin münafıklık olduğu görüşündedir.
 
Allah-tâğut ayrımı Allah katında o kadar önemlidir ki, İsrail oğullarının eleştirildiği bir pasajda, hepsinin en şerlisi olarak, Allah’ın kendilerine lanet ve gazap etmesi, içlerinden kimilerini maymun ve domuza dönüştürmesi (ahlakî anlamda) ve kimilerinin de tâğuta tapanlar olması gösterilir. Bu kimseler, durdukları yer itibariyle en şerli ve yoldan en çok sapmış kimseler olarak nitelendirilirler.(Maide 5/60)
 
İnsanın tâğutlaşma isteği nereden kaynaklanmaktadır? İnsan neden tâğut olur? Kur’an bu soruyu cevaplamaktadır. Bu sorunun tek kelimelik cevabı, istiğnadır. Alak suresinin 6 ve 7. ayetlerine göre, insan kendini müstağni gördüğü için tâğutlaşır. İstiğnâ, insanın kendisini Allah’a karşı ihtiyaçsız, kendi kendine yeterli görmesidir. İnsan kendi kendine yeteceğini vehmeder. Bilimsel keşif ve icatlar, teknolojinin ulaştığı olağanüstü zirve, insanın tağutlaşma hevesini eşi benzeri görülmemiş derecede kamçılamaktadır. İnsan, Firavun’un da belki ötesinde bir tanrılaşma isteği ile doldurulmuştur. Post modern çağda hedef, insanın tanrılığını ilan etmesidir. Kuşkusuz insan insandır, Allah da Allah’tır. İnsanın tanrılaşamayacağı çok açıktır da, fakat insanın tanrılaşabilirmiş gibi bir azgınlık, haddi aşma, kibir ve çılgınlık içerisine iteklenmesine kimse engel olamamaktadır. Bu yüzden çağımız yeni İbrahim’ler, yeni Musâ’lar ve yeni Muhammed’ler (sallallahu aleyhim ecmeıın) beklemektedir.
 
Akıbeti kesin olarak cehennem (Nebe 78/21-22; Sa’d  38/55) olan tâğutlaşmanın elbette önüne geçmek mümkündür. Tâğutlaşma eğilimi fıtratında varsa da, insanın kaderi değildir. Naziat suresinde anlatıldığına göre, Musâ (a.s) Firavun’a gönderilirken, onun tuğyan ettiği belirtiliyor, “arınmaya ne dersin?” mealinde çağrıda
bulunması emrediliyordu.(Naziat 79/17) Arınma, yani tezekkî… Tâğutlaşmaktan arınmak… Nefsin tezkiyesi… Zekat bu tezkiyenin bir parçasını oluşturmaktadır. Zekat vermekten kaçınmak bir tağutlaşmadır.
 
Söz tezkiyeye geldiğinde, son söz olarak şu hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Tâğutlaşmayı sadece Firavunlara, helak edilen kavimlere mahsus görmek yanıltıcı olur. Tâğutlaşma eğilimini her insan belki bünyesinde bulundurmaktadır ama arınma eğitimi yani iman, müminleri tâğutlaşma sonucundan korumaktadır. Bir mümine tâğut denemez lakin müminde de tâğutlaşmaya götüren fiillerden biri ya da birden fazlası görülebilir. Kartopu misali, mümin nefsini tezkiye etmezse, tâğutlaşmakla neticelenecek bir yola girmiş demektir. Dolayısıyla hiçbir mümin kendisini tâğutlaşmaktan ebediyen masun ve muaf göremez. Mümin tâğutlaşmaktan korkmalı, Allah’a sığınmalı, tâğutlaşmamak için azami gayretini göstermeli, ince düşünmelidir. Bizleri tâğutlaşmaktan kesin olarak koruyacak olan, hakiki bir iman, imanımızla münasip salih ameller ve Allah korkusudur.
 
(İktibas Dergisi)
YORUMLAR
  • İlyas Metin    04-07-2018 23:25

    Selâmun Aleykûm Şeyhin de aynı şeyleri söylemişti imanın ön şartı konusunda fi tarihinde

  • Mustafa Furkan   04-07-2018 07:41

    Allah razı olsun kardeşim.Müminler görevi hakkı ve sabrı önce kendimize sonra birbirimize göstermesi gerekiyor anladım.