20-11-2007 12:22

Yoldaki İşaretler`in İslami hareketler üzerindeki etkisi - 2

Bu sebeple, dünyanın en buhranlı dönemini yaşadığı, kargaşa ve başıboşluğun hakim olduğu çağda İslam’ın ortaya çıkma zamanı gelmiştir. İslam ümmeti bu fırsatı kullanmalı ve rolünü ifa etmelidir. Devran, İslam’ın devranıdır.

Yoldaki İşaretler`in İslami hareketler üzerindeki etkisi - 2

Ali Kaçar / Genç Birikim Dergisi

Yoldaki İşaretler Niçin Önemliydi?

Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’in giriş bölümünde, bu kitabı yazış sebebini öyle açıklıyor: “İnsanlık bugün bir uçurumun kenarındadır. Doğu ve batı dünyası insani değerler noktasında iflas etmiştir.

Batı tarafından insanlığa vaat edilen hiçbir şeyin gerçekleşmediği, tam aksine uçurumun kenarına geldiği, olayısıyla insanlığın yeni bir yönelişe muhtaç olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.

Bu sebeple, dünyanın en buhranlı dönemini yaşadığı, kargaşa ve başıboşluğun hakim olduğu çağda İslam’ın ortaya çıkma zamanı gelmiştir. İslam ümmeti bu fırsatı kullanmalı ve rolünü ifa etmelidir. Devran, İslam’ın devranıdır. Şüphesiz biz bugün insanlığın tamamen habersiz olduğu meseleyi bilmekteyiz. Böylece bu mevzuu pratiğe geçirmeli ve düşünceyle amel arasında denge sağlanarak bir ümmet meydana getirilmelidir. İslam ülkelerinde kıyamın vücut bulması ancak bununla mümkün olacaktır. Eninde sonunda bütün dünya İslam ülkelerinin hâkimiyeti altına girecektir.

Bu İslami kıyam nasıl başlamalıdır? Bir öncü cemaat ortaya çıkmalı ve cahiliyetin bütün cihana hükmettiği bu çağda kıyam etmelidir.

Bu cemaat dört bir yanını kuşatan cahiliye toplumundan ne zaman kopacağına ve bu toplumla ne zaman irtibat kuracağına karar verebilecek güce sahip olmalıdır

Bu cemaatin, onun önündeki uzun yolun başlangıcına götürebilecek hedeflerine varabilmesi için hangi rolü oynaması gerektiğini öğretecek ve onu asıl görevinin bilincine vardıracak işaretlere ihtiyacı vardır

Bu Yoldaki İşaretler yeryüzünü kuşatan cahiliye karşısında nasıl bir tavır takınmasını gerektiğini gösterecektir ona. Cemaat bu cahiliyete karşı nasıl davranmalı ve bizatihi ne gibi bir tavır sergilemelidir? Halktan ne zaman kopmalı veya halkla ne zaman kaynaşmalıdır? Ne zaman ve hangi şartlar altında İslam’ın diliyle konuşmalıdır halkla?

Bütün bunların cevabını, bu işaretler verecektir ona. Yoldaki İşaretler’i niceden beridir sabırla beklediğimiz bu önce cemaat için yazdım işte…” diyor.

Seyyid kutub’un, özlediği ‘Nesil’, ‘Örnek Kur’- an Nesli’ idi. İşte, sahabeden oluşan bu ilk ‘Neslin’ inşasını, meydana geliş şeklini Yoldaki işaretler’de şöyle anlatmaktadır:

1- Bu Neslin beslenme kaynağı sadece Kur’an’dı: Sahabe sadece Kur’an’dan beslenmişti. Başka bir kaynak yokluğundan değil, bilinçli bir tercih neticesinde Kur’an’ı tek kaynak olarak seçmişti. Hz. Peygamber (sas) Hz. Ömer (ra) elindeki Tevrat parçalarını görünce; Ey Ömer, eğer Hz. Musa (as) da sağ olsaydı, onun da yapacağı şey bana tabi olmaktı, demek suretiyle, sahabenin başka kaynaklardan beslenmesini istememişti.

2- Kur’an’a yaklaşma ve ondan yararlanma şekli: Sahabe Kur’an’ı zevk alma, eğlenme, mücerret manada kültürünü artırma, ilmi ve fıkhı iddialarına yeni bir mesned eklemek gayesi ile okumamıştı. Bilakis Kur’an’ı sadece Allah’ın emirlerini öğrenmek ve öğrendiklerini hemen pratiklerine aktarmak için okumuşlardı. Çünkü onlar Kur’an’ın zihni eğlenceyi temin eden bir kitap olarak gelmediğini, bir tarihi, bir edebiyat ve bir hikâye kitabı olmadığını biliyorlardı. Abdullah bin Mesud (ra), biz on ayet alır, onu iyice öğrenir ve hayatımıza aktardıktan sonra diğer ayetlere geçerdik, derken de bunu anlatmaya çalışmıştır.

3- Cahiliyeden ayrılış: İslam’a giren bir sahabe, geçmiş cahiliye hayatıyla bütün bağlarını koparmakta idi. Bu kopuş fiziken bir ayrılığı değil, fikri, zihni ve düşünsel bir ayrılığı öngörmekte idi. İşte Seyyid Kutub’a göre, Müslümanlar tekrar böyle bir ‘Nesil’ meydana getirmek istiyorlarsa, mutlaka, Sahabenin yetişme tarzında izlenen yol ve yöntemi esas almaları gerekmekte idi.

Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler’de cahiliye cemiyetini şöyle tanımlamaktadır: “Allah’tan başkasına ibadet eden ve Müslüman olmayan her toplum cahili bir toplumdur. Yani gerek inanç ve düşünce tarzında, gerek ibadet kastı taşıyan yasalarda ve gerekse hukuki düzenlemelerde ortaksız Allah’a kul olmak ilkesine dayanmayan her toplum cahili bir toplumdur. Bu sebeple komünist, putperest, kapitalist ve faşist toplumlar ile laik Yahudi ve Hıristiyan toplumlar da cahil toplum kategorisine girmektedir.

Ayrıca günümüzde Müslüman adı verilen kimi toplumlar da bu cahili toplum kategorisinden sayılmaktadır. Her ne kadar bu toplumlar Allah’tan başka birisini ilahlaştırdığı veya ondan başka ilahlara tapındığı için cahiliye toplumu çerçevesine girmemekte ise de günlük yaşayışı bakımından Allah’tan başkasına kulluk ettiği ve yalnız Allah’a kul olmaya rıza göstermediği için cahiliye toplumuna girmektedir. Günümüzde adı Müslüman olan bu cemiyetler, her ne kadar doğrudan doğruya Allah’tan başka birisini ilahlaştırmamak ise de, uluhiyetin en önemli özelliklerinden birisi olan kanun yapma yetkisiniAllah’tan başkalarına vermekte, Allah’tan başka insanların koydukları hükümlere tabi olmakta; hayat nizamı, sistem ve değer ölçüsünü adet ve geleneklerini bu hakimiyet telakisinden almakta ve hemen hemen bütün hayati değerlerini bu ölçülere göre ayarlamaktadırlar. İslam bu gibi cemiyetlerin de Müslüman cemiyet olmadıklarını kabul etmekte ve kendi değer ölçüsüne göre bunların meşruiyetini reddetmektedir.”

“Biz de bugün bir cahiliyet içerisinde yüzüyoruz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliyet gibi, hatta daha da katı. Çevremizde bulunan her şey cahiliyet damgasını taşıyor. İnsanların düşünce ve inançları, adet ve gelenekleri kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, prensip ve nizamları… Hatta çok kere İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam felsefesi ve İslam düşüncesi olarak sandığımız şeylerin pek çoğu bunun içinde… Onlar da bu cahiliyetin yapısını taşıyorlar.

İşte Seyyid Kutub bu tür İslam görünümlü olan, şekli olarak namaz kılan, oruç tutan ve hacca giden cemiyetlerden akidevi anlamda onlardan kopup uzaklaşmanın zorunlu olduğunu söylemektedir”

“Seyyid Kutub’a göre, müslüman’ın birinci görevi, cahiliye toplumunun dostluğunu kazanmak ya da onunla uzlaşmak değil, onu temelden değiştirmektir. Rabbani yöntem, bu değişikliklerin nasıl ve hangi aşamalardan geçilerek yapılacağını gösteren yöntemdir. Bu yöntemi Kur’- an’dan başka yerde bulamayız. O halde, Kur’an’ın indiriliş ve uygulanış tarzını iyi kavramamız gerekir.” (1)

Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’de; metodun da tek olduğunu, kişinin düşünce, heva - hevesi ve şartlara göre yeni metotlar uygulayamayacağını belirterek, şu veciz sözü söylemektedir: “Nasıl ki, Kuran Rabbani ise metodu da Rabbanidir” diyordu. Seyyid Kutub, Hz. Muhammed (a.s)’ın mücadelesini örnek alarak, İslam’ı insanlara anlatış tarzını, metodunu 3 kategoride incelemektedir:

1- Milliyetçilik, ırkçılık yaparak: Kuran nazil olduğu Arap toplumunda, ülke İran ve Romalılar tarafından işgal edilmişti. Hz. Peygamber (as) Arapları, bu iki işgalci ülkeye karşı milliyetçilik, kavmiyetçilik bayrağı altında toplayarak mücadelesini yürütebilirdi. Daha sonra da esas gayesi olan tevhidi onlara anlatır ve kabul ettirebilirdi. Bu çok kolay ve kısa zamanda netice getirebilecek bir yöntemdi. Yani, insanlarıönce kendisine kul eder, sonra da Rabb’inin sultasına kulluk ettirebilirdi. Fakat Allah-u Teala Yüce Peygamberini böyle bir yöne tevcih etmedi ve öncelikle ondan “Allah’- dan başka ilah yoktur” ilkesini haykırmasını istedi. Allah-u Teala Peygamberini ve beraberindeki Mü’minleri yormak mı istiyordu? Hâşâ! Allah-u Teala bütün bunları, sadece bundan başka bir yol olmadığını göstermek için yapıyordu. Maksat yeryüzünü Romalı ve İranlı putun elinden kurtarıp bir Arap putunun eline teslim etmek değildi. Put her yerde ve her çeşidi ile puttur. Yeryüzü Allah’ın mülküdür ve “La İlahe İllallah-Allah’tan başka ilah yoktur” sancağı yeryüzünün üzerine çekilmeden yeryüzünün sırf Allah için olması imkânsızdı.

2- Fakirlik-fukaralık edebiyatı yaparak: Arap toplumunda küçük bir azınlık mal ve ticareti elinde bulunduruyor, büyük çoğunluk ise açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Hz. Peygamber (a.s) fakir, fukara ve yoksul adına içtimai bir bayrak açarak zengin kesime karşı isyan eder ve dolayısıyla zenginlerin ellerinden mallarını alarak fakirlere dağıtabilirdi. Bu takdirde Araplar ikiye bölünerek büyük çoğunluk zenginlere karşı düzenlenecek bir isyanın içinde yer alabilirdi. Böylece Hz. Peygamber (a.s) ekseriyeti kendi yanına çekip daha sonra da La İlahe İllallah davasını bunlara anlatabilirdi. Fakat Allah-uTeala bu yolu da Peygamberine uygun görmemişti. Çünkü Allah, Tevhid bayrağının yanında başka bayrakların dalgalanmasına izin vermiyordu.

3- İffet ve ahlak duygularını kullanarak: Arap toplumunda ahlaki seviye de en alt noktada bulunuyordu. İçki, kumar ve fuhuş alabildiğine yaygındı. Bu dönemin şiirleri içki, kumar ve kadın methiyeleri ile doluydu. Her çeşidi ile çıplaklık ve ahlaksızlık, bu cemiyetin belirgin özellikleri arasında yer alıyordu. Peygamber isteseydi bir ıslahatçı olarak çıkıp, cemiyetin bozulan ahlakını düzeltmek ve toplumu temizlemek için uğraşabilirdi. Böylece, Hz. Peygamber (a.s) o şekilde hareket ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, sahih ruh safiyetine sahip kimseleri toplayıp, getirmiş olduğu akideyi onmakale lara kabul ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında “La ilahe illallah” davasına karşı çıkanları bertaraf etmiş olurdu.

Allah-u Teala peygamberini bu yola da sevk etmiyordu. Çünkü bu yolun da geçerli bir usul olmadığını biliyordu. Nitekim itikadi bir nizamı yerleştiremeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri bu şekliyle tutarsız olacaktı. Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyice bilmeleri gerekir: Bu din nasıl Rabbani bir din ise, onun hareket metodu da Rabbanidir, esas tabiatına uygundur. Bu dinin özünü hareket metodundan ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla Rabbani düşünce tarzına ve Rabbani hayata, Rabbani mefkûreden başka bir yolla ulaşılması da imkânsızdır. Burada sözü edilen yöntem, peygamberlerin ortak yöntemidir, değişmemiştir, her zaman ve mekan için aynıdır. Çünkü tarih boyunca cahliyye de değişmemiştir. Allah bu yöntemi davetçilerin içtihadına bırakmamış, bizzat belirlemiştir. Rabbani yöntem, davayı dava adamından önemli kılan bir yöntemdir. İçinde yaşanılan cahiliye sistemini, sistemin belirlediği gayri İslam’i yol ve yöntemlerle ele geçirmek, ya da sistemle uzlaşmak, onunla iyi geçinmek, kadroları ele geçirmek gibi yöntemler de, bu yöntemin kabul etmeyeceği bir şekildir. Peygamberi yöntem, İslam’ın cahiliye toplumunda apayrı ve ondan fikren ayrılmış organik bir hareket halinde ortaya çıkmasını gerektirmektedir. Kutub’a göre, İslam’i düzen hiçbir zaman cahiliyyenin gölgesi altında yeşeremez; hem ondan ayrı, hem de onun karşısında yer alan bir yapı oluşturması gerekir. Kutub’a göre, İslam’ın cahliye karşısında organik bir yapı olarak ortaya çıkmasının iki yolu vardır: Beyan ve cihad.(2)

“Kutub’a göre, İslam akidesinin temeli, Allah’- ın mutlak egemenliğini kabul etmek ve egemenliği ondan başkasına tanımamaktır. İslam topumu ile cahliyye toplumun birbirinden ayıran temel ölçü budur. Cahiliye ister komünist, ister putperest, ister laik, isterse başka bir toplum içinde karşımıza çıksın, bunların hepsinin ortak niteliği egemenliği Allah’tan başkasına vermeleridir.Cihad ise, cahliyenin insanların vicdanlarına tahakküm etmesini önleme ve onlara dilediği inancı seçme özgürlüğünü tanıma mücadelesinin adıdır.

Seyyid Kutub, cihadı bir savunma harbi olduğunu savunanları, garb kültürü karşısında ruhen ve aklen hezimete uğrayan, batıl zihniyete sahip ve İslam’da cihadın mantığını kavrayamayan kimseler olduğunu söylüyor. Bu tür insanların, batı kültürü karşısındaki aşırı hezimetten dolayı cihadı “Savunma Harbi” şeklinde göstermeye çalıştıklarını belirtiyordu. Yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini kurmak sadece, tek başına “tebliğ” ve “beyan” yoluyla yapılacak işler değildi. Çünkü insanların omzuna bir kene gibi yapışmış ve tasallut etmiş olanlar ve Allah’ın yeryüzündeki saltanatını gasp etmek isteyenler sadece tebliğ ve beyanla vazgeçecek olsalardı peygamberler Allah’ın dinini hakim kılmak için bu kadar zorluk çekmezlerdi.

İslam yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini kurmayı, tağuti düzenleri yıkmayı ve insanı köleleştiren prensipleri yok etmeyi açıkça emrediyordu. İslam, din yalnız Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünde kalmayıncaya kadar savaşmayı/cihad etmeyi, kullara kulluğu ortadan kaldırarak bütün insanları sadece ve sadece Allah’a kul yapmayı ve insanla İslam’ın arasına giren her türlü engeli –bu engel ister devlet, ister fert ve isterse zümre/sınıf olsun- kaldırmak için cihadı emrediyordu. Zaten şirk ve cahiliyenin olduğu yerde, Müslüman için çatışma ve savaş/cihad ortamı kendiliğinden var demektir, ayrıca başka bir şeyin olmasına gerek olmadığını savunuyordu.

Cihad’da hedef; Allah’a, Allah’ın istediği ve razı olacağı şekilde kulluk yapma ve bu kulluğu engelleyen her türlü engeli kaldırıp, tesirsiz hale getirmektir. Yoksa mal, ganimet ve arazi elde etmek ne cihadın amacı, ne de hedefidir.

Özetle, Kutub’a göre cihad, beyan ve hareketin birlikte kullanılması esasına dayanır ve kula kulluk ortadan kaldırılıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar da devam eder.

Seyyid Kutub, Müslümanlar nezdinde tek hizbin, tek yolun, tek nizamın ve tek şeriatın bulunduğunu söyler.
Tek yurdun ise, İslam’ın ve İslam’i devletin egemen bulunduğu, Allah’ın şeriatının hükümran ve emirlerinin geçerli olup, Müslümanların birbirlerinin kardeşi ve dostu oldukları İslam’i yurt olduğunu ileri sürüyor, bunun dışında kalan yer ve yurtları ise, İslam’la ilgisi olmayan -velev ki Müslümanların doğup büyüdüğü yerler olsun- yer ve yurtlar olarak değerlendiriyordu. İslam bu anlayışıyla insanı yüceltiyor, kan, toprak, çamur ve ırk bağından kurtarıyordu. Müslüman’ın vatanı ne doğduğu, ne doyduğu, ne ailesinin, ne de işinin bulunduğu yerdir. Müslüman’- ın vatanı alnını rahatlıkla secdeye koyduğu, Allah’ın hükümlerinin hakim olduğu, kula kulluğun sona erdiği, insanların sadece Allah’a kul olduğu yerdir.

Müslüman’ın ırkı, milliyeti sadece ve sadece akidesidir. Müslüman’ın akrabaları ile, aşireti ile, eşi ile, ailesi ile, komşuları ile ve içinde yaşadığı ülke ile ilişkilerini toprak, kan ve ırk bağı değil, yalnızca akidesini belirler. Dolayısıyla Müslüman’ın uğrunda fedakârlığa katlanacağı ve koruyacağı vatanı bir arazi parçasından ibaret değildir. Müslüman’ın bağrına sığınacağı aşireti, savunacağı akrabası sadece kanı, ırkı ve canıyla akraba değildir. Onun yükselteceği ve gölgesinde seve seve şehadet şerbetini içeceği sancak da ırk sancağı değildir.

Seyyid Kutub’a göre; “insanların kendi arzularıyla değiştiremeyecekleri ırk, cins, aile gibi özellikleriyle birbirine bağlandığı düzenler, geri düzenlerdir. Akidelerine bağlı olarak, özgür iradeleriyle seçebilecekleri özelliklerine göre bağlandıkları düzenler ise medenidir. Bu görüşe göre, en medeni sistem İslam’dır. (3)

Müslüman’a inancı yüzünden savaş açan, onu dininden alıkoyan ve İslam’ı prensiplerin işlevini
geçersiz kılan her yer isterse orada ailesi, akrabası, toplumu, malı bulunsun Daru’l Harp’tir. Müslüman’ın
kendi inancını yaşadığı, dininin hakim olduğu her yer ise isterse orada ailesi, akrabası, toplumu ve ticareti bulunmasın Daru’l İslam’dır. Vatan; inancının, Allah’ın dininin hakim olduğu yerdir. İşte insana layık olan vatanın gerçek manası budur.” (4)

Seyyid Kutub, yukarıdan beri anlatılan konulardan da anlaşılacağı üzere özetle şunları söylemektedir:

1- “Örnek Kur’an Nesli’nin benzerinin yeniden meydana gelebilmesi için Müslümanlar yeniden Kuran’a dönmeli, sadece Kuran’dan beslenmeli, Kur’an’ı tekrar başvuru kitabı haline getirmeli ve verdikleriİslam’i mücadelenin temelini her halükarda “Allah’- tan başka ilah yoktur” ilkesine dayandırmalıdırlar.

2- Müslümanlar Allah’ın rızasını kazanabilmek ve Allah’ın gösterdiği hedefe ulaşabilmek için nebevi metodu esas almalı, bunun dışında kalan her türlü yol, yöntem ve özellikle de çağın putu haline gelen demokratik mücadele usulünü mutlaka reddetmelidir.

3- Müslümanlar mutlak suretle organik bir yapı şeklinde, tevhidi ilkeleri temel alarak bir cemaat halinde mücadele etmelidirler. Bireysel olarak mücadele edenler ise kısa bir süre zarfında istemeyerek de olsa yaşadıkları şirk/cahiliye sisteminin bir uzvu haline geleceklerini bilmelidirler.

4- Müslümanların, Müslümanlar ve diğer çevrelerle olan ilişkilerini, akideleri belirler. Verdikleri mücadele
ırk, toprak ve ganimet için olmayıp, sadece akidevi bir mücadeledir. 5- Müslümanlar cahiliye sistemleri ile olan ilişkilerini koparmalı, her türlü uzlaşmayı, bir arada kardeşçe yaşamayı, hoşgörülü davranmayı ve ilkesizliği
reddetmelidirler. Çünkü tevhid ile şirkin, iman ile küfrün, Hz. Muhammed (a.s) ile Ebu Cehil’in hiçbir zaman uzlaşmayıp bir araya gelmeyeceğini ve her zaman çatışma halinde olacağını bilmelidirler.

1. Alev Erkilet Başer, age. sh.275

2. Başer, age. sh.279

3. Başer, age. sh.282

4. Manaz, age. sh.170

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !