Kadir TURAN
17 Kasım 2019
KADİM-İLÂHÎ İLKE (SİSTEM ÜZERİNE BİR ELEŞTİRİ)
Son on yedi yıldır nice seçimlerin yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Öyle ki öne alınmış yahut öne alınması gündeme gelmiş bir çok seçim dönemi söz konusu. Referandumlar ise cabası. Anlaşmazlıklar, çıkar çatışmaları, rant kavgaları, partilerin nüfuz artırma çabaları, sistem değişikliği, ne dersek diyelim, bir şekilde vakti dolmadan tekrar seçim tartışmaları gündemimize yerleşiyor ve sandığa götürülüyoruz. [Niçin sürekli seçime gidiyoruz diye ciddi bir kamuoyu oluştuğunu hatırlıyor musunuz?]Bu seçim sürecinde liderlerin uçuk söylemleri ve bunun sonucunda toplumsal kutuplaşma sebebiyle yaşanan cinayetler, karşılıksız çek misali vaatler, ahlâki ilkenin göz ardı edildiği seçim çalışmaları, yalan-dolan-entrika... Ne ararsanız mümkün. Malumunuz her köşe başında, kahvehanelerde, iş sahasında seçim münazaraları. Herkes ülkeyi kurtarıyor bu ayak üstü sohbetlerde tabi! Ahmet’in A partisini, Mehmet’in B partisini savunduğu söz konusu süreçte bir tiyatro olduğuna inandığım bu seçimlerin başrolleri [kimilerince dünya lideri] sahnede bu gösteriyi sergilerken perde ardında büyük abilerinin belirlediği yol haritasını ezelden içselleştirdiler bile. Kimi zaman saklamayıp dile getirdikleri de oluyor bu üst akıl-abilerinden aldıkları talimatları.[BOP’un eş başkanıyız dediğini hatırlayacaksınız Erdoğan’ın...]Seçim döneminde hal ve ahvâlimiz bu iken toplumsal bir gelişme belirtisi görebilsek âmenna. Erdemli toplum olmayı bir yana bırakalım insanî olarak geriye gittiğimiz bu denli aşikâr iken kim iddia edebilir aksini. Bir kere sosyo-ekonomik anlamda durumun vehâmeti ortada, etik-ahlâk anlayışımız malûmunuz. Bununla birlikte varsıl ile yoksul arasındaki gelir farkı gün geçtikçe daha da artmakta. Büyük oranda bundan kaynaklanan gettolaşma ve bunun getirisi dışlanmanın/ötekileştirmenin bireyin psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisi, suç oranlarının artarak devam edişi, aile olgusunun yıkılmaya yüz tutması sebebiyle toplumdaki çimento görevini yitirmesi, hiç görmek ve duymak istemediğimiz ırkçılık taassubu, ötekine karşı alabildiğine güvensizlik ve tahammülsüzlük v.s... Nice seçimlerin yaşandığı bu noktada ülkemizin durumunu en kısa şekilde böyle özetliyorum.Kadîm-ilâhî ilke: “Emaneti ehline verin.” [1]Bu yazımdan asıl muradıma gelecek olursak, şahısların uzun zamandır değişmediği yerde seçimlerin bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak ziyadesiyle iyimser bir yaklaşım olur kanısındayım. Ya da şöyle düşünülmeli, sorun kişiler mi ki seçim yenileniyor? Sorun kişilerse, seçilenler kadar seçenlerin de seçmeye ehil olması gerekli değil mi? [Yani seçenlerin de değişmesi, seçme hakkının tüm halka tanınmaması gerekir. Çünkü toplumsal huzur ve refah artışı olmamasına karşın aynı kişiler iktidarda kalıyor ve ne bunu ne de sistemin bütününü eleştiriyoruz. Bir dönem; ‘Dağdaki çobanın oyu ile benim oyum bir olmamalı.’ diyen ünlü bir hanımefendinin söylediklerine başta meseleyi dile getiriş tarzı olmak üzere önemli ölçüde ayrıştığımız konular olsa da katılıyorum. Buna bir çoğunuz katılmayabilir. Tartışabiliriz.] Zira görüyoruz ki değişen bir şey olmuyor, partilerin aldıkları oy skalası değişse de sonuç aynı. Bu da demektir ki sorun zihniyet sorunu, sorun akledeme-me sorunu.(“Eleştiri ve sorgulama aklın dindarlığıdır.” diyor, Heidegger..]Peki bir işi ehline vermenin, yani bu konuda karar vericilerin sahip olması gereken özellikler nedir? Bir kere en başta muhakeme yeteneği, akıl yürütebilmek, eleştiri ve sorgulamayı eksik etmemek, bu konuda düzeni sağlamak adına getirilen yasaya (etik) bağlılık, sonra sözü edilen görev konusunda minimum deneyim, v.s... Bu doğrultuda ülkemizde tümel bir bilinçten söz edilebilir mi? Sürekli benzer söylemlerin, yalanların cirit attığı, popülist yaklaşımların hüküm sürdüğü siyasi arenaya hemen hemen aynı oranlarda destek verilmesi toplumsal bilincin göstergesi olabilir mi? “Bağnazlık”Bundan mülhem, devlet tipi kurumlar için yapılan seçimlerde halktan reşit olanların katılımıyla gerçekleşen seçim modelleri kadîm-ilâhî ilkeyle bağdaşmaz. Yönetmek nasıl ki zarurî olarak liyâkati gerektiriyorsa, idarecileri seçmek de belli ölçüde liyâkati elzem kılıyor. Bu bağlamda ‘Emaneti ehline verin.’ kadîm-ilâhî ilke noktasından değerlendirdiğimizde demokratik seçim sonuçları niteliksiz nicelik’in zaferidir düşüncesindeyim.Kadîm-ilâhî ilke: “Allah size adâletle hükmetmenizi emrediyor.”Seçen ve seçilende olması gereken niteliklerin yanı sıra devlet aklına, düşüncesine ve eylemine yön veren statüko ve statükoyu besleyen kurallar bütünü yasalar da belli kriterlerle oluşturulmalı. Bir kere bilhassa, kural ve tüzüklerinin beşerî akıl ile oluşturulması halinde sorunları çözecek yerde sorun üretir duruma gelecek kurumların (hukuk, ekonomi gibi) temelde insan üstü, aşkın olan Yaratıcı’nın koyduğu kurallar ve onun son elçisi Muhammed’in (s) yapıp etmelerinin hasılası olan sünneti ile idâme edilmesi ve değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez hassasiyeti ile korunması gereklidir. Söz gelimi hukukun en önemli hususu nesnelliktir. Haklı olabilmek için güçlü olma şartının koşulduğu 21. yüzyılda teşekkülü beşeriyetin inisiyatifine bırakılacak hukukî normlar [borç hukuku, ceza hukuku, medenî hukuk gibi ...] ne ölçüde nesnel olabilir ve nesnelliğini koruyabilir! Bir trajedi olarak ‘Güç yoksa hukuk edebiyattır.’ ilkesinin yürürlükte olduğu ve dahası, Mihail Bakunin’in deyişiyle; ‘hukukun siyasetin fahişesi’ olduğu bir dünyada adâlete ilişkin “temel” normlar nasıl olur da duyguyla karışmaya meyilli insan aklının tekeline bırakılabilir! Duygunun olduğu yerde nesnellikten dolayısıyla adâletten söz edilebilir mi!12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinin kaotik/despot etkilerini üzerinden atmış gibi görünen Türkiye eskiye nazaran düşünsel bir değişim/esneklik gösterdiği ve ben de tanınmış bir yazar olmadığımdan ve dolayısıyla bu yazımdan ötürü mürteci suçlaması ile şafak vakti evimden alınıp içeri tıkılmayacağıma göre ve en önemlisi kadim-ilâhî ilkeden[2] aldığım güç ve feyz ile lafı dolandırmadan ifade edeyim; evet, İslam hukukunu savunuyorum. Toplumun İslam hukuku konusundaki yanlış ve eksik daha önemlisi empoze edilmiş bilgisi için şunu sorabilirim; ‘İslam Hukuku konusundaki bilgimizi nerden edindik?’ Eminim ki toplumun ekseriyeti medyadan. Cahil üniversiteli ve bir kalem darbesiyle sokağa dökülmeye meyilli gençlerin “Kahrolsun Şeriat.” sloganlarını bu yazıyı okuyan herkesin işitmişliği vardır. Bu slogan, şeriatın kötü bir sistem olduğuna dair zihinlerimizde bir imge oluşmasına yetiyor maalesef. Ne hazin!(Din, toplumsal düzeni sağlamak için gönderilmiş bir olgu olup, şeriat, din disiplinin normlarıdır.)Peki medyanın hele ki din konusundaki vaazları ne kadar itibar edilebilirdir! Ne ölçüde özsel kaynaklarla örtüşür! Güç odaklarının gerçeği manipüle etmesinde çok önemli bir rol üstlenen medyanın objektif olduğunu iddia edebilir miyiz? Bir kavramın, paradigmanın, ideolojinin, disiplinin gerçek mahiyetinin ancak öz kaynaklarına başvurularak öğrenilebileceği gerçeği akıl, mantık ve en önemlisi vicdanın gereğiyken medyaya ve sübvanse edilen medya sözcülerinin ağzına bakılarak bu konuda fikir sahibi olmak ve şuursuzca onun azılı bir savunucusu olmak izah edilebilir mi?Söz gelimi artan kadın cinayetleri ve çocuk istismarları karşısında idamın geri getirilmesi konusunda hiç de basite alınamayacak bir kamuoyu oluşmuş durumda. “Haksız yere” bir kişiyi öldürmenin cezasının idam olduğu şer-î hukuk, “Kahrolsun Şeriat” sloganlarıyla yerilirken, diğer yandan sözünü ettiğimiz suçlar için kamuoyunda idam talebinin oluşmasındaki derin tezatı görmemiz gerekmiyor mu? Bu çelişkili durum, İslam hukuku konusundaki bilgimizin tamamıyla medya üzerinden şekillendiği tezimizin doğruluğunu gösteriyor.Bu bakış açısının yanı sıra bir de şer-î hukukun çağ-dışı olduğu gerekçesiyle kabul görmemesi durumu var. Çağ, zamana ilişkin/mündemiç bir kavramdır. Bir başka ifadeyle tümel olan zaman kavramının bir cüzüdür. Peki zamanı yaratan da Allah değil midir? Zaman ve şer-î hukuk sistemi Allah’ın kudret ve iradesinin tecellisi olduğuna göre bu bağlamda bir uyumsuzluktan [şer-î hukukun 21. y.y’a uygun olmaması iddiası] söz edilebilir mi? Böyle bir iddia Yaratıcıya kusurluluk atfetmek olmaz mı? Allah’ın kanun olarak belirlediklerinin sosyolojik etki ve sonuçları noktasında “ne için” sorusunu sorabiliriz, bu kabul edilebilirdir ve hatta gereklidir de, fakat “neden” sorusunu soramayız. Çünkü “ne için” soru sormaktır, “neden” ise hesap sormaktır.Sözün özü, böylesine mühim konularda toplumsal olarak ne akademik bir temelimiz ne entelektüel birikimimiz var, ve ne de eleştirel bakış açısına sahibiz fakat fikir sahibiz gûya, gelin görün ki referansımız medya!Sübjektif bir tercihtir ama; statükoyu, yani lâik-liberal demokrasi ile güdülmeyi içimize sindirmeye devam edecek miyiz! Bu ideolojik prangadan kurtulmak için münferit düşünsel bir devrim gerekiyor. Radikal bir dünya görüşü ve yaşam tarzı değişikliği mahalle baskısını da[3] beraberinde getirir, başarabilecek miyiz!Bu hazin durumumuzun analitik çözümünün ilk adımı için tekrar Martin Heidegger’e kulak verelim; “Eleştiri ve sorgulama aklın dindarlığıdır.” Kulağı olan duysun bunu...Hukuk, ekonomi ve idarede ilâhi kâidenin getirilmediği, müphemliğin olduğu vâkâlardaakl-ı selim ve vicdan birlikteliğiyle karar verilmeli ve adâletin, bir güneş misali yönetilen konumundaki herkese, velev ki düşmanımız olsun[4], uygulanmasına gayret edilmelidir.Toparlayalım:Sorunumuz, bizi yönetenleri tekrar tekrar sıkılmadan başa getirmemizde, onları bu göreve getirirken hiç bir kadim-ilâhî düsturu referans almamakta...Sorunun zamana uymayan yasalarda olduğu kabulüyle hareket edip sürekli yasa değişikliğine giderken, seçim sistemini eleştirme-memizde...Ve en önemlisi, asıl-ana problemin ve toplumsal bunalım ve çürümenin kaynağı, beşerî akıldan filizlenen statükoyu ise hiç mi hiç hesaba katmamakta...“Eyy Amerika!” çıkışıyla kendimizden geçiyor, “Bir gece ansızın gelebiliriz.” deyişiyle serhoş oluyorsak tüm bunlar müstahaktır öyle değil mi?Dipnot:[1] Nîsa/58[2] Mâide/54[3] Kadir Turan, “Büyük Düşün(ebil)mek Üzerine” başlıklı makale.[4]Mâide/8