Veysi SELİMOĞLU

05 Şubat 2008

MODERN ZAMANDA KİMLİĞİMİZ VE DURUŞUMUZ

Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden biri, insanlara doğruyu göstermektir.  İnsanoğlu bilgiyi alabilecek, anlayacak ve aktarabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Doğruyu yapması, ancak doğru anlaması ile mümkündür. Yanlış anlarsa elde ettiği bütün bilgi onun yanlış üzere devam etmesine yol açar.
Öyleyse gönderilme gayesi insanları doğru yola iletmek olan peygamberler yanlış anlaşılırsa ne olur? Yaptığı eksik ya da yanlış olsa da herkes yaptığının doğru olduğunu iddia eder.
Her konuda “DOĞRU” tek değildir. Bu özellikle beşeri “doğrular” için böyledir. Doğruya dair iki kaynak ve ölçü vardır: Birincisi; hak olan, hakka ait doğrular. Her Müslüman’a göre mutlak doğru olan, değişmeyen, tartışılmayan doğrular. Kur’an’da yer alan muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açık hükümler, hak ve hakikatler.
 İkincisi; insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine dayalı doğrulardır. Bu ikinci “doğrular” farklı anlamaya müsait, yoruma açıktır. Yani göreceli, zanni, içtihadi, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek doğrular ikinci çeşit doğrulardır.
Burada amacım teknik bilgiler vermekten ziyade şuna dikkat çekmektir: Yüce Allah, şu veya buna veya filan zatların dini yorumlama metotlarına ve uygulamalarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi kitabına uyup uymadığımızdan bizi sorumlu tutacaktır. Bir de yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan bizi sorumlu tutacaktır.
Rasulullah (a.s.)’ın 23 yıl süren tevhidi mücadelesi Kur’an’ı hayatın her alanında hakim kılma mücadelesidir. Bunun örnekliğini bize en güzel şekilde kendisi göstermiştir. Bu örnekliğine “nebevi metod” diyoruz.
İçinde yaşadığımız ülkede 85 yıldır halkına, Kemalist kimliğe dayalı ulus devlet ideolojisini dikte eden ve dayatan anlayış, zaman zaman  sahte kurtarıcılar veya muktedir olmayan iktidarlar aracılığıyla “demokrasi” beşiği koyar toplumun önüne. Fakat kendisini tehlikede hissettiği bazı dönemlerde bu beşik yerine tanklarını meydana sürmekte de bir beis görmez.
Elbette çözüm sistemin gösterdiği dönemsel yumuşa oyunlarına kanıp oyalanmak değildir. Müslüman kimliğin gerektirdiği muhalif duruş ve nebevi hareket metoduna uyan bir kimliğin sürekliliğindedir.
Elbette Müslüman kimlik, çevresinden haberdar olmayı, gündemi takip etmeyi ve buna uygun tavırlar geliştirmeyi gerektirir.
Elbette Müslüman kimlik, gerek küresel çapta, gerek yerel çapta egemenler tarafından kendisine öngörülen ve dayatılan omurgasızlığa karşı direnecek, razı olmayacak, karşı tavır geliştirecektir.
Elbette Müslüman kimlik uzlaşmacı olmayacak ve ilkelerinden taviz vermeyecek, sindirilmeyi kabul etmeyecektir.
Elbette Müslüman kimlik Rabbi’ne teslim olmuş insanların kimliğidir. Hayat biçimimizi ve hareket yöntemimizi belirleyecek olan, asla küresel ve yerel toplum mühendisleri değil, alemlerin rabbi ve terbiyecisi olan Rabbül Alemin’dir.
İşte burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus; bütün bunları yaparken İslami şahsiyette olması ve oluşması gereken dinamiklerdir.
           Namazları koruyup ve huşu içinde bir tevhid eylemi olarak ikame etmeyi belki de en baş sıraya koymalıyız.
“Ey iman edenler! Sabırla ve namazla Allah’tan yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” 2/153
Namazları diriltmeli ve korumalıyız. Namaz bizi Allah’a yakınlaştırmalı, Allah’la beraber olduğumuz bilincine yükseltmelidir.
Dua da hayatımızda çokça yer alması gereken samimiyeti arttırıcı, bizi Rabbe yaklaştırıcı bir dinamiktir.
Küfre karşı kıyam ederken Allah’tan yardım dilemiyi, her daim O’na yalvarmayı da pratiklerimizin, hayatımızın merkezine koyabilmeliyiz.
Cami ve cemaat namazları bireysellikten kurtulmanın yöntemi olarak kaynaşma vesilesi yapılabilir.
Tevhidi düşünen Müslümanlar, namazları camilerde gerçek anlamda cemaat halinde kılmanın fıkhını, belki de yeniden oluşturmalı, “camileri nasıl ihya ederiz” diye  tartışmalıdırlar. Cemaat halinde ibadet, toplumla kaynaşma ve toplumu Kur’an’la buluşturma imkanı sağlar.
Akif’in  “Şu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli” mısrasından yola çıkarak, içi boşaltılmış ve ruhsuzlaştırılmış ezanlara yeniden ruh katmaya çalışmak gerekir diye düşünüyorum.
Yaptığımız veya yapacağımız bütün çalışma ve organizasyonları hem nitelik hem nicelik açısından cazibe merkezi haline getiremiyorsak, yaptığımız işin bir ayağı eksiktir anlamına gelmez mi? Mekanik veya teknik işleyişler güzel işleyebilir fakat içeriği zayıfsa bir süre sonra paslanmaya yol açmaz mı?
Değinilecek maddeleri arttırabiliriz, alfabetik sıralama da belki buna kafi gelmez. Fakat şu kadarını söylemeliyiz ki önemsenecek şey, Tevhid ve adaletin şahitliğini yapan, Kur’an nesli inşa çabasının bir ferdi olan her Müslüman, elbette içinde bulunduğu cahili sisteme karşı omurgalı duruş sergileyecek, Müslüman kimlik inşasının bir neferi olacak, inşa ve ıslah çabalarında aktif görev alacaktır.
Tabii bu çabayı sürdürür kendimizi mekanik bir işleyişin içinde boğmamalı, bize şevk ve heyecan verecek, anlam katacak, maneviyatımızı güçlü tutacak dinamikleri birbirimize hatırlatmalı, birbirimizi bu manada da teşvik etmeliyiz.