Afganistanlılar soruyorlar: Kardeş kimdi?
Evet, onların sorularına geçici cevap verirken, onlar büyük bir hesaplaşmanın tam ortasında duracaklar ve `Kardeşim, neredesin?` diye soracaklardı. Soruyorlar da... “Kardeş kimdi?” diyorlar mesela. Kardeş, kardeşinin dayak yediğini, şehit çocukların yozlaştırıldığını gördüğü halde uzaklarda da olsa -hiç olmazsa- ağlamayan mıydı?
Afganistan’dan manen dönemedim daha... Cismanî olarak dönmüş olsam da her baktığım yerde, her gördüğüm yüzde, her olayda mutlaka bir parça Afganistan görüyorum. Oysa, rüyalarımda görmek istiyorum Kabil'i. Yetim çocukları dağlar ülkesinde bırakalı neredeyse bir ay oldu. Dönerken, Kabil'i rüyamda gördüğümde yazarım, diye kavilleştim kendimle. En sonunda gördüm de...
Rüyanın bir yerinde, bir ağabeyimiz yanıma gelip, kırgın bir dille ve uzattığım elime musafaha bile yapmadan -ki fena halde üzüldüm- "Afganistan’a ne olduğu değil ne olacağı önemlidir" dedi. Ve üzgün bir şekilde dışarı çıktığımda Kabil’deydim!
...
Yıllar önce bir gün, birdenbire sevdim Afganistan’ı. Ve o an özlemeye başladım tanklara karşı sapan taşı fırlatan çocukları. Bu özlem, zaman zaman küllendi, hayat meşgaleleri yüreğimin uyuştuğu şehirlerin üzerini kapatmış olsa da Kandahar taraflarından bir rüzgar esti mi içim garip olur, sevgiliye vefasızlık etmiş âşık gibi hissederdim kendimi.
...
Alır başımı Kabil'e giderim. Elbette dostlar karşılar beni. Cenabet bir dünyaya inat, her dem gusl ferahlığında bakışları vardır onların. Midelerine ekmekten, pirinçten, azıcık etten ve sabırdan başkası girmemiş, dünyaya doygun insanlar karşılar beni. Sırtlarında kadim zamanlardan kalma cübbeleri, uzun uzun bakarlar insanın yüzüne. Ve öyle mahcup duruşları vardır ki karşılarında dimdik duramazsınız kavak ağacı gibi. Afgan dostlarımdan yüzüme ağan mahcubiyet belimi büker, susarım onların dilince. Tarih 2012 midir yoksa Molla Cami zamanı mıdır bilemem o vakit. Belki de ruslar Hindikuş dağlarına doğru uçurmuştur günah yağdıran bombalarını. Her Afganın bir bakışı bin günah bombasını göklerde patlatır o sırada...
...
Uçaktan indiğimizde Amerikan tenine ve terine çarptığımızda, istila edilen bir ülkeye geldiğimizi maalesef anlamıştık. “Pilis” ya da “eksküizmi” sözünü çok duymuştum. Ama, çarpa çarpa giden Amerikalılar hiç de bir insana çarptıklarını düşünmüyorlardı. Anlaşılan şuydu:
Kardeşimizin evinde fena bir kapışma vardı ve biz uzaklardayken farkında değildik kanın gövdeyi götürdüğünün. Yetimhanelerin birer birer ABD, Almanya ve Japonların eline geçtiğini öğrendiğimizde ise ellerimizdeki hediyelerin boynu bükülmüştü.
...
Havaalanında bizi bir jipe bindirdiklerinde safari, savaş muhabirliği, cepheye gidiş, çok ciddi bir toplantıya delege olarak katılmak hisleri fena yapıştı yakama. Zira, pahalı bir jiple turist olarak Kabil turu atmayacağımız insanların yüzlerine sinen soru işaretlerinden belliydi. Soran gözlerle bakıyor yolda gördüğümüz insanlar... Sorulara verecek cevabımız var mı?
33 yıldır savaşın içerisinde olan, halleri, tavırları, bakışları, simaları, secdeleri bizimle aynı olan insanların soran gözlerine ne gösterecektik? Biz, dört yetimheneye varacak, yetimlere sarılacak, birer günlük molaları olacak, onları ateşin tam ortasında bırakıp, paranın, kavganın, hırsların, sanallığın gerçeklikten öne çıktığı, ihtiyaçları bırakın zevk unsurlarını kaybettiğinde kıyamet koparan insanların dünyasına geri dönecektik.
Evet, onların sorularına geçici cevap verirken, onlar büyük bir hesaplaşmanın tam ortasında duracaklar ve "Kardeşim, neredesin?" diye soracaklardı.
Soruyorlar da... “Kardeş kimdi?” diyorlar mesela. Kardeş, kardeşinin dayak yediğini, şehit çocukların yozlaştırıldığını gördüğü halde uzaklarda da olsa -hiç olmazsa- ağlamayan mıydı?
Afganlar sabırlı insanlar. Sorularına vereceğimiz cevabı taş çatlayıp beklemese dahi bekleyecekler.
(Zeki Bulduk / Dünya Bizim)