24-04-2009 10:19

Yeni başlayanlar için Mustafa Kemal

Neredeyse her kesimin bir Mustafa Kemal`i var. Kemalistlerin, muhafazakârların, milliyetçilerin, sosyal demokratların Mustafa Kemal`İ hiç birbirine benzemiyor. Peki Mustafa Kemal gerçekte bunlardan hangisi? Taha Akyol, `Atatürk`ün değişen politikaları` başlığıyla bunu yazdı:

Yeni başlayanlar için Mustafa Kemal

Neredeyse her kesimin bir Mustafa Kemal'i var. Kemalistlerin, muhafazakârların, milliyetçilerin, sosyal demokratların Mustafa Kemal'i hiç birbirine benzemiyor.

Peki Mustafa Kemal gerçekte bunlardan hangisi? Taha Akyol, "Atatürk'ün değişen politikaları" başlığıyla bunu yazdı:

Atatürk'ün değişen politikaları

Taha Akyol / Milliyet

ATATÜRK 23 Nisan 1920’de TBMM’yi Osmanlı tarihinde bile görülmedik şekilde yoğun bir İslami gösteriyle açtı. 24 Nisan’da Meclis’te uzun bir konuşma yaptı. Konuşması, mükemmel bir siyasi analiz örneğidir ve zafere kadar sürecek iki yıllık dönem için de bir yol haritasıdır.

Bu konuşmasında tam bir Osmanlı paşasıdır; hilafet ve saltanata fevkalade bağlıdır. Milletin Türk, Çerkez, Kürt gibi “anâsır-ı İslamiye”den oluştuğunu, bunların “ırki, sosyal ve coğrafi haklar”ının bulunduğunu ama bu hakların şimdi değil zaferden sonra konuşulacağını söyler.

1915’te Ermenilerin maruz kaldığı hadiselerin “fezahat” (çok çirkin olaylar) olduğunu belirtir.
Mustafa Kemal’in, on ay önce imzaladığı Amasya Protokolleri’nde de Kürtlerin “ırki ve sosyal hakları”ndan bahsediliyordu. Aynı protokollerde, 1915’te Ermenilere karşı suç işleyenleri yargılamanın “adalet ve siyaset” açısından gerekli olduğu da belirtiliyordu.

Dış politikada, İslam ve Bolşevik desteğine birinci derecede önem veriyor, resmen ilk defa “emperyalizm”den bahsediyordu.

Radikal değişim
Zaferden sonra, bu çok yoğun İslami vurgudan radikal bir laikleşme sürecine girildi.
Milli Mücadele sırasında dile getirdiği Kürtlerin “ırki, sosyal, coğrafi hakları” ve “İslam kardeşliği” vurgusunun amacı onları Milli Mücadele’ye kazanmak ve Doğu illerimizde Ermenistan kurulmasını önlemekti.
Gazi’nin Kürtlerden ve “illerin özerkliği”nden bahsettiği son konuşması, 17 Ocak 1923 tarihlidir ve Lozan’da Kürt meselesinin tartışıldığı sıradadır. Lozan’dan sonra bu kavramları ömrü boyunca ağzına almamış, 1924 Anayasası’nda bütün vatandaşlarımız hakkında “Türk denilir” hükmünü koymuştur.
Doğru olan “vatandaşlık” vurgulu milliyetçilik, 1930’larda “ırk ve köken birliği” vurgusuna kadar savrulacaktır maalesef.
Milli Mücadele döneminde 1915 olaylarının Divan-ı Harplerde yargılanmasını “adaletin ve siyasetin” gereği olarak kabul etmesi de siyasi bir taktikti. Batılıları yatıştırmak ve Milli Mücadele’ye “İttihatçı” damgasının vurulmasını önlemek için...
Zaferden sonra ise, bırakın yargılamayı, Lozan’da,“Genel Affa İlişkin Açıklama ve Protokol, Ek VIII” ile genel af çıkarıldı ve 1915 defteri hukuki olarak kapatıldı.

Tarihten geleceğe
Milli Mücadele’de İslam dünyasının ve Bolşevik Rusya’nın desteğini almak için geliştirilen “İslam âlemi” ve “hilafet” vurgusu da “emperyalizm” ve “mazlum milletler” söylemi de zaferle birlikte tamamen terk edildi.
Gazi artık yeni Türkiye’yi “Avrupa Türkiye’si, Batı’ya yönelmiş Türkiye” diye tanımlamaktadır.
“Nutuk” da bu değişen iç ve dış politikalara göre yazılmıştır.
Bu dönemde yabancı sermayeye çağrı çıkarılmış, dış borç alınmış, İngiltere ile ittifak politikası geliştirilmiştir.
Bunlar niye önemli? İki sebepten:
-  Atatürk’ün söylem ve eylemleri doğaüstü hikmetler olmayıp bir siyaset dâhisinin ‘tarihsel zaman’lara göre geliştirdiği değişik politikaların ifadesidir.
-  Biz de günümüzün iç ve dış olaylarına ezberlerimiz açısından değil, içinde bulunduğumuz ‘tarihsel zaman’ın dinamikleri açısından bakmalıyız.
Aksi halde, tarihten ders almış olmayız, tarihe çakılıp kalırız; günümüzün körleri oluruz.

YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   26-04-2009 21:46

    İSLÀM DEVLETİNİ YOK ETMEK Birinci Dünya Savaşı, müttefik devletlerin kesin zafer elde etmelerinden sonra savaşa katılan ülkeler arasında ateşkes ilân edilerek sona erdi. Osmanlı Devleti, bir çok küçük parçalara bölünüp tahrip edildi. Müttefik devletler bütün Arap beldelerini işgal ettiler. Mısır, Suriye, Filistin, Doğu Ürdün, Irak'ı işgal edip bunları devletten ayırdılar. Osmanlıların ellerinde Türkiye adındaki beldelerinden başka bir yer kalmadı. Müttefikler oraya da girdiler. İngiliz savaş gemileri Boğazlara hakim oldu. İngiliz askerleri başkentin bir kısmını, Çanakkale'nin bütün kalelerini ve Türkiye'nin bütün stratejik ve önemli mevkilerini işgal etti. Fransız askerleri ise, İstanbul'un bir kısmını işgal edip Senegalli askerlerle doldurdu. İtalyan orduları Pera ve demiryollarını işgal ettiler. Müttefiklerin subayları polis ve jandarmalarının işlerini denetlemeye başladı. Limanı da kontrolleri altına aldılar. Kaleleri silahlardan arındırdılar. Türk ordusunun bir kısmını terhis etmeye başladılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti çözülüp dağıldı. Cemal Paşa ve Enver Paşa memleketin dışına kaçtılar. Bu cemiyetin diğer azaları gizlendiler. İşgalci düşmanların emirlerin yerine getirmek için Tevfik Paşa'nın başkanlığında zayıf bir hükümet kuruldu. Bu esnada halife Vahdeddin idi. O, bir emri vâkiı karşısında kaldığını ve durumun hikmetli uslupla kurtarmanın gerekli olduğunu görüyordu. Onun için parlamentoyu feshedip, hükümet başkanlığını en samimi arkadaşı olan Ferid'e verdi. Ferid Paşa, halifenin müttefiklere karşı mülayim tutumunu ve mukavemette sebeb olmayacak bakışını destekledi. Çünkü mukavemetin memleketin helâkine sebeb olacağını görüyordu. Çünkü savaş sona erdi. Vahdeddin, bu planı uyguladı. Hal durgun şekilde Türkiye'de 1919 senesinin ortasına kadar devam etti. O günlerde durumlarda değişiklik oldu. Müttefiklerin tutumları zayıfladı. Çünkü İtalya'da, Fransa'da ve İngiltere'de dahili cephelerini parçalayacak ciddî dahili sorunlar, halk arasında da sıkıntılar, rahatsızlıklar başladı. Müttefikler arasında ihtilaf ortaya çıktı. Hatta bu, İstanbul'da müttefiklerin temsilcileri arasında açık şekilde görüldü. Zira onların arasında ihtilaf çıktı ve ganimetler üzerine rekabet halindeydiler. Askerî mevkiler ve iktisadî imtiyazlardan her devlet aslan payı almayı istiyordu. Böylece Türkiye kendi durumunu kurtarmak için son oku atmayı deneme imkânına sahip oldu. Çünkü müttefiklerin zaafı ve anlaşmazlıkları şu dereceye ulaştı: Onlardan her devlet Türklere diğer devlete karşı tahrik edip yardım ediyordu. O zaman daha sulh konferansı henüz yapılmamıştı. Sulh şartları da ortaya atılmamıştı. Böylece ufukta ümit görüntüleri görülmeye başlandı. İngilizler, M. Kemal’i kendi siyasetlerini uygulamak, Hilâfet Devleti’ni yok etmek üzere kendilerine ajan yapmışlardı. Halk arasında ciddî mukavemet harekatı düzenleme imkanına sahip olduklarına inanılmaya başlandı. Düşmanın kontrolü altında kalan silah depolarını çalıp memleketin diğer yerlerine gizli örgütlere göndermek amacı ile İstanbul'da ondan fazla gizli cemiyet oluştu. Bazı resmî adamları bu işe yardımcı oluyordu. Nitekim Harp Bakanlığının Vekili İsmet Paşa, Harp Erkanı başkanı Fevzi Paşa, İçişleri Bakanı Fethi Paşa, Deniz Bakanı Rauf Bey. Bunların hepsi o cemiyetlere ve o işlere yardımcı oluyordu. Bunun için düşmana gizlice mukavemet yapmak amacıyla bir çok cemiyet kuruldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti canlandı. Nizamî orduların bir kısmı bu hareketlere katıldı. Ondan sonra hepsi Mustafa Kemal'in komutanlığı altında tek bir hareket altında toplandılar. Müttefiklere mukavemet etmek, onları memleketten kovmak niyetiyle birlikte, kendilerine karşı çıkarsa halifenin ordusuna da mukavemet etmek amacıyla harekete geçtiler. Mustafa Kemal, bu hususta büyük başarı elde etti. Ondan sonra İstanbul'daki merkezî hükümetin ve padişahın düşmanların egemenliği altında kaldığını ve Anadolu'da millî bir hükümetin kurulmasının gerekli olduğunu gördü. İşte M. Kemal yapacağı devrime vatancılık elbisesi giydirerek, neticesi Hilâfet’in yok edilmesi olacak olan harekete girişti. Bu aynı zamanda Türkiye’yi diğer Osmanlı Devleti parçalarından ayırmak içindi. M. Kemal’in hareketinden açıkça anlaşılan onu bu işe hazırlayanların ve bu devrim için onu kullananların İngilizler olduğudur. Bu nedenle Sivas'da millî bir konferans yaptı. Burada Türkiye'nin istikbalini kurmayı sağlayacak vesile ve üsluplar tartışıldı. Konferans bir takım kararlar aldı, yürütücü komisyon seçti ve bu komisyonun başkanlığına Mustafa Kemal'i getirdi. Bu konferans padişaha hükümet başkanı Ferid Paşa'yı azletmekle ilgili bir talebte bulunarak uyarı gönderdi. Bir de hür yeni parlamento seçimi yapmakla ilgili talebini ekledi. Padişah bu baskı altında mecbur kalıp bu konferansın taleblerine boyun eğerek hükümet başkanı Ferid Paşa'yı azledip yerine Ali Rıza'yı tayin etti. Yeni seçimlerin yapılmasını emretti. Konferansın adamları memleketi kurtarmak isteyen bir kitle olduklarını göstererek seçime katıldılar. Ve böylece yeni parlamentoda ezici çoğunluğu kazandılar. Bu başarının akabinden konferans ve adamları Ankara'ya geçtiler. Bundan sonra Ankara,çalışmanın merkezi oldu. Bu konferansın milletvekilleri Ankara'da bir toplantı yapıp parlamentonun İstanbul'da toplanmasını ve konferansın azalarının birer resmî milletvekili olduktan sonra konferansın feshedilmesini önerdiler. Fakat Mustafa Kemal, bu iki düşünceye karşı çıkıp şöyle dedi: "Bu konferans, parlamentonun adalete ne kadar bağlı olduğunu ve siyasetinin ne olduğu anlaşılıncaya kadar devam etmeli. Başkente geçmek ise delice bir ahmaklıktan başka bir şey değildir. Çünkü bunu yaparsanız, yabancı düşmanın tahakkümü altında kalırsınız. İngilizler beldelere hakimiyetlerini devam ettiriyorlar. Hükümet sizin işlerinize karışacak. Sizi de tutuklayabilir. Bu nedenle parlamentonun mustakil ve hür kalabilmesi için burada Ankara'da toplanması uygun olur." Mustafa Kemal bu kendi görüşü üzerinde ısrarla kaldı, fakat milletvekillerini parlamentonun Ankara'da toplanmasına ikna edemedi. Milletvekilleri başkente gidip, halifeye bağlılıklarını ve itaatlarını gösterdiler. Ondan sonra işlerine devam ettiler. Bu hadise 1920 senesinin Ocak ayında idi. Sultan iradesini milletvekillere kabul ettirmeye çalıştı. Fakat milletvekilleri reddettiler ve memleketin halklarına sımsıkı sarıldıklarını ortaya koydular. Üzerlerinde baskı artınca Sivas konferansında ortaya çıkarttıkları millî misaklarını kamuoyuna bildirdiler. Bu misak barışı kabul edebilmek şartlarını ihtiva eden belgeydi. Bu şartlardan en önemlisi Türkiye’nin belli sınırlar içerisinde müstakil ve hür olmasaydı. Müttefikler ve özellikle İngilizler buna sevindiler. Çünkü bu kararı çıkartmak için çalışıyorlardı. Bir de bu kararı memleketin ahalisinden çıkmasını sağlamak için çalışıyorlardı. Dikkati çeken nokta; İslâm Devleti vasfı ile Osmanlı Devleti'nin hükmü altında bulunan bütün beldeler Birinci Cihan Savaşından sonra birer millî misak çıkartmalarıdır. Bütün bu millî misaklar bir bent içeriyordu ki o da şu idi: Müttefiklerin istedikleri parçanın ayrı müstakil bir ülke olmasıdır. Irak'ta Irak istiklalini içeren millî misak çıkartıldı. Suriye'de Suriye istiklalini içeren millî misak çıkarttılar. Filistin'de Filistin'in istiklalini içeren millî misak çıkarttılar. Mısır'da Mısır'ın istiklalini içeren millî misak çıkarıldı v.b. Bunun için müttefiklerin ve özellikle İngilizlerin Türk millî misakının çıkması ile sevinmeleri tabiî idi. Çünkü bu, onların istediklerine uygun olarak geldi. Zaten planları Osmanlı Devleti'nin birer devletçiklere bölmekti ki, Osmanlı Devleti bir daha bir tek kuvvetli devlete dönüşmesin ve müslümanların devleti yok olsun. Müttefikler her yerde böyle millî misak çıkartmakla başarılı olmasaydılar mesele başka hal alırdı. Çünkü Osmanlı Devleti bütün vilâyetleri ile tek bir devlet idi. Bütün vilâyetlerini kendisinden bir cüz sayıyordu. O bir federal sistem üzerinde değil de birleşik merkezî sistem üzerinde yürüyordu. Bir Hicaz ile bir Türkiye arasında, bir Kudüs sancağı ile bir İskenderun sancağı arasında fark yoktu. Zira hepsi de tek bir devletin birer parçalarıydı. Türkiye'nin hezimeti, Almanya hezimetinden farksızdı. Çünkü ikisi savaşta anlaşmış iki devlet idiler. Sulh şartları birisine uygulanacaksa diğerine de uygulanacaktı. Alman halkı kendi memleketlerinin bir karışı dahi kaybetmedi. Aralarındaki bağlar kopmadı. Osmanlı Devleti'nde de böyle olmalıydı. Halklarının arasında bağların kopması doğru değildi. Müttefikler bunu biliyorlardı. Ve bunu hesaba katarak endişe ediyorlardı. Fakat Osmanlılar, devletlerinin parçalanmasını kendileri istediler. Araplar da Türkler de bunu istediler. O halde müttefikler bunu yerine getirmek için ne kadar çaba gösterip teşvik etseler azdı. Özellikle devletin merkezi olan Türkiye'nin talebine süratle icabet ettiler. Çünkü devlette otoritenin çoğunluğunu temsil ediyordu. İşte bundan dolayı müttefikler Türk millî misakını kendileri için nihai zafer saydılar. Bunun akabinde Türklere mukavemet hürriyeti verdiler. Her yerden çekilmeye başladılar. İngiliz ve Fransız kuvvetleri, memleketin içinden çekildiler. Bu durumda Türklerin azimleri şiddetlendi. Memlekette düşmana karşı oluşan mukavemet hareketi Padişaha karşı bir devrim hareketine dönüştü. Ondan sonra Padişah bu harekete karşı bir ordu hazırlayıp kuvvetli bir hamle başlattı. Netice olarak o mukavemet hareketini yok etti. Ondan sonra devrim merkezi olan Ankara dışında halkın hepsi Padişahla beraber oldular. Ankara da düşmek üzereydi. Ona bağlı köyler arka arkaya Padişahın sancağı altına girip halifenin ordusuna katılmaya başladı. Mustafa Kemal ve onunla birlikte olanlar Ankara'da pek sıkıntılı bir duruma girdiler. Fakat Mustafa Kemal mukavemet üzerinde ısrarlı kaldı. Vatancılarda heyacanı cesareti yeniden tahrik etti. Bunların azimleri tekrar şiddetlendi. Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde İngilizlerin başkenti işgal ettiklerine, vatancıları tutukladıklarına, parlamentoyu zorla kapattıklarına, Padişah ve hükümetin onlara yardım ettiklerine dair haberler yayıldı. Bu haberler akabinde durum değişti. Halk, yüzünü Padişahtan çevirdi. Kamuoyu Ankara'daki vatancılara yöneldi. Kadınlar, erkekler Ankara'dan umut bekleyerek var güçleri ile Türkiye'yi savunmaya koştular. Halifenin ordusundan da bir çoğu da umutlarının bağlandığı Mustafa Kemal'in ordusuna katıldılar. Böylece M. Kemal'in cephesi güçlendi. Memleketin bir çok yerinde güç, onun eline geçti. Bir bildiri yayınlanarak millî meclisi seçmeye davet etti. Bu meclisin merkezi Ankara olacaktı. Seçim oldu, yeni milletvekilleri seçildi. Kendilerine "Büyük Millet meclisi" ismini vererek meşru hükümet ilân ettiler. Sonra M. Kemal'i bu meclisin başkanı seçtiler. Ankara, millî hükümetin başkenti oldu. Bütün Türkler buna katıldı. M. Kemal halifenin geri kalan ordusunu dağıttı. Böylece iç savaş sona erdi. Sanra Yunanlılara karşı harp açtı. Onlarla şiddetli savaşlar oldu. İlk bakışta zafer onların oldu. Sonra durum değişti. Ancak daha sonraları1921'in Ağustos ayına gelindiğinde büyük bir güçle onların üzerine ani bir saldırı yaptı. O zaman Yunanlılar İzmir'i ve Türkiye'nin bazı kıyılarını işgal ediyorlardı, savaş onun zaferi ile bitti. Daha sonra 21 Eylül'ün başlarında 1921'de İsmet İnönü'yü Herington'la geniş bir anlaşma yapmak için gönderdi. Müttefik ülkeler Yunanlıların Teris'ten kovulmasına razı oldular ve kendileri de İstanbul ve Türk topraklarından çıkacaklarına söz verdiler. Mustafa Kemal'in nutuklarının incelenmesinden açığa çıkıyor ki; müttefiklerin bu tutumu M. Kemal'in İslâmî yönetimi ortadan kaldırması karşılığında idi. Onun için bu durum zaferlerden sonra Millet Meclisinde Türkiye'nin durumu hakkındaki tartışma esnasında yaptığı şu konuşmadan anlaşılıyor: "İslâm devletlerinden oluşan bir birliğe inanmıyorum. Hatta Osmanlı halklarından oluşan bir birliğe de inanmıyorum. Bizden olan herkes istediği fikre inanabilir. Fakat hükümetin bir tek hedef ve belirlenmiş bir takım gerçeklere dayalı ve çizilmiş değişmeyen bir siyasete bağlanması gerekir. Onun hedefi, vatanın hayatını ve belli coğrafî sınırlar içerisinde istiklâlini korumaktır. Duygular ve evham bizim siyasetimizi etkilememeli. Rüyalar ve hayalî şeyler yok olsun. Çünkü bunlar geçmişte bize ok pahalıya maloldu." Böylece Türkiye'nin bir İslâm ümmeti olarak değil, bir Türk halkı olarak istiklâlini istediğini ilân etti. Bazı parlementerler ve siyasî adamlar yeni kurulacak hükümet hakkında görüşlerini sordular. Çünkü, o zamanki gibi iki hükümetin var olması makul bir şey değildi. O zaman Ankara'da karargahı olan sulta sahibi geçici bir hükümet ile Padişah ve bakanların başkentte başında bulundukları sembolde resmî bir hükümet vardı. Siyasetçiler bu hususla ilgili kendi görüşünü beyan etmesini ısrarla istediler. Fakat onları cevaplamadı. Bu konudaki niyetini gizledi. Kamuoyunu, Halife Vahdeddin aleyhine kışkırtmaya başladı. Onun İngiliz ve Yunanlılara yardım etmekle suçlayarak halkı onun aleyhine kışkırttı. Bu heyacanlı ve sultandan nefret etme havası altında halife ve hükümeti hakkındaki planını açıklamak için millet meclisini topladı. M. Kemal, Vahdeddin'i azletmek ve saltanatı ilga etmek hususunda milletvekillerini ikna edebileceğini biliyordu. Fakat halifeye saldırmaya cüret edemiyordu. Çünkü böyle bir davranış bütün halkın İslâmî duygularına dokunurdu. Bunun için Hilâfet'i ilga etmedi ve ona dokunmadı. Ancak Hilâfet ile saltanatı birbirinden ayırmayı önerdi. Böylece saltanat ilga edilir ve Vahdeddin azledilirdi. Bu öneriyi duyar duymaz milletvekillerinin hepsinin yüzleri asık bir vaziyet aldı. Ve kendilerinden kabul etmeleri istenilen bu önerinin tehlikesini idrak ettiler. Ve bu konu hakkında görüşme ve tartışma istediler. Fakat M. Kemal bu münakaşadan çekindi ve bu husus hakkında oylamayı istedi. Özel, şahsî arkadaşlarından kendisini 80 milletvekili destekledi. Fakat meclis bunu reddetti ve öneriyi incelemek üzere yasa işleri komisyonuna havale etti. Ertesi gün komisyon toplanınca, komisyonun toplandığı yere M. Kemal gelip işlerini kontrol etmeye başladı. Komisyon o öneriyi bir kaç saat tartıştı. Nitekim bu komisyonun azaları hep alim ve avukatlardan oluşuyordu. Öneriyi şerî nasslarla karşılaştırıyorlardı. Şeriata muhalif olduğunu görüyorlardı. Çünkü İslâm'da biri dini sulta ve diğeri zaman sultası diye bir şey yoktu. Saltanat (otorite sahibi olmak) ve Hilâfet aynı şeydir. Birinin adı din diğerinin adı devlet diye bir şey yoktur. Daha doğrusu burada sadece İslâm nizamı var ve devlet bu nizamdan bir parçadır, nizamı uygulayan ise devlettir. Bunun için yasa koyma komisyonu bu ayırmayı açıklayan bir nass bulamadı. Daha doğrusu böyle incelemeyi açıklayan bir nass dahi bulamadı. Çünkü bu hususla ilgili İslâm nassları gayet açık ve sarihtir. Bunun için komisyon bu öneriyi reddetme kararı aldı. Fakat M. Kemal, Hilâfet Devleti’ni ortadan kaldırmak maksadıyla yerine getirmesi için İngilizlerin kendisine verdikleri rolün gereği saltanatı (otoriteyi) Hilâfet'ten ayırmakla dini devletten ayırmak istiyordu. Zira müttefikler, İslâm Devleti'nin bakıyesini kendi ahalisinin eliyle ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bunun için M. Kemal o komisyonun münakaşalarını ve yöneldikleri görüşleri görünce sinirlerine hakimiyetini kaybedip, birden yerinden atlayıp kürsiye çıktı. Komisyonun münakaşalarını keserek öfkeyle şöyle bağırmıya başladı: "Beyler! Osmanlı Padişahları hakimiyeti halktan zorla gasbettiler. Bu nedenle halk bunu zorla geri almayı kararlaştırdı. Saltanat Hilâfet'ten ayrılmalı ve ilga edilmeli. Siz onaylasanız da onaylamasanız da bu olacaktır. Ancak bu hususta bazılarınızın kellesi düşecek." M. Kemal, bir diktatör diliyle konuşuyordu. Komisyonun toplantısı dağıldı. Sonra acele olarak bu öneriyi tartışmak üzere Millet Meclisi toplantıya çağrıldı. Meclis bu meseleyi tartışırken M.Kemal gelip görüşün bu öneriyi reddetmeye yönelik olduğunu anlayınca arkadaşlarını etrafına toplayıp bu öneri hakkında onaylamanın parmak kaldırmakla olmasını istedi. Millet vekilleri buna itiraz edip şöyle dediler: "Oylama gerekiyorsa herkesin ismi ile çağrılarak gerçekleşsin." Mustafa Kemal bunu reddetip tehdit üslubuyla şöyle bağırdı: "Meclisin bu öneriyi oy birliği ile kabul edeceğinden eminim. Oyları parmak kaldırmak usulü ile almak kafidir." Öneriyi bu şekilde oylamaya sundu, ancak az parmaklar yükseldi. Buna rağmen netice Meclisin öneriyi oy birliği ile kabul ettiği şeklinde ilân edildi. Millet vekilleri dehşete düştüler, bazıları yerlerinden sıçrayıp; "Bu doğru değil, biz onaylamadık." diye bağırdılar. Gazinin taraftarları onları susturmak için bağırmaya başladılar ve küfürler, söğmelerle birbirlerine karşılık verdiler. Fakat başkan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin saltanatı ilga etmek hakkında oy birliği ile karar aldığını bir netice olarak ilân etti. Ondan sonra oturuma son verdi. M. Kemal, salonu taraftarlarının çemberi içinde terketti. Halife Vahdeddin bu kararı öğrenince memleketten kaçarak ayrıldı. Halifenin kaçtığı ilân edilince onun yeğeni Abdülmecid herhangi bir sulta sahibi olmadan müslümanların halifesi olarak ilan edildi. Böylece halife sultasız oldu. Ve İslâm beldelerinde meşru bir yönetici kalmadı. Zira saltanat (sulta yani otorite) Hilâfet'ten ayrılınca yöneten kim olacaktı. Mustafa Kemal saltanatı Hilâfet'ten ayırmak için çok ısrarlı idi. Türkiye'de yönetim şeklinin nasıl olacağını belirtmeden bu husus üzerinde çok ısrar etti, var gücüyle ona yöneldi. Bunun için saltanat ilga edildikten sonra yeni hükümetin şekli hakkında tartışmak gerekli olacaktı. M. Kemal mi bakanlıkları oluşturacaktı? O zaman o, anayasal bir hükümete başkan olurdu. Halife ise sulta sahibi olarak kalırdı ve saltanatın ilgası ile ilgili karar etkisiz hale gelirdi. Bu nedenle M. Kemal hükümeti oluşturmayı kabul etmedi. Ve yapacağı işi gizledi. Ondan sonra edindiği kuvvet ve sulta yoluyla halka tahakküm etmeye başladı. Bu esnada bir parti kurdu ve onu Halk Partisi olarak adlandırdı. Bundan maksadı kamuoyunu kendi tarafına çekmekti. Çünkü biliyordu ki, meclicte o kararın alınmasına rağmen ezici çoğunluk saltanatı Hilâfet'ten ayırma kararı bildirildikten sonra kendisine karşı oldu. Onun için kararlaştırdığı hükümet şeklinin ilânı meselesini düşünmeye başladı. Ki o mesele Türkiye'nin Cumhuriyet olduğunu ve kendisini bu cumhuriyetin başkanı olarak ilân etmekti. Bu nedenle meclisi sıkıntılı bunalımlara sokmaya başladı. Bunun neticesinde hükümet istifa etti. Hükümet Millet Meclisi'ne istifasını sundu. Fakat meclis hükümeti oluşturacak kimse bulamadı. Sıkıntılı bir bunalımdan sonra M. Kemal hükümeti oluştursun diye bir öneri sunuldu. Meclis geçirdiği bunalım ve zor şartlardan dolayı bu öneriyi kabul etti ve Kemal'den hükümeti oluşturup bunalımı çözmesini istedi. O ise, önce isteksizlik gösterdi, daha sonra meclisin talebini kabul etti. Kürsiye çıkıp milletvekillerine şöyle seslendi: "Sıkıntılı bir anda durumu kurtarmak için beni çağırdınız. Fakat bu sıkıntılı bunalım sizden çıktı, bu bunalımın çıkış sebebi geçici bir husus değildir. Bilâkis hükümetimizin düzeninin temelindeki esaslı bir hatadan kaynaklanıyor. Zira Millet Meclisi aynı vakitte hem yasama otoritesi görevini hem de yürütme otoritesi görevini yürütüyor. Sizden her milletvekili, hükümetin alacağı karara katılmak istiyor. Yine hükümetin idaresinin her hususuna hatta her bir bakanın her kararına parmağını sokmak istiyor. Beyler! Hiç bir bakan bu şartlarda bu makamı kabul etmez ve mesuliyeti yüklenmeye kalkışmaz. Şunu idrak etmelisiniz ki, bu esaslar üzerine kurulu olacak hükümetin var olması imkansızdır. Var olursa bir hükümet olmaz, kargaşa olur. Biz bu durumu değerlendirmeliyiz. Bunun için Türkiye'nin seçim yoluyla başkanı olacak bir cumhuriyet olmasını istiyorum. Ve öyle karar alıyorum." M. Kemal sözünü bitirdikten sonra Türkiye'nin cumhuriyet olmasını kararlaştıran bir tasarı hazırladı. Ve bu tasarıda M. Kemal'in Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk başkanı seçilmesini içerdi. Böylece M. Kemal, kendisini memleketin tek yasal idarecisi olarak ilân edecekti. Ne var ki, işler M. Kemal'in istediği gibi yürümedi. Çünkü Türk halkı müslümandır. M. Kemal'in yaptığı ise İslâm'a aykırıdır. Bunun için memlekette M. Kemal'in İslâm'ı yok edeceğine dair bir fikir yayıldı. M. Kemal'in davranışları da bu fikri destekledi. Çünkü, özel hayatında İslâm'a tamamen aykırı hareket ediyordu. Müslümanların kabul ettikleri bütün kutsal değerlere aykırı hareket ediyordu. Halkın çoğu Ankara'nın yeni yöneticilerinin lânetli kâfir olduklarını emin bir şekilde anladı. Halk, halife Abdülmecid etrafına sarılmaya başladı. Kendisine sultayı geri vererek o mürtedleri yok etmesi için onu yönetici yapmak girişiminde bulundular. M. Kemal bu tehlikeyi müşahhas şekilde farketti. Halkın çoğunun kendisinden nefret ettiğini, kendisini küfürle, inkârcılıkla ve zındıklıkla itham ettiklerini gördü. Bu hususu düşündü. Halifeye ve Hilâfet'e karşı propaganda yapmaya koyuldu. Millet Meclisi'ni tahrik edip cumhuriyete herhangi bir muhalefetin çıkmasını yok etmekle ilgili bir kanun çıkarttı. Yine Padişaha herhangi bir meyl göstermek bir ihanettir ve bunu yapan ölümle cezalandırılır diye bir kanun çıkarttı. Ondan sonra her oturuşunda ve özellikle Millet meclisi'nin oturumlarında Hilâfet'in zararlarından sözetmeye başladı. Hilâfet'i ilga etmek için atmosferi hazırlamaya da başladı. Bazı milletvekilleri Hilâfet'in Türkiye için diplomatik açıdan faydalarından söz etmeye başladılar. M. Kemal onlara karşı koydu ve Millet Meclisi'ne şöyle seslendi: "Türk köylüleri beşyüz yıl boyunca Hilâfet, İslâm ve din adamları için savaşıp ölmedi mi? Türkiye'nin kendi maslahatına bakması Hindistanlıları ve Arapları ihmal etmesi ve müslümanların liderliğinden kendisini çekmesi zamanı artık geldi..." Böylece M. Kemal, Hilâfet'e karşı propagandayı sürdürerek devam etti. Hilâfet'in Türklere zararlarını, halifenin bizatihi var olmasının zararlarını göstermekle bu işi yürüttü. Halife ve taraftarlarının hain suretinde, İngilizlerin ajan ve kuklaları suretinde göstermeye başladı. Bununla da yetinmeyip Hilâfet'i destekleyenlere karşı bir korkutma hamlesi başlattı. Bir milletvekili Hilâfet'e bağlılığı ve dini muhafaza etmenin vücubunu açıklayınca, konuştuğu gece M. Kemal ona süikast hazırlaması için bir kişiyi sorumlu kıldı. O milletvekilli Millet Meclisi'nden evine dönerken M. Kemal'in bir taraftarı tarafından süikasta uğrayıp öldürüldü. Başka bir milletvekili İslâmî bir konuşma yapınca, M. Kemal onu yanına çağırıp böyle bir şeyle bir daha ağzını açarsan seni keserim diye tehdid etti. Böylece M. Kemal memleketin bütün taraflarında korku saçtı. Sonra İstanbul valisine halifenin mertebesini en asgariye indirmek ve onun cuma namazını eda ederken halifenin lehine yapılan gösterilerin kaldırılmasına dair emir gönderdi. Halifenin taraftarlarına halifeden vazgeçmeleri için bir uyarı gönderdi. M. Kemal'in ılımlı bazı taraftarları bunu görünce İslâm hamiyeti kendilerinde harekete geçti. Hilâfet'in ilgasından da korktular. M. Kemal'den kendisini müslümanların halifesi olarak nasb etmesini istediler. Fakat o bunu reddetti. Sonra iki heyet -birisi Mısır'dan diğeri Hindistan'dan- yanına gelip kendisini müslümanların halifesi olarak nasb etmesini istediler. Çok rica ettiler, fakat o bunu kesin şekilde reddetti. Hilâfet'in ilgasının ilânı için son ve kesin darbeyi vurmak hazırlığını yaptı. Halk, ordu ve meclisi yabancılara ve düşmanlara ve iddia ettiği gibi onların müttefiki olan halifeye karşı tahrik etti, kalplerini bunlara karşı buğz ve kinle doldurdu. Yabancılara karşı buğz ve kini tahrik etmek bir hileydi. Maksat, o yolla halifeyi yabancıların müttefiki olmakla itham edip ona karşı buğzu tahrik etmekti. Bir de halifeye karşı kışkırtıcı söylentilerle havayı zehirlemekti. Bu hava memlekette hakim olunca 3 Mart 1924'de Millet Meclisi'ne Hilâfet'i ilga etmek, halifeyi kovmak ve dini devletten ayırmakla ilgili bir tasarı sundu. Bu tasarıyı kanunlaştırmak için çalışırken milletvekillerine şöyle seslendi: "Tahdit edilen cumhuriyeti korumak ve onu ilmî sağlam esaslara dayandırmak, ne pahasına olursa olsun yapılmalıdır. O halde halife ve Osman oğullarının izleri yok olmalı. Eski dinî mahkemeler ve kanunları çağdaş mahkemeler ve kanunlarla değiştirilmeli. Din adamlarının okulları yerine dini olmayan devlet okulları olmalı." Ondan sonra M. Kemal, dine ve din adamları olarak nitelendirdiği kişilere saldırdı. Diktatörlük sultasıyla bu kanun tasarısını millet meclisine onaylattı. Ondan sonra İstanbul valisine Halife Abdülmecid'in ertesi gün gün doğmadan önce Türkiye'den ayrılmasına dair bir emir gönderdi. Valiye bu emir gelince kendisi polis ve askerden müteşekkil bir birlik alarak gece ortasında halifenin sarayına gidip zorla onu bir arabaya bindirerek Türkiye hududundan dışarı kovdular. Halifenin içinde bir kısım elbisesinin bulunduğu tek bir çanta ile bir miktar paradan başka bir şey götürmesine dahi müsaade etmediler. İşte M. Kemal, İslâm Devleti'ni ve İslâm Nizamını yıkıp yerine kapitalist devleti ve kapitalist nizamını böyle kurdu. Bu şekilde İslâm Devleti'ni yok etti. Kâfirlerin haçlı seferlerinden beri hayal kurdukları rüyaları onlar için gerçekleşti. Bu rüya ise İslâm Devleti'ne son vermekti.