Ahmed el-Kâtib: Mehdi beklemeyen bir Şii Müslüman
Ahmed el-Kâtib, Şia’nın temel inançlarından olan “İmamet”, “On İki İmam”, “Velayeti Fakih”, “Takiyye”, “Beklenen İmam” gibi fikirleri reddetmekle, aslında Şii düşüncesinin bütün otoritelerini karşısına almış, bütün bir Şii tarihi ile çatışmaya girmiş, siyasi-toplumsal ve ideolojik temellere dayalı bu köklü geleneği sarsmış oluyordu.
Ahmed el-Kâtib, 1000 küsur yıllık Şii imamet teorisini iyiden iyiye inceledikten sonra “beklenen mehdi”, “on iki imam” vb. gibi inançların asılsız olduğu kanaatine ulaştı. Bu durum onun düşünce dünyasında büyük bir sarsıntıya neden olmuştu. Düşüncelerini kime açtıysa bu konulara fazla dalmaması gerektiği nasihatini aldı. Hocaları da öyle diyordu. Ancak o gerçeği söylemek ve yazmaktan başka bir seçenek düşünemiyordu. Düşüncelerinde ısrar ettiği takdirde “dinden dönmüş”, “kafir”, “mürted” şeklinde damgalanmakla tehdit edilmesine rağmen yine de bildiğinden vazgeçmedi. Düşüncelerini yazdı ve yayınladı. Kendisine karşı çıkanlardan tek istediği şey, karşıt düşünceleri delillendirmeleri idi. Ancak onun araştırmalarına karşı cevap niteliğinde herhangi bir ilmi çalışma ortaya konulmadı.
Doğrusu yazarın düşünceleri Şii-Sünni uçurumunu kapatma noktasında son derece yararlı olabilecek niteliktedir.
Bu bağlamda onun önemli fikirlerinden birisi “velayeti fakih” yani fıkıhçının yönetimi yerine “velayeti ümmet”, yani toplum yönetimi anlayışını getirmektir. Bu teori yasama dili ile fıkıh dilini yakınlaştırma ve Müslümanlar arası kaynaşma yollarını açma noktasında önemlidir ve Şii düşünürler içerisinde bir başkası tarafından bu ölçüde cesurca ortaya konulmuş değildir.
Ahmet el-Katip Şia’nın temel inançlarından olan “İmamet”, “On İki İmam”, “Velayeti Fakih”, “Takiyye”, “Beklenen İmam” gibi fikirleri reddetmekle, aslında Şii düşüncesinin bütün otoritelerini karşısına almış, bütün bir Şii tarihi ile çatışmaya girmiş, siyasi-toplumsal ve ideolojik temellere dayalı bu köklü geleneği sarsmış oluyordu.
Bu düşüncelerin Şia geleneğinden beslenen çevrelerde kabul görmesi pek kolay değildir. Büyük Şii din otoritelerinin bu düşüncelere hiçbir zaman kapı aralamayacakları ise kesindir. Çünkü bu fikirler onların tarih boyunca sahip oldukları konum ve ayrıcalıklarını yok saymaktadır. Ancak el-Katip’in düşünceleri çağdaş İslamî siyasi hareketlere sağlıklı bir rota çizme konusunda yardımcı olacak, geleneğin başımıza musallat ettiği ve ümmetin birlik ve özgürlüğünü yok eden asılsız inançlardan ve hurafelerden kurtulmayı arzulayan Müslümanların hedeflerine destek olacak niteliktedir.
1953 yılında Irak’ın Kerbelâ şehrinde doğdu. Gerçek adı Abdurresul Abduzzehre Abdulemir b. el-Hac Habîb el-Esedî’dir. Ahmet el-Katip ismi ise kendisine Saddam karşıtı “İslamî çalışma örgütü” ile birlikte hareket ettiği yıllardan kalmış olan takma bir isimdir.
Doğup büyüdüğü Kerbelâ şehri hep dini törenlerle ve kalabalık ziyaretçilerle dolu olduğu için ticarete uygun bir yapısı vardı. Nitekim yazarımızın dedesi, Kerbelâ toprağından yapılan ve Şiilerin namazda secde ettikleri yere koydukları Hüseynî toprak denen taşlardan yapıp satıyordu. Şehirde ilmi ders halkaları kuruluyor, hatipler çeşitli yerlerde konuşmalar yapıyor, mersiyeciler Ehli Beyt ile ilgili ağlamaklı şiirler okuyup ağlıyorlardı. Kerbelâ’da ve genel olarak Şiilerde yeryüzünü adaletle dolduracak “kayıp imam”ın gelişini bekleme atmosferi hakimdi.
İşte yazarımız bu ortamda doğup büyüdü. Babası onu beklenen mehdinin ordusunda bir asker olsun diye yetiştiriyordu. Şehirde Mescidu’l-Abbas’ın hemen köşesinde yer alan küçük bir yerde Şeyh Abdülkerim’den ilk derslerini alıp hafızlığını tamamladı, ardından dini okula gitmeye başladı. 13 yaşına geldiğinde hocası eş-Şirazî’nin yönlendirmesi ile başına sarık sardı ve din adamlarına has giysiyi giyinmeye başladı. Buna en çok sevinen ise anne-babası olmuştu.
El-Katip o zamanlar Şii İsna Aşeriyye mezhebinin tek hak mezhep olduğunu ve gerçek İslam’ı temsil ettiğini düşünüyordu. Nitekim kendisi, o günlerde Sünni bir komşusuna öfkelendiğini ve “neden Ehli Beyt mezhebine girmemekte ısrar ediyorlar!” diye düşünüp hayret ettiğini kaydetmektedir.
Nihayet Irak siyasi değişimler yaşadı ve Baas rejimi yönetimi ele geçirdi. Kerbelâ’da Şirazî ve Necef’te Bakır el-Hakim liderliğindeki Şiilere yönelik baskı yapmaya başladı.
O dönemde el-Katip “Hüseyin: Adalet ve Özgürlük mücadelesi”[1] adlı bir kitap yazdı. Bu eserinde halk arasında Hüseyin’in mazlum olarak öldüğünü anlatan ve onu sadece acınacak birisi olarak lanse eden söylemlere farklı bir açıdan yaklaşmayı deniyordu. Onun yorumu daha çok Hüseyin’in devrimciliği ve silahlı ayaklanma yapması üzerine yoğunlaşıyordu.
İkinci kitabı “İki Direniş Deneyimi”[2]nde ise adalet ve hürriyet konularını işliyor ve 1971’de İran’da yaşanan Tönbek isyanını ve Irak’taki “yirmiler” isyanını örnek olarak ele alıp bu olaylarda dini liderlerin ve alimlerin rolünü inceliyordu.
Hocası Şirazî hapse girmesinden bir süre sonra 1973’te Kuveyt’e gitti ve hoca-öğrenci orada buluştular. O sıralar ülkede dine ve ulema sınıfına karşı koyup laik bir sistemi savunan yönetime öfke kusuyordu. O dönemde iki kitap yazdı: “İmam Sadık: İnsan eğiticisi”[3] ve “On yanlıştan bir doğru çıkmaz”[4]. Bu son kitapta “imamet” rüknü olmadıktan sonra imanın geçerli olmayacağını, sıfıra eşit olacağını savunuyordu.
El-Katip Kuveyt’te hayatının yeni bir dönemine adım atmış, mezhebinin propagandasını yapmaya başlamıştı. Bu amaçla Suriye, Sudan ve Lübnan’a gitti. 1977’de Lübnan’da evlendi. “Yarınki Irak”[5] adlı Baas rejimi karşıtı bir gazete çıkarmak ve ülke yönetimine muhalif siyasi hareket oluşturmak suçlarından kendisi ve hocası Şirazî hakkında Irak’ta gıyabî idam kararı verildi.
1979’da İran devrimi olduktan sonra İran’a inen ilk uçağın içerisinde Ahmet el-Katip de vardı. Hayatı boyunca düşünü kurduğu “velayeti fakih” yönetiminin gerçekleştiğini sevinçle gözlemliyor ve aynı şeyin Irak’ta da yaşanması için dua ediyordu. Bir grup arkadaşı ile birlikte Tahran’dan yayın yapan bir radyo kurdu ve İran rejimini Irak’a ithal etmek için Irak halkını etkileyecek yayınlar yapmaya başladı. Bu durum İran-Irak arasında gerilime neden olmuştu.
1982’de “Irak İslam Devrimi Tecrübesi” adlı kitabını yazdı ve bu kitabında Humeyni’nin aktif hareket yöntemini övüp Irak İslami hareketini, Irak’taki dini otoriteleri ve özellikle de hocası Şirazi’yi tenkit etti.
O yıllarda İran-Irak savaşı iyice kanlı hale gelmeye başlamıştı. Bu durum karşısında eş-Şirazî tarafları savaşı durdurmaya çağırıyor ve kendi taraftarlarına İran’ı terk etmelerini söylüyordu. Yazarımız ise o yıllarda kendisini yeniden ilmi araştırmalara verdi. 1985 yılında Seyyid el-Müderrisi’nin çağrısı üzerine, içerisinde Suud, Körfez ülkeleri, Irak, Afganistan ve diğer ülkelerden gelen kimselerin yer aldığı bir eğitim grubuna katıldı. Doğu Tahran’ın Mamazend adlı bölgesinde yapılan bu eğitim çalışması ilmi bir çalışmadan ziyade bir tür örgüt kampı çalışması gibiydi.
Bu dönem el-Katip’in hayatında oldukça önemlidir. Zira bu dönemde, o zamana kadar hayranlıkla izlediği ve bir gün Saddam Hüseyin’i devirince Irak’ta da benzerini kurmayı hayal ettiği velayeti fakih sistemi üzerine düşünmeye ve sorgulamaya başlamıştı. Çünkü o sıralar yaşanan şu ilginç olay onun düşüncelerinde değişimin adeta başlangıcı olmuştu:
1988 yılında Şura Meclisi, Çalışma Bakanlığı ve Anayasayı Koruma Meclisi arasında bir kriz çıktı. Konu şuydu: Hükümet son sekiz yıl boyunca sekiz kez “İş Kanunu”nu mecliste onaylamış ve yasalaştırmış, ancak “Anayasayı Koruma Meclisi” her seferinde bu yasayı iptal etmişti. Gerekçe ise yasanın İslami kurallara aykırı olması idi. Bu noktada çalışma bakanı Humeyni’den destek istedi ve Humeyni de “işçiler sol ve komünist akımlara kapılmasınlar” diye bu yasa taslağının nihai onayı almadan uygulamaya konulmasını istedi. Ancak Cumhurbaşkanı Ali Hamaney ve Anayasayı Koruma Meclisi üyeleri bu karara itiraz ettiler. Bunun üzerine Humeyni çok önemli bir konuşma yaptı ve konuşmasında velayeti fakih sistemini açıklayıp “kendi yönetiminin Allah’ın, Peygamberin ve masum imamların yönetiminden bir parça olduğunu ve ister halk isterse başkası kabul etmiş olsun, ülkenin yararına ters gördüğü her kanunu iptal etmeye, her kanunu geçirmeye hakkı ve yetkisi olduğunu” söyledi. Bu sözler Ahmet el-Katip’in artık kendi görüşleri doğrultusunda velayeti fakih düşüncesini temel kaynaklara inerek araştırmaya başlamasına sebep oldu. Yüzlerce klasik Şii kaynağını okudu ve Şia’nın bu konulardaki düşüncelerinin takiyye, beklenen mehdi ve velayeti fakih teorilerine dayandığı kanaatine ulaştı. Velayeti fakih teorisinin yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde oluştuğunu ve ilk kez Safeviler döneminde Ali Abdulâlî el-Kürkî (vf.940/1533) tarafından uygulamaya koyulduğunu, bundan önceki dönemlerde ise Şii dünyada genel olarak “takiyye” ve “kayıp imamı bekleme” teorilerinin yaygın olduğunu fark etti ve her iki teori arasında (beklenen imam ve velayeti fakih) büyük çelişkiler olduğunu gördü. Çünkü küçük gaybet denen ve yaklaşık yetmiş sene süren dönemde Şiiler velayeti fakih yönetimi kurmamışlardı ve bu velayeti fakih sistemini klasik Şii alimlerinden hiçbirisi dillendirmiyordu.
İşte bu noktada yazarımız “on ikinci imam” diye bir kişinin var olup olmadığını sorgulamaya, yani onca yoğun Şii atmosferde yetişmiş ve on iki imam inancı üzerine kitaplar yazmış olmasına rağmen o noktada “kayıp imam” diye bir kişinin gerçekten var olup olmadığını sorgulamaya başladı. Şöyle demektedir: “1398/1977 yılında Muhammed Kazım el-Kazvînî, Kerbelâ’da parmağını bize doğru sallayıp kendinden emin bir şekilde, beklenen imamın gelmesine on iki sene kaldığını söylemişti. Bu sebeple 1400/1979 yılında Mekke’de mehdinin çıkması ile ilgili haberleri takip ettim. O sene Muhammed b. Abdullah el-Kahtani ve Cuheyman el-Uteybi adlı iki kişi böyle bir girişimde bulundular ve Suud yönetimi Cuheyman ve 71 arkadaşını idam etti… Bunu üzerine İsna Aşeriyye mezhebi din adamları arlarında ihtilaf ettiler ve Şeyh Mufid, Seyyid Murtaza, Numani ve Tusi gibiler açıkça ”İmam Hasan Askerî”nin oğlu var olduğuna dair herhangi bir delil bulunmadığını ve bu oğlun varlığı kabul edilmedikçe imamet düşüncesinin ayakta kalamayacağını, dolayısıyla bu oğlun varlığını kabul etmek veya imamet düşüncesini reddetmek arasında özgür olduğumuzu söylediler.”
Artık içine şüphe düşen yazarımız yaptığı araştırmalar sonucunda “beklenen imam” teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna varır. Ona göre Ehli Beyt imamlarının gerçek anlayışları Şura temellidir. İlahi imamet teorisi ise Kur’an ayetlerinin zorlama tevilleri ile desteklenmektedir. Nitekim hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Şiiler içerisinde çok küçük bir Batıni grup dışında “imamet” teorisini savunan olmamıştır.
Bütün bu çalışmaları sonucunda yazarımız sonuçları iki açıdan değerlendirir:
“Şii-Sünni ayrılığının temelinde yatan ‘Ehlibeyt’in yöneticiliği hak ettiği ve diğerlerinin onu gasp ettikleri’ şeklindeki teorilerin asılsız olduğu ortadadır. Dolayısıyla bu meseleden kaynaklanan ayrılık giderilirse İslam ümmeti yeniden birlik olabilir.
Başlangıçta velayeti fakih, imamet gibi düşünceleri benimserken daha sonraları Şura, halk egemenliği, yöneticinin yetkilerinin sınırlandırılması gibi temelden farklı düşüncelere ulaştım.”
Doğrusu Ahmet el-Katip tarafsız duruşu ve nereden gelirse gelsin hakikate bağlı oluşu, karşıtlarının tehditlerine aldırmadan görüşlerini cesurca yayması ve muarızlarını ilmi diyaloga çağırması gibi özellikleri ile araştırmacılar için ideal bir örnektir.
Humeyni Şii düşüncesinden “takiyye” ve “mehdi bekleme” düşüncelerini temizlemiş olduğu gibi Ahmet el-Katip de “on iki imam” ve “velayeti fakih” düşüncesi sarsmış ve mezhebine meşrebine bakmaksızın bütün Müslümanları kapsayabilecek demokratik bir İslami sistem kurmanın, dinine, ırkına, mezhebine, cinsiyetine vs. bakılmaksızın her insanın güvenliği, özgürlüğü ve refahını hedefleyen ve Şura ve çoğulculuk temeline dayanan bir siyaset anlayışının temellerini atmıştır.
Tarihin yazarımız hakkında hangi yargıya varacağı bilinmez, ancak onun görüş ve yaklaşımlarının bugünün Tahran sokaklarında açık ve net izlerini görmek mümkündür.
Kaynaklar:
Müzekkerat Ahmed el-Katib: Siretî el-Fikriyye ve’s-Siyasiyye min Nazariyyeti’l-İmamae,.. ile’ş-Şura,
Ahmed el-Katib, Tatavvuru’l-Fikir’s-Siyasi eş-Şi’î mine’ş-Şura ila velayeti’l-Fakîh, Üçüncü baskısının önsözü.
Humeynî, el-Hukumetu’l-İslamiyye, s.51-52
Humeynî, Kitabu’l-Bey’, s.467
Kayhan gazetesi, sayı: 13223, Tarih(Hicri)16 cemaziyülevvel 1408
http://mdarik.islamonline.net/servlet/Satellite?c=ArticleA_C&cid=1256033959592&pagename=Zone-Arabic-MDarik%2FMDALayout#ixzz0k3cNsKZH[1]
Orijinal adı: “el-Huseyn, Kifahun fî Sebîli’l-Adl ve’l-Hurriye”[2] Orijinal adı: “Tecrubetân fi’l-Mukaveme”[3]
Orijinal adı: “el-İmam es-Sadık, Muallimu’l-İnsan”[4]
Orijinal adı: “Aşeretu Nakıs Vahid Yüsâvî Sıfr”[5] “Irâk el-Ğad”
Kaynak: www.islamiyorumdergisi.com
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !