Şükrü HÜSEYİNOĞLU
MEDYANIN GÜCÜ MÜ, GÜCÜN MEDYASI MI?
Medya, iletişim araçlarına verilen genel bir addır. El yazması ve basılı kitaplar, ansiklopediler, gazeteler, dergiler, Tv, sinema ve internet, yaygın tanım içerisinde medya araçları kapsamında ifade edilen unsurlardır.
Medyanın siyasal ilişkiler içerisinde kaçıncı gücü teşkil ettiğine dair süregelen bir tartışma vardır, bilindiği gibi. Genel kanı ve tanımlama, medyanın “dördüncü kuvvet” olduğu yönündedir. Peki bu ne kadar gerçeğe tekabül eden bir tanımlama ve tartışmadır? Her şeyden önce, medya dediğimiz iletişim araçları başlı başına bir güç odağını mı teşkil etmektedirler, yoksa siyasi ve iktisadi çeşitli güç odaklarının kamuoyu oluşturma ve yönlendirme araçları işlevi mi görmektedirler?
Başlıkta sorduğumuz soru, medyanın işlevi açısından son derece önemli ve temel bir sorudur ve okuyucu tarafından bu soruya verilecek cevap, mevcut medya araçlarının genel olarak “gücün medyası” niteliği taşıdığı yönünde olacaktır. Ki durum tam olarak bu minvaldedir.
Evet medya çok önemli bir güçtür, toplumların algı ve tutumlarının şekillendirilmesinde, iktidarların belirlenmesi ve yönlendirilmesinde, bir kültür transferi ve dahası kültür emperyalizmi aracı olarak medya, dördüncü kuvvet olmanın ötesinde birinci kuvvet olarak nitelenecek bir etkiye sahiptir. Nitekim Kanadalı iletişim bilimci Marshall Mcluhan, 60’lı yıllarda Tv’nin dünya çapında yaygınlaşmaya başlamasıyla, dünyanın giderek Amerikan kültürünün egemen olduğu küresel bir köy (global village) haline geleceği öngörüsünde bulunmuştu.[1]
Tv ve ardından internetin etkisiyle bugün yaşanan durum tam da bu değil midir? Dolayısıyla medyanın gücünü yok saymak veya küçümsemek isabetli bir yaklaşım olmayacaktır. Lakin mevcut işleyişte “medyanın gücü”nden önce “gücün medyası” tesbitinin yapılması, meseleyi doğru anlamak ve konumlandırmak açısından elzemdir. Üstelik bu durum salt günümüzün gerçekliği de değildir, tarih boyu çoğu zaman yaygın durum bu olmuştur.
İnsan sosyal bir varlıktır ve dolayısıyla insanın olduğu yerde iletişim kaçınılmazdır. Modern medya tanımı ve buna dayalı medya tarihi her ne kadar matbaanın icadı ve onunla birlikte başlayan basılı yayınlarla başlatılıyor olsa da, insanlık tarihinin modern dönemden ve bu dönemin başat aktörü olan Batı’dan ibaret olmadığı açıktır.
Batılıların kendilerini merkeze koyarak ürettikleri ezberleri tekrarlamayı “entelektüellik” olarak gören Batı mukallidi “aydınların” aksine, biz hayatı, insanı ve insanlık tarihini Kitab-ı Kerim’i merkeze alarak okumayı ve anlama çabası göstermeyi imanımızın bir gereği görmekteyiz.
Vahye kulaklarını ve kalplerini tıkamış ve hevalarını ilah edinmiş olan Batılıların insanlık tarihini “ilkellikten medeniliğe” doğru akan bir süreç olarak görüp o şekilde tasnife tâbi tutan determinist yaklaşımlarına karşın, biz insanlık tarihinin Nübüvvet ve ona dayalı olarak Allah’a itaatle başlayıp, daha sonra insanların farklı tercihleriyle takva ile tuğyan arasında değişen döngüsel bir süreç olduğunu biliyoruz.
İşte bizim iletişim/medya konusuna bakışımız da, Batılı kalıplarla olmamalı, olamaz. Biz Kitab-ı Kerim’in tanıklığıyla biliyoruz ki, insanlık tarihi bir anlamda iletişimle başlamıştır. Zira Rabbimiz, insanın yaratılış ve dünya imtihanının başlamasına giden süreci bize beyan ederken, Adem (a.s.)’a isimleri öğrettiğini bildirmektedir.[2]
Rabbani Medya, Şeytani Medya
İnsana isimlerin öğretilmesi, iletişimin başlangıcını oluşturmaktadır. İlk insan Adem (a.s.) ve eşi yaratılıp cennete yerleştirildikten sonra iletişim ve imtihan süreci de başlamıştır. İlk insanlara Rabbimizin “Ve dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleşin. İkiniz de onun nimetlerinden dilediğiniz gibi bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (A’raf, 7/35) emri ve bu emre karşılık İblis’in “…Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı…” (A’raf, 7/20) şeklindeki aldatıcı propagandası, insanoğlunun muhatap olduğu ilk iletişim mesajları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aslında medya tarihi, bu iki mesaj türünün bir süreğidir dersek yanlış bir tesbit yapmış olmayız. Rabbani kaynaklı, hakikat üzere inşa ve ifade edilmiş mesaj türü ve buna karşılık şeytani kaynak ve nitelikli, yalan ve aldatmaya, saptırmaya dayalı mesaj türü…
İletişimin türü ve iletişim araçlarının mahiyeti zaman içinde değişse de, bu iki nitelik değişmemiştir ve günümüz medyalarını da bu temelde ikiye ayırmamız gerekir. İletişim araçları (medya) neticede güç/iktidar ilişkileriyle doğrudan bağlantılı ve bu ilişkilere bağımlı olduğundan, hakkın egemen olduğu zeminlerde medya hakkın ve halkın sesi olma niteliğine haiz olurken, bâtılın egemen olduğu zeminlerde ise bâtılın ve onunla kitlelere tahakküm eden güç odaklarının (mele ve mütrefin) sesi ve dahası tahakküm aracı olmuştur, olmaktadır.
Mekke câhiliyesinin medyası durumundaki cahiliye şairlerinin şiirleri ile, Rasulullah (a.s.)’ın Medinesindeki, İslam devletinin medyası işlevi gören mü’min şairlerin şiirleri arasındaki fark bunun tarihteki örneklerinden biridir.
Günümüzde, hem küresel hem de yerel ölçekte mele ve mürtefin (siyasi ve iktisadi güç odaklarının) medyası durumundaki yaygın/egemen medya araçları ile, gücün sözüne karşı dar imkânlarla da olsa sözün gücünü yükseltme mücadelesi veren mü’minlerin mütevazi medya organları arasındaki nitelik farkı aynı minvaldedir.
Evet, şiir İslam risaleti öncesi dönemde Arabistan coğrafyasında bugünkü medyanın işlevine sahipti. Topluma belli mesajların iletilmesi, içtimai ve siyasi kanaatlerin oluşturulması, gündemin belirlenmesi ve yönlendirilmesi, muhalif düşüncelerin dile getirilmesi gibi hususlarda en etkili araç durumundaydı.
Şiirin yanı sıra kıssacılık da bu noktada etkili bir araç işlevi görüyordu. Kıssacılar (kussas), türlü hikâyelerle toplum algı ve anlayışını yönlendiriyorlardı. Nadr b. Haris’in, Mekke toplumunun dikkatini Kur’an mesajlarından uzaklaştırmak için, bir kontra-medya faaliyeti olarak İran hikâyelerini getirip Mekke’de gündemleştirmesi meşhurdur.
Şiirleri Kâbe duvarına asılarak kamuoyuyla paylaşılan muallaka şairleri bu anlamda o günün Arabistan’ının “ana akım medyası” niteliğine haizdiler. O günün şairleri arasında, cahiliye döneminde şair olup, Müslüman olduktan sonra da şiirle iştigal etmeye devam eden ve bu sebeple “muhadramun” diye vasfedilen şairler de vardı, ki “Rasulullah’ın şairi” Hassan b. Sâbit, Abdullah b. Revâha, Abdullah b. Zib’ara bu isimler arasındadır.
İbn Hacer’in el-İsâbe’sinde Hassan b. Sâbit’le ilgili şu bilgileri okuyoruz:
“Cahiliye devrinde Yesriblilerin şairiydi. Peygamberlik döneminde Rasulullah’ın şairiydi… Rasulullah Hassan’ı minbere koyardı. O oraya çıkıp, Rasulullah’ı hicvedenleri hicvederdi. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: Rasulullah’ı savunduğu sürece, Rûhu’l-Kudüs Hassan ile beraberdir.”[3]
Hassan b. Sâbit'le ilgili şu rivayet de konumuzla ilgili dikkate şayan bir içeriğe sahiptir:
“Hassan’a: ‘Ey Ebû’l-Hüsam! İslam’daki şiirlerin gevşedi, zayıfladı’ denildi. Hassan, bunu söyleyen kişiye: ‘Ey kardeş oğlu! İslam yalanı yasaklıyor. Şiiri, yalan süsleyip güzelleştirir’ diye cevap verdi.”
İşte “medyanın gücü” ile “gücün medyası”nın ayrılış noktası tam da burasıdır. Bu iki tanımı yapmakla, “sözün gücü” ile “gücün sözü” arasındaki akidevi, ahlaki, ontolojik farktan söz etmekteyiz. Hakka ittiba anlayışı üzere, adil şahitlik zemininde bir iletişim faaliyeti yürütmeyi esas alan, dolayısıyla mevcut durumda yaygın olduğu üzere “medyanın gerçeği”ni kurgulayıp pazarlama değil, “gerçeğin medyası” anlayışıyla hareket eden bir medya gücünün, her an ve alanda insanlığın hayrına olacağı aşikârdır.
Söz konusu olan “gerçeğin medyası” olsa, içtimai ve siyasi işleyiş açısından ister dördüncü kuvvet, ister birinci kuvvet olsun işlevi açısından sorun değil, insanlığa olumlu bir katkı teşkil edecektir. Oysa mevcut durumda yaygın/egemen olduğu gibi “gücün medyası” ve onun “medyanın gerçeği” yaklaşımı üzere olan işleyişi, medyayı tuğyanın, zulmün ve sömürünün etkili bir aracı haline getirmektedir.
Medyanın varlık gerekçesi gereği, herhangi bir medya organından öncelikle beklenen; sonuna kadar gerçeğin peşinde koşmak ve olup-biteni topluma doğru bir şekilde aktarmaktır. Bugün dünyada ve Türkiye’deki hakim medya anlayışı ise, gerçeğin peşinde koşan ve olup-biteni aktaran bir ayna olmaktan ziyade, dayandığı siyasi veya iktisadi güç adına “gerçeği” kendisi kurgulayıp servis eden ve güç odakları ne olmasını istiyorsa onu haber veya veri olarak üreten veya olup-biteni bu şekilde haberleştiren bir kurgu ve illüzyon mantığından neşet etmektedir.
Bu durumda haber de, yorum da gerçeğin aranması ve aktarılması ameliyesi olmaktan çıkıp, birer siyasi/iktisadi nüfuz aracı haline gelmektedir. Dolayısıyla bırakalım asgari insani/vicdani değerleri, iletişim fakültelerinde öğrencilere ezberletilen “Basın Ahlak İlkeleri” bile medya organları açısından bir bağlayıcılığa sahip olamamaktadır.
Medya organlarının iktisadi ve siyasi nüfuz silahı, medya çalışanlarının da bu nüfuz savaşının silahşörleri olarak istihdam edildikleri gerçeği, bugün medya dünyasının en yakıcı gerçeğidir. Bir iletişim fakültesi mezunu olarak, bu yakıcı gerçekle yüzleşmek, beni gazetecilik mesleğinden soğutan bir husus olmuştu.
Okulu bitirip gazeteciliğe başladığım süreçte bir süre çalıştığım muhafazakâr bir gazetede, Yazı İşleri Müdürü tarafından bana tevdi edilen bir haberi çalışmayı, tevdi edilenin haber değil gazeteye hükmeden holdingin rakiplerine yönelik nüfuz çatışması eksenli bir dosya olduğunu gördüğümden reddetmiş ve bu ret, gazetede ciddi bir sıkıntıya sebep olmuştu. Bugün medyada haber diye okuduğumuz/izlediğimiz nice metnin arka planında bu tür nüfuz savaşlarına dayalı kurguların olduğunu bilmemiz gerekir. Tüm çeşitliliğine ve çok sesliliğine rağmen medyanın bu alanda aynı anlayış ve alışkanlıklarla hareket ettiğini söylemek haksız bir tesbit olmayacaktır.
Bugün medyanın “siyasi ve iktisadi nüfuz aracı” olma niteliği, habercilik anlayışı ve yorum kabiliyetini belirleyen temel etken durumundadır. Medyada “haber” olarak yer alan pek çok metin, aslında bir iktisadi veya siyasi faaliyetin parçası olarak üretilmekte, gerek medya organlarının ardındaki şirketlerin gerekse reklam veren şirketlerin satış stratejileri veya siyasi odakların hedefleri doğrultusunda üretilip servise konulmaktadır. Bu açıdan medyada yer alan haberlerin yalnızca haber olmadığını bilmek ve onlarla hedeflenenin ne olduğunu kavramaya çalışmak gerekir.
Hatırladığım kadarıyla “Gazete Haberciliği” dersinde, bu konuyla ilgili olarak bize şu örnek anlatılmıştı: 80’li yıllarda Milliyet gazetesi “bakır tencerelerin zararları” konusunda bir yayın furyası başlatıyor. Birkaç ay süren bu yayınlarda bakır tencerelerin kanser sebebi olduğu ifade ediliyor ve tıp çevrelerinden bu konuyla ilgili görüşler alınıp aktarılıyor. Buraya kadar her şey, Milliyet’in halkın sağlığına ne kadar da önem verdiği şeklinde anlaşılıyor.
Fakat sonunda bu gayretkeşliğin gerçek gayesi ortaya çıkıyor: Bu yayınların sonunda Milliyet, çelik tencere promosyon kampanyasına start veriyor! 90’lı yıllarda TRT ekranlarında birkaç ay süren mercimeğin faydaları konusundaki yayınların ardındaki gayenin de, Tarım Bakanlığı’nın depolarındaki mercimek stoğunun eritilmesi olduğu çok geçmeden anlaşılmıştı! Günümüzde de medyada yer alan birçok haber ve yorumun bu tür iktisadi veya siyasi gayeler çerçevesinde üretilen metinler olduğunu bilmekte fayda vardır.
Medyanın siyasi güç sahiplerince, gerek toplumsal mühendislik enstrümanı olarak, gerekse rakiplerine karşı bir operasyon aracı olarak etkili bir şekilde kullanıldığı bilinmektedir. Mekke’de Arap cahiliye şairlerinin, Medine’de ise Yahudi şairlerin Rasulullah’a ve İslam’a yönelik muhalefetleri bu duruma örnektir.
AKP genel başkanı ve başbakan olduğu bir dönemde, 2016 yılında Ahmet Davutoğlu’na karşı gerçekleştirilen meşhur “Pelikan” operasyonu bu konuda yakın dönemle ilgili uzun yıllar unutulmayacak bir örnektir. Bir asır öncesinde benzeri bir medya operasyonunu, “Pelikan” operasyonu sonrası konuyla ilgili kaleme aldığı “O gece radyoda olanlar...” başlıklı yazısında Yıldıray Oğur şöyle anlatıyordu:
“Sadri Maksudi, Çarlık Rusya’sına bağlı Tatar bölgesinde Cumhurbaşkanlığı da yapmış inanmış bir Türk milliyetçisi, Sorbonne’da ders vermiş bir tarih profesörüydü. Cumhuriyet kurulunca heyecanla Ankara’ya gelmiş, Atatürk’ün ricasıyla da yeni Türk Cumhuriyetine hizmet etmek için Ankara’ya taşınmıştı. Üniversitede dersler verdi, Tarih Kongreleri’ne öncülük etti, Atatürk’ün sofrasının müdavimlerinden biri oldu. Tabii vekil de seçilmişti.
Bir gün Meclis’te adını Atatürk’ün koyduğu Denizbank’ın kuruluş önerisi görüşülüyordu. İtiraz etti: ‘Denizbank Türkçe değil Deniz Bankası olmalı.’ Bir profesörden gelen bu itiraz kabul edildi.
O gece sofrasında bunu duyan Atatürk çok kızdı. Gece yarısını geçmişti. Radyoyu açtırdı, sofrasındakileri radyoya gönderdi. Sabaha kadar radyoda Sadri Maksudi linç edildi. Falif Rıfkı, Sadri Maksudi’yi ‘karanlık kafalı’, yıllarca adı kitaplarda A. diye yazılan Agop Dilaçar, bu Türkçü tarihçiyi ‘Gayrimillî, Türkçe bilmez, cahil’ ilan etti. Ertesi gün gazetelerin manşetlerinde de sürdü linç.
Bir gecede profesörlükten cahilliğe terfi ettirilen Maksudi köşesine çekildi, dersler verdi, emekli oldu. Ama hep küs kaldı.”[4]
Medya araçlarının iktidar sahiplerince bir operasyon enstrümanı olarak kullanılmasına misal olarak hatırlattığımız bu iki hadiseden 1920’lerde olanda araç radyo, 2010’larda olanda ise internet olmuştur. Görüldüğü üzere araçlar değişse de, yaygın/egemen medyanın “gücün medyası” olma niteliği değişmemektedir.
“Bilim Kilisesi”nin Propaganda Aracı Olarak Medya
Muharref Hıristiyanlığın fıtrat ve akılla çatışan öğretileri ve Katolik kilisesinin bu öğretilere dayalı endüljans ve engizisyon gibi uygulamaları, özellikle 15. asır ve sonrasında Batı’da kiliseye karşı sorgulamaları ve itirazları beraberinde getirmiştir.
Bu sorgulama ve itirazlar, yeryüzündeki yegâne hak din[5] olan İslam’ın mesajına yönelme gibi bir yaklaşımdan mahrum olduğundan, iki yönde sonuç vermiştir. 1- Martin Luther ve Jean Calvin gibi isimlerin öncülük ettiği reformasyon, 2- Kiliseye ve onun üzerinden bütünüyle din mefhumuna tavır alarak, seküler temelde insanı ve insan aklını merkeze alıp mutlaklaştıran pozitivist “aydınlanmacı” yaklaşım.
İşte bu yaklaşım, Hümanizm ile “Tanrı”nın yerine insanı, pozitivizm ile “İncil”in yerine aklı koyduğu gibi, “Kilise”nin yerine de kendi kilisesini inşa etmiştir: “Bilim Kilisesi”. “Aydınlanma” ideolojisinin dini olan laisizmi resmi din haline getiren ulus-devletler, “Bilim Kilisesi”nin şubeleri olan üniversite ve okulları kilisenin karşısında konumlandırdı, profesörler, doçentler ve öğretmenler de toplum için belirlenen yeni resmi dinin “rahipleri” olarak vazifelendirildi.
Bu süreçte matbaanın da giderek yaygın kullanıma alındığı bir ortamda gazete ve dergi gibi süreli yayınlar ve sonrasında radyo ve televizyonun icadıyla güçlenen seküler ulus-devlet medyası, yeni resmi dinin propaganda aracı, kiliseye karşı “Bilim Kilisesi”nin sesi olarak işlev görmeye başladı.
Türkiye’de Kemalist tuğyan kadrosunca 1923’te kurulan laik rejim, her konu ve alanda olduğu gibi bu hususlarda da Batıyı birebir taklit etmeye koyuldu. İslam’ı toplum hayatı ve devlet nizamından uzaklaştırarak, Batının laisizmini “resmi din” olarak konumlandırdı, câmiye karşı okulu bu yeni dinin mâbedi, imamlara karşı öğretmenleri bu yeni dinin “rahipleri” işleviyle vazifelendirdi.
Medyanın işlevi de, aynı şekilde Batıdan kopyalamaya dayalı olarak yeni “resmi dinin” propagandasını yapmak ve bu karşın İslam ve Müslümanların ise karalanması ve karikatürize edilmesi şeklinde belirlendi. Yaygın/egemen medya organları, gazetesi, radyosu ve sonraki dönemlerde televizyonlarıyla bu habis işlevi üstlenirken, sinema sektörü de aynı yaklaşımla hareket etti.
Bir cami hocasının keçisi çalındığında bu olayın medyada kasten “İmam keçi çaldı” şeklinde verilmiş olması, medyanın bu işlev ve tutumu konusunda darb-ı mesel haline gelmiştir. Sinema filmlerinde cami hocası ile köy öğretmeni tiplemelerinin, hocanın pejmürde kılıklı, menfaatçi, merhametsiz, öğretmenin ise sevecen, yardımsever bir portreyle birbirine karşı konumlandırılması, dahası cami hocalarının savaş zamanlarında düşmanla işbirliği yapan tiplemeler olarak propaganda edilmesi, resmisi gayr-i resmiyle laik ulus-devlet medyasının İslam ve Müslümanlara karşı kara propaganda örneklerinden bazılarıdır.
“İrtica”, “mürteci”, “yobaz”, “kara ses”, “meczup” gibi yaftalamalar da, laik rejim ve onun güdümündeki medya organlarının İslam ve Müslümanlara karşı kara propaganda jargonunda öne çıkan ifadeler oldular. En son 28 Şubat süreci, bu habis jargonun Müslümanların üzerine boca edildiği bir dönem oldu bilindiği üzere.
Medyanın her alanda olduğu gibi İslam ve Müslümanlar konusundaki tutumu da, değişen siyasi şartlara göre görece değişiklik göstermektedir. 28 Şubat sonrası dönemde, 2002 yılında AKP hükümetleriyle birlikte jakoben baskıcı laiklik yerine tesis edilmeye başlanan anglo-sakson ılımlı laiklik politikalarının medyanın tarz ve diline yansıması bunun bir örneğidir.
“Merkez medya” adım adım jakoben niteliğinden yeni iktidara uyumlu şekilde ılımlı laiklik anlayışına evrilince, İslam ve Müslümanlar konusundaki yayın politikaları da bu değişime ayak uydurmaya başladı. Artık medya, İslam ve Müslümanları düşmanlaştırıcı ve karalayıcı yayınlardan ziyade, İslam ve Müslümanları rejime entegre edecek tarzda, İslam’ı bir egemenlik öğretisi ve hayat nizamı olmaktan ziyade mevcut egemenlik ilişkilerine tâbi, ahlaki öğretileri yüksek, bununla birlikte mevcut işleyişle uyumlu bir din ve Müslümanları da “dindar” kimlikleriyle mevcut içtimai ve siyasi işleyişe sâdık insanlar olarak konumlandıracak tarzda yayınlar yapıyor.
Bu itibarla İslam’a ve Müslümanlara yönelik jakoben laik saldırganlığı ve buna dayalı medya politikalarını şeytanın soldan yanaşması olarak nitelemek mümkün olduğu gibi, ılımlı laik yaklaşım ve medya politikalarını da şeytanın sağdan yanaşması olarak niteleyebiliriz.
Biz Müslümanlara düşen görev, şeytanın her türlü yaklaşım biçimine karşı uyanık olmak, İslam’ı bütüncül bir hayat nizamı olarak doğru kavrayıp, insan hevasına dayalı egemenlik ilişkilerine tâbi değil, onları temelden reddeden yegâne hak egemenlik öğretisi olduğu bilinciyle İslam’a ittiba etmektir.
Rabbimizin Bakara suresi 143 ve Hac suresi 78. ayetlerde buyurduğu üzere yeryüzündeki hakka şahitlik mükellefiyetimizin bir parçası olarak imkânlarımız dahilinde medya organlarına sahip olmaya çalışmak ve böylece “gücün medyasına” karşı sözün gücünü yükseltmeye çalışmamız gerekir.
[1] Mcluhan’ın konuyla ilgili “The Global Village” adlı eseri, Türkiye’de de “Global Köy” adıyla (Scala Yayıncılık) yayınlandı.