Mehmed DURMUŞ
ALLAH'IN İNDİRDİKLERİYLE HÜKMETMEYENLER
Giriş
‘Hkm’ Kur’an’ın zengin içeriğe sahip kök fiillerinden biridir. Kelimenin Kur’an’da farklı türevleriyle çokça kullanılmış olması da bu zenin içeriğe delalet etmektedir. ‘Hakeme’ fiilinin aslı, ıslah amacıyla bir şeyi alıkoymak, engellemektir. ‘Hakeme’ hayvana gem vurmayı ifade eder (hakemtü’d-dâbbe). Fiil sefih kelimesiyle kullanıldığında, ‘zayıf akıllı’ demek olan sefîhi kontrol altında tutmak kastedilmiş olur.[1] Hüküm (ç. ahkâm) kelimesi iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, karar vermek manasında mastar; ilim, derin anlayış, siyasi hakimiyet, karar ve yargı anlamında isim olarak kullanılır.[2] ‘Hakkeme’ birini hakem yapmak demektir. Tahkim kelimesi bir hukuk terimi olarak günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
Bir şey hakkında hükmetmek, onun belirli bir şekilde olduğuna veya olmadığına karar vermektir. “Bâtıl ile hükmetti” demek, bâtılı hükmün yerine geçirdi anlamına gelmektedir.[3]
Hem hüküm hem de hikmet isimlerinin ‘hkm’ kökünden türemiş olması önemlidir. Demek ki her hikmetin hükümle, her hükmün de hikmetle yakın alakası söz konusudur. Kur’an’da ‘hkm’ kökünden türemiş fiil ve mastar formunda sözcüklerin sayısı 210 civarındadır. Bunlardan yirmi kadarı hikmet, 97’si ise (Allah’ın sıfatı olarak) hakîm kelimeleridir. Hükmetme anlamında kullanıldığında ‘hkm’ fiil olarak gelirken, hikmet anlamında kullanıldığında isim ve mastar olarak gelmiştir.[4] Fiil halinde hüküm kelimesi en fazla Maide ve Nisa surelerinde yoğunlaşmaktadır. Hüküm kelimesi ekseriyetle insanların/kulların[5] gerek dünyada,[6] gerekse kıyamet gününde[7] aralarındaki ihtilaflarda karar verilmesi bağlamında zikredilmiştir. Evlilik/nikah ve boşanma gibi işlerimizi düzenleyen Allah’ın hükümleri vardır ve aramızda Allah’ın hükümleriyle hükmetmemiz, O’nun emridir.[8]
Allah Teala Kitabı Elçisine, insanlar arasında, Allah’ın kendisine gösterdiği tarzda hükmetmesi için indirmiştir.[9] Allah’ın emri odur ki, Nebî (sav) insanlar arasında hükmettiğinde adaletle hükmetmelidir.[10] Allah sadece Nebî’ye değil, müminlere de aynı şeyi emretmektedir. Rabbimiz müminlerden emanetleri[11] ehli olanlara vermelerini ve insanlar arasında hükmettiklerinde adaletle hükmetmelerini istemektedir.[12] Kendilerine Kitap’tan pay verilenler (ehli kitap), aralarında Allah’ın kitabıyla hüküm verilmesi için çağrıldıklarında içlerinden bir grup yüz çevirmiştir. Çünkü bunlar, cehennem azabından kendilerini muaf gören, dinleri hususunda aldanmış kimselerdir.[13] Müminlerin tavrı ise onların tam zıddıdır; aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman tutumları, “işittik ve itaat ettik” demekten ibaret olur. Kurtulanlar da onlardır.[14]
Allah nasıl irade ederse, öyle hükmeder.[15] Çünkü mülk O’nundur ve Allah’ın hükmü peşine düşüp de, O’nu hesaba çekecek kimse bulunmaz.[16] Müşriklere gelince, onlar ne kötü hükmedicidirler.[17]
Allah, Rasûl ve Kitap
Allah’ın Allah olması, Allah’ın rasûl göndermesi ve rasûle bir kitap indirmesi neyi ifade etmektedir? Bu sorulara cevap vermek, rafa kaldırılmış görünen din sorununu, getireceği bütün etki ve tepkilerle birlikte raftan indirmek, dosyayı yeniden açmak anlamına gelmektedir. Bu, kıyamete kadar hiçbir zaman kapanmayacak olan din dosyasıdır.
İsviçreli yazar Tage Lindbom (ö.2001) ‘Demokrasi Miti’ adlı kitabını şu cümleyle başlatmaktadır: “Kim hükmedecek, tanrı mı yoksa insan mı?” Bu soru hem Lindbom’un kitabını özetlemektedir hem de hayatın bütününü. Hayat mücadelesi denilen şey bu sorunun çok detaylı cevabından başka bir şey değildir. Lindbom devam etmektedir: “Bu soru, ölümlü dünyada her şeyi, özellikle ve en belirgin olarak da sosyal düzenlemelerimizi belirleyen insan varlığının büyük anayasal sorusudur.”[18]
“Kim hükmedecek?” sorusu, modernleşme-din ilişkisinin hem arka hem de ön planında yatan asıl saike ışık tutmaktadır. Sorunun din açısından cevabı bellidir, tek hükmedici vardır O da Allah’tır. Modernizmin cevabı da bellidir, tanrılaşmaya çalışan insan hükmetmektedir. Evet, Allah hükmedicidir, hâkimlerin hâkimidir[19] fakat bugünkü topluma Allah hükmetmemektedir. Çünkü “kim hükmedecek?” mücadelesinde gavur galebe çalmış, müminler mücadeleyi kaybetmişlerdir.
Din özü itibariyle hükmedicidir. Hiçbir rasûl ve nebî, sadece insanları etkileyici vaazlarla irşad edip, hakkı tavsiye etmek, öğüt ve nasihatlerde bulunmak, sonra da çekildiği köşesinde tesbihat ve virdlerini yaparak, seccadesi üzerinde, buğulu gözlerle etrafına şevk vermek üzere gelmiş değildir. İslam’ın böyle bir risalet-nübüvvet modeli yoktur. Allah her rasûlü, kendisinin izni ve onayıyla itaat edilmesi için göndermiştir.[20] Rasûle itaat etmek Allah’a,[21] Allah’ın hükümlerine itaat etmektir. Allah’a ve Rasûlüne itaat kandil Müslümanlığıyla, menkıbevî dindarlık masallarıyla bağdaşmaz. Allah ve Rasulüne itaat, hayatı bütünüyle Allah’a has kılmak, Allah’ın razı olacağı şekilde bir dünya kurmakla gerçekleşir. Din hükmetme makamında olunca fıtratla buluşur, yeryüzüne rahmet kapıları açılır. Hükmetmesi engellenince toplum kokuşmaya başlar; ayaklar baş, başlar ayak olur.
Eğer din hükmetmiyorsa, demek ki tüm alanlarda, bütün vasıta ve imkanlarla dine savaş açılmıştır. Mekke kâfirlerini rahatsız eden de, Allah’ın hayata müdahil kılınmasıydı. Onlar Allah’ın varlığından asla kuşku duymuyorlar, Allah’ın yaratıcılığını da tam tasdik ediyorlardı;[22] itirazları Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeye idi. Din Mekke’de durdurulamayınca, dava Medine’ye taşındı ve silahlı ordularla, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin önü kesilmek sitendi. Fakat karşılarında, fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar[23] mücadeleye azmetmiş, gevşemeyen ve üzülmeyen, iman ettikleri için en üstün olduklarının[24] bilincinde bir Rasûl ve onun ashabını buldular ve mücadele, muhaliflerin hezimetiyle neticelendi.
Bu mücadele Seyyid Kutub’un satırlarında şu şekilde ifade edilmektedir: “Allah’tan gelen her din, pratik bir hayat nizamı olarak gelmiştir. Beşerî hayatın yönetimi, tanzimi ve korunması için gelmiştir. Sadece kalplerde kuru bir akide olarak kalmak için gelmemiştir. Sadece ibadete ait alametleri için de gelmemiştir. … Beşer hayatı akideyi, ibadet usullerini, kanun ve nizamı aynı kaynaktan aldığı takdirde ancak istikamet bulur, huzura erer.”[25]
Allah’ın ahkamı vardır ve rasûllere bu ahkamı indirmiştir. Son Rasûle gelen Kur’an Allah’ın ahkamıyla doludur. Hiçbir rasûl hüküm koyucu değildir. Hükmü sadece Allah koymaktadır. Rasûl insanları o hükümlere uymaya çağırandır fakat Allah’ın hükümlerine uyanların ilki de kendisidir. Rasûl ölünceye kadar bu davanın adamıdır.
Allah, Rasûlü Muhammed’e (sav) Kur’an’ı hak olarak indirmiştir. Rasûlden istenen, insanlar arasında Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmesiydi. Allah Kur’an’ı Rasûlüne farz kılmıştır.[26] Bu farziyet, içinde çokça hüküm bulunan Nûr suresinin girişinde bir kere daha hatırlatılır. Allah, elçisi Muhammed (sav)’e Nur suresini farz kılmıştır. Bunun anlamı, Rasulullah’ın hayatını bütünüyle ve sadece Kur’an’ın kuşatması, başka hükümlere hayatında yer vermemesi, Kur’an dışında hiçbir nizamı hayatına yaklaştırmaması, insanları da bu davaya davet etmesidir. Allah’a ve Muhammed’in rasûl oluşuna iman eden müminlerin de hayatlarını sadece Kur’an’ın kuşatması gerekir. Allah’a, Kitaba ve Rasulüne iman ettikten sonra başka sistemleri kendisine menhec (kaynak) edinen kişiler ya müşriktir ya da münafıktır.
Şu iki ayette Rasûlullah’a, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmesi emredilmekte, onları bırakıp da, insanların arzularına (heva) uymaktan mutlak surette sakındırılmaktadır: “Sana da, daha önceki kitabı tasdik edici ve onun üzerine şahitlik edip gözetmek üzere hak olarak Kitabı indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen haktan sonra sakın ha (dönüp de), onların arzularına uyma. …”
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamaları için dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu zaten fâsıktır.”[27]
İnsanın bile-isteye şehvete yönelmesine hevâ denmektedir.[28] Allah’ın hükümlerine alternatif olması amacıyla üretilen kurallar insan hevâsının ürünü olmaktan başka bir şey değildir. Oysa Allah’ın hükümlerinin alternatifi yoktur. Allah’ın hükümleri yerine icat edilen yasalar, kanunlar, normlar sözde öyledirler ve bunları küfür ve şirkten başka tanımlayacak bir sözcük yoktur.
Allah, elçisinin Rabbine yemin ederek buyuruyor ki, bir toplum, aralarında vuku bulan anlaşmazlıklarda Allah Rasûlünü hakem tayin edip, onun önünde, Allah’ın hükümleriyle yargılanmayı canı gönülden istemediği sürece mümin değildir: “Hayır, rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri sıkılmadan, onu tam anlamıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[29]
Yahudiler böyle yapmışlardı. Yanlarında, Allah’ın hükmünü ihtiva eden Tevrat olduğu halde (farklı umutlarla) Rasûlullah’ı hakem tayin etmiş, verdiği hükmü beğenmeyince de sıvışıp gitmişlerdi. Çünkü onlar mümin değillerdi.[30] Muhammed (as)’a indirilen Kur’an’la, ondan önce indirilenlerin hükmünü beğenmediği için Rasûlullah’ın hakemliğine razı olmayan kimselerin bundan sonraki durakları nedir denirse, gidecekleri mahkeme tağuttan başkası değildir. Allah ve Rasûlünün yargılaması yerine, kesin olarak küfretmekle yükümlü oldukları tağutun yargılamasını tercih etmişlerdir.[31]
Din akide, ibadet, muamelat, ahlak ve hukuki ilkelerden oluşur. Mümin, dini bütün boyutlarıyla tasdik eden ve yaşamını dine uyduran kişidir. Dinin bir kısmını alıp bir kısmını reddetmek kişiyi mümin ve müslim yapmaz. Bir de dinin tek ilahı vardır. İslam ilah olarak sadece Allah’ı kabul eden dindir. İslam akidesini kabul eden bir müminin, İslam’ın haram-helal, günah-sevap, hayır-şer gibi kıstaslarını da kabul etmesi icap eder. Allah ve Rasûlünün hüküm verdiği bir hususta, mümin erkek ve kadınların başka bir tercih hakları kalmamıştır.[32] Allah’ın ve Rasûlünün verdiği hükmü beğenmeyip, tartışmaya açmak iman ve İslam iddiasını bitirir.
Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyenler Kâfirdirler
Kur’an’da Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler hakkında hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek derecede açık ve seçik bir yargıda bulunulmuştur. Bu yargının bildirildiği ayeti kerimede Tevrat hakkında etraflıca açıklamalar yapılmaktadır:
“Şüphesiz içinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat’ı biz indirdik. Teslim olmuş nebîler Yahudilere onunla hükmederlerdi. Rabbanîler ve bilginler de, Allah’ın kitabını muhafazaya memur olmaları sebebiyle onunla hükmederlerdi. Hepsi o kitaba şahitlerdi. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 44).
İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat: Kur’an’ın en ‘ağır’ sözlerinden biri işbu ‘hidayet’ kelimesidir. İslam hidayet, Allah da hidayete erdirici olunca, İslam’ın dışında kalan bütün din, düşünce ve felsefi sistemler kendiliğinden dalalet olmaktadır. Din bir neşter gibi hakkı batıldan, mümini kâfirden vd. ayrıştırmaktadır.
Tevrat hidayet (huden) ve nûr demekti. Hidayet, dalalette kalmış, yolunu bulamamış, bilememiş ya da bâtıl yolları hidayet sanmış insanlara rehberlik yaparak Allah’ın hak yolunu göstermek ve o yola çıkarmaktır; cahiliyeden kurtarıp İslam’ın nûruna iletmektir. İnsan, hemcinsini güzel bir üslupla davet eder, hak yolu gösterir ama kimseye hidayet veremez. Hidayete erdirici olan sadece Allah’tır.[33] Bütün nebîlere aynı ‘kitaptan’ vahiy gelmiştir ve onlara gelen kitaplar birbiriyle asla çelişmez. Tevrat’ta bir de nûr vardır; nûrla hidayet birbirini tamamlamaktadır. Allah’ın hidayeti aydınlık, ışıltılı, açık-seçik, bariz ve kolay tanınır cinstendir. Tevrat ve İncil[34] gibi Kur’an da nûrdur.[35]
Teslim olmuş nebîler, rabbanîler ve alimler Yahudilere Tevrat’la hükmederlerdi: Bütün nebîlerin müslim oldukları zaten açık bir gerçekken, burada nebîlerin teslim (müslim) oldukları özellikle belirtilerek, Kur’an nûruna teslim olmayıp, kibrine yenik düşen Yahudilere tarizde bulunulmuştur. Çünkü Yahudiler öncesiyle, yenisiyle bütün nebîlerin dini olan İslam’dan uzaktılar.[36]
Sadece nebîler değil, rabbanîler ve alimler de Yahudilere Tevrat’la hükmetmişlerdir. Rabbanîler “Allah adamları”, Peygamberin görevini görev bilen ve dünya hayatının zevk ve sefasına karşı zahid bir hayat yaşayan, takva sahibi bilge kişiler ve alimler;[37] ahbâr da fakihler ve kadılardır.[38] Fahrettin Razi (ö.1210) rabbaniyyûnu müçtehit alimler olarak tanımamakta ve Allah’ın hükümlerini zayi etmeyip, kanunlarını ihmal etmemekle yükümlü olduklarını belirtmektedir.[39]
Rabbanîler ve bilginler Allah’ın kitabını hassasiyetle korumakla görevli, Tevrat’ın şahidiydiler. Tevrat’ın değiştirilmemesi, tahrif ve tağyir edilmemesi için gözetlemekle memurdular.[40] Tevrat’ta bulunan her şeyin hak, doğru, Allah katından olduğuna şehadet ederlerdi.[41] Tevrat’a gözleri gibi bakmak, hak suretinde ona uzanacak hain ellerden ve dillerden onu korumak vazifeleriydi. Şahitlik aynı zamanda gözetleyici olmak (murakıplık)tı. Kitabın tağyir edilmesine fırsat vermemekti. Şöyle de denebilir: Birilerinin gizlediklerini onlar açıklarlardı.[42] Allah ehli kitaptan, Kitabı mutlaka insanlara açıklamaları, gizlememeleri hususunda söz almıştı.[43]
Rabbanîler ve fakihlerden beklenen, şimdi de Kur’an’a inandığını söyleyen ilim adamlarından beklenendir. Müslüman ilim adamları Kur’an’a şahitlik ve murakıplık yapmak, onu her türlü tağyir, tebdil ve tahriften korumak ve Kur’an’ın İslam ümmetinin hayatını düzenlemesi için canla başla çalışmakla yükümlüdürler.
“O halde insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın!”: Allah’ın bu uyarı ve sakındırması her dönemdeki rabbanîler ve ahbâr için geçerlidir. Bu uyarının Kur’an’a iman eden ilim adamları ve müçtehitleri de kapsadığından şüphe edilemez. Kur’an sanki, Kur’an’a iman ettiğini beyan ettiği halde, içinde yaşadığı toplumun levminden ve uyruğu olduğu devletin gazabından korktuğu için, Kur’an ahkamı bütünüyle yasaklanırken Kur’an’a tanış çıkmayan sözde (Müslüman) ilim adamlarını hedef almış gibidir. Her çağda ve her coğrafyada Allah’ın indirdiği hükümlerin düşmanları olacak ve Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilmesini engellemek için müminlerin karşısına dikileceklerdir. Müslüman ilim adamlarına emredilen, Allah korkusunu, insanlardan duyulan korkunun önüne geçirmektir.
“Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın” uyarısı, Allah’ın ayetleri karşılığında alınan ya da razı olunan bedelin, dünya dolusu kadar da olsa, sonuçta az olduğu anlamına gelir. Günümüzde Allah’ın ayetleri makam, mevki, ticaret, nüfuz, şöhret gibi ‘az’ bedeller karşılığında satılmaktadır. İktidarların vaat ettikleri dünyevi menfaatler çok cazip gelmekte ve birçok ‘ilim adamı’ bu bedeller karşılığında Allah’ın hükümlerini tahrif, tağyir ve tebdil işine katkı yapmaktadır. Sözü edilen ‘ilim adamları’ şeriat hükümlerinin bu çağda uygulanamayacağı yönünde yazılar yazmakta, basın-yayına beyanatlar vermekte, panellerde, sempozyumlarda bildiriler sunmaktadırlar.[44]
“Kim Allah’ın indirdiği (hükümlerle) hükmetmezse, onlar kâfirlerin ta kendileridir”: Bu açık bir tekfirdir. Allah, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenleri kâfir saymaktadır.
Allah’ın indirdikleri nedir: “Allah’ın indirdikleri” akla sadece had cezaları, evlenme, boşanma, nafaka, miras hukuku, şahitlik gibi muamelat gelmemelidir. “Allah’ın indirdikleri” ifadesi yirmiden fazla ayette geçmektedir. Bunlardan bazılarında[45] “Allah’ın indirdikleri”yle Kur’an’ın tamamının kastedildiği anlaşılmaktadır. Bazı ayetlerde,[46] Allah’ın indirdiği kitaptan bazı hükümler kastedilmektedir. Maide suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde de “Allah’ın indirdikleri” herhangi bir hükümle sınırlanmamıştır, lafız umumidir. Demek ki ister Tevrat ve İncil isterse Kur’an olsun, “Allah’ın indirdikleri” bütün kitabı kuşatan, kapsamlı bir ifadedir. Buna göre Allah’ın indirdikleri, sadece muamelat konuları olmayıp, dinî hükümlerin tamamıdır.
Ayetin Kapsamı: Maide suresinin 44 ve 45. ayetlerinin Tevrat ve Yahudiler, 47. ayetin de İncil ve Hristiyanlar hakkında indiği, ayetlerin lafızlarından anlaşılmaktadır. Fakat bu üç ayette bildirilen hükmün Yahudilere ve Hristiyanlara mahsus olup, sadece onları içine aldığı asla iddia edilemez. Bilhassa İbni Abbas’a (ö.68) (ve Katâde [ö.117] ile Dahhâk’a [ö.105]) atfedilen bir rivayette, söz konusu üç ayetin kâfirler ve Allah’ın hükmünü değiştiren Yahudiler hakkında indiği, Müslümanlar hakkında olamayacağı belirtilmekte, gerekçe olarak da, Müslüman büyük günah işlese de kâfir denemeyeceği ileri sürülmektedir.[47] İbni Abbas’tan bunu nakzeden rivayetler de gelmiştir. Bunlardan birinde İbni Abbas şöyle demektedir: “Sizler ne güzel topluluksunuz! Ne kadar tatlı şeyler varsa size, ne kadar da acı şeyler varsa, o da ehli kitaba aittir öyle mi! Kim Allah’ın hükmünü inkâr ederse kâfir olur; Allah’ın hükmü olduğunu kabul ettiği halde onunla hükmetmezse zalim ve fâsıktır.”[48] Taberî’deki bir kayda göre de bu sözleri Huzeyfe söylemiştir.[49] Hasan Basri (ö.110) ise, ayetler ehli kitap hakkında indi ama bizi de bağlar demektedir.[50] Taberî, (ö.310), ayetlerin ehli kitabın kâfirleri hakkında indiğini özellikle vurguladıktan sonra kanaatini şöyle özetlemektedir: Bu konudaki hüküm, Allah’ın indirdikleriyle -onları inkâr ederek- hükmetmeyen herkes hakkında geçerlidir. Böyle bir kişi Allah’ı küfreden bir kâfirdir. İbni Abbas’ın dediği gibi, Allah’ın, kitabında indirdiğini bildiği halde inkâr etmiştir; tıpkı Nebî’nin nebî olduğunu bildikten sonra inkâr etmesi gibi.[51]
Fahrettin Razî (ö.1210), ayetin Yahudiler hakkında indiği görüşü zayıftır diyor çünkü sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğine bakılır.[52] Seyyid Kutub (ö.1966), Hüseyin Tabatabaî (ö.1981) ve Süleyman Ateş gibi müfessirlerin belirttiği üzere,[53] Maide suresinin 44, 45 ve 47. Ayetlerindeki hüküm genel bir kuraldır.
İbni Abbas ve Tavus b. Keysan (ö.106) gibi bazı kişilere dayandırılan bir görüşe göre, Maide suresinin 44. ayetinde tekfir edilenlerin küfrü Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkâr etmek anlamında, insanı dinden çıkaran bir küfür olmayıp, nimete nankörlük etmek anlamındadır.[54] Fahrettin Razi ise bu görüşü de zayıf bulmakta ve eleştirmektedir. Çünkü diyor Razî, küfür lafzı mukayyet değil, mutlak manada kullanılmıştır ve dini inkâr etmekten başka bir anlamı yoktur.[55]
Maide suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinin ehli kitap hakkında indiğini, dolayısıyla hükmün Müslümanlara teşmil edilemeyeceğini ya da buradaki tekfirin bilinen terim anlamıyla, insanı dinden çıkaran küfür değil, nimete nankörlük etmek anlamında olduğunu ileri süren insanlar Allah’ın sınırlar/hudud çizdiği koruluğun kıyısında sakıncalı yorumlarla dolaşmaktadırlar. Allah Teala “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse” (ve men lem yahkum) sözünü üç ayette üç ayrı defa tekrarlayarak, hiçbir kayıt içermeyen mutlak bir hüküm bildirmiştir. Ayetin tek kaydı, Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmemesidir. Allah’ın verdiği hüküm oldukça açık, anlaşılır ve yalındır: Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfir, zâlim ve fâsıktırlar. Ayetlerin iniş sebebinin hususi olması hükmün umumi olmasına mâni değildir. Bu insanlar küfrün en uç noktasına varmışlardır.[56]
Allah’ın indirdiği ahkamla hükmetmeyen Yahudi ve Hristiyanlar kâfir oluyorsa, aynı cürmü işleyen ‘Müslüman’ların kâfir sayılmasına mâni olan nedir? İbni Abbas’a (ya da Huzeyfe’ye) dayandırılan sözde ifade edildiği gibi, bütün ‘acı’ şeylerin ‘dinsizlere’ ve ehli kitaba, bütün ‘tatlı’ görüşlerin de ‘Müslüman’lara atfedilmesi zalimce bir tahrifat değil midir?
“Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler” kimlerdir: “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler”, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, hükmedilmesini istemeyen, Allah’ın hükümlerinin insan hayatından kısmen veya tamamen çıkartılmasını arzu eden ve bunun için türlü yollarla ideolojik savaş verenlerdir. Din bir bütündür. Allah nasıl tecezzi kabul etmeyen tek bir İlahsa, Allah’ın dini de öyledir, bölünme, ayrıştırılma kabul etmez. Din uygulanmak, yaşanmak için vaz edilmiştir. Dinin ahkamını -içtihattan farklı olarak- şu veya bu gerekçeyle uygulanabilir bulmayanlar, dini moda gibi algılayıp, zamanı geçtiğini, muasır medeniyet seviyesinin gerisine düşmüş bir irtica olduğunu, 21. asır insanına vereceği bir şey olmadığını iddia ederek, dinin yerine aklı ve bilim kilisesini ikame etmek isteyenler. Hasılı insan hayatına Allah’ın belirlediği nizamın hâkim olmaması için zecri tedbirlerden, beyin yıkama, propaganda savaşına varıncaya kadar akla gelebilen her türlü ‘tedbire’ baş vurarak, İslam’la savaşmayı hayatlarının gayesi edinenler kâfir, zâlim ve fâsıktırlar.
Hakimiyeti kayıtsız şartsız ait kıldıkları milletin/halkın nabzını ölçmek, oynanan oyunun farkına varıp varmadıklarını test etmek maksadıyla, “camiler ardına kadar açık, size camiye gitmeyin diyen mi var?” gibi sorularla, mescid-i dırarı inşa edenlerin rollerini oynayanlar; Allah’ın indirdiği hükümlerin (İslam) insan hayatına hükmetmekten engellenmiş olarak yaşamaktan razı olan, dinin Allah’a değil de, parlamentolara, laik kurumlara, siyasete yön veren parti ve liderlere tahsis edilmesinden rahatsızlık duymayanlar Maide suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinin kapsamına girmektedirler.
Reşid Rıza tefsirinde, İngiliz hakimiyetindeki Hindistan’ı örnek vermekte ve İngiliz kanunlarını Müslümanlar yapmadıysa da, yapanları veli edinmiş olmalarına ve yapılan işe muvafakat etmelerine dikkat çekmektedir. Hâkimin, “Ben filan yöneticinin adına hükmediyorum. Çünkü ben onun verdiği izinle, ona vekalet ediyorum” diyerek, Allah’ı bırakıp, anılan yöneticiyi şeriat koyucu kabul eder.[57] İngiltere’nin sömürgesi olduğu yıllardaki Hindistan’ın durumu maalesef pek çok ‘İslam ülkesi’nde ‘olağan’ bir yaşam tarzı haline gelmiştir.
Yerel ve uluslararası siyaset dilinde ‘İslam ülkesi’ olarak anılan beldelerde Allah’ın indirdiği hükümler bütünüyle yasak olmasına ve toplum hayatına tamamen Allah’ın dışında, beşerî kanun ve nizamlar hükmetmesine rağmen, bu durumun olağanlaştırılması için de ayrı bir politika güdülmektedir. Ülkenin Müslümanlığının en büyük göstergesi gibi lanse edilen camilerde bile Allah’ın indirdikleri geçerli değildir. Çünkü camilerde Allah’ın hükümleri değil, kurulu düzenin laik hükümleri yüceltilmektedir. İslam mer’i düzene uydurulmaktadır. İslam’ın hangi hükmü gündem edilecekse, mutlaka kurulu düzenin temel ilkeleriyle ilişkilendirilerek ve Kur’an’daki bağlamından kopartılarak bahse konu edilmektedir. Diyanet teşkilatı, akademi, sivil toplum kuruluşları ve cemaatlerin büyük çoğunluğu, ülkede Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmemesinin sigortasıdırlar. Dolayısıyla hemen herkesin payına, Maide suresinin bahse konu ayetlerinden bir pay düşmektedir.
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, Allah’ın hükümlerini örtmüşler, yok saymışlardır. Allah’ın belirlediği nizam yerine, kendileri yeni, ulusal bir nizam tesis etmişler, kendilerini Allah’ın iradesine ket vurmaya yetkili görmüşlerdir. Seyyid Kutub’un ifadesiyle, Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmedenler, bir taraftan Allah’ın uluhiyetini reddederken, diğer taraftan uluhiyet hakkını kendi şahısları için iddia etmişlerdir. Bu küfür değilse hangisi küfürdür? İnsan Allah’ın uluhiyetini kabul etmesi ve kulları hakkındaki teşri yetkisini sadece Allah’a tahsis etmesi gerekirken, teşri hakkını bizzat kendinde görmesi, bir ilahlık iddiasıdır. Allah’ın kullarına, Rablerinin felaha götürücü şeriatından başka bir sistem getiren insanlar zâlim ve fâsıktırlar.[58]
Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyenler Zâlimdirler
Çünkü Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, hükmetme fiilini Allah’ın tayin ettiği yere değil, başka bir yere koymuş, Allah’ın hükmüne haksızlık etmişlerdir.[59] Zulüm bir şeyi, kendisine ait olan yerin dışına koymaktır. Bu da onu ya eksiltmek ya da artırmakla ya da zamanından veya mekânından etmekle olur. Zulüm haddi aşmaktır.[60] Yeryüzünde Allah’ın indirdiği hükümleri beğenmeyen, onları çağdışı bulan her kişi haddini aşmış, sadece Allah’ın hakkı olan ilahlığa soyunmuş dolayısıyla kâfir, zâlim ve fâsık olmuştur.
Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyenler Fâsıktırlar
Fısk bir şeyin, yerleşik bulunduğu yerden -mesela hurmanın kabuğundan- çıkması demektir.[61] Allah’ın ahkamıyla hükmetmeyenler Allah’ın hükmünden ve imandan çıkmış kimselerdir.[62] Bunlar tıpkı taze hurmanın hurma kabuğundan çıkması gibi, Allah’ın emrinden (imandan) çıkmışlar, kitabında emrettikleri ve nehyettikleri hususlarda Allah’a muhalefet etmişlerdir.[63] Rağıb el-İsfahânî’ye göre fısk kelimesi küfür kelimesinden daha geniş anlamlıdır. Fısk günahın azıyla da çoğuyla da meydana gelir fakat daha ziyade çoğuyla oluşur. Fareye ‘fuveysık’ denmesi bir yoruma göre, yuvasından durmadan çıkmasından dolayıdır. Fâsık ismi en fazla, dinî hükümlere bağlanıp onları ikrar ettikten sonra, onların tümünü veya bir kısmını ihlal eden kişi için kullanılır.[64]
“Ve men lem yahkum” sözündeki ‘men’ edatı çoğula delalet eder çünkü cevaptaki ‘ulaike’ çoğul işareti, ‘hum’ da çoğul zamiridir. Hüküm yargı (kaza) ve amel hükmüne şamildir. İncil ehli olduğu halde İncil’e göre amel etmeyen fâsıktır, rabbinin emrinden çıkmıştır.[65] Kur’an ehli olduğu halde Kur’an’a göre amel etmeyenler de böyledir.
Sonuç
Allah’ın indirdiği hükümleri beğenmemek insanın haddine değildir. Her mümin, Allah’ın ahkamıyla hükmetmek, hayatını Allah’ın emirlerine göre düzenlemek için çaba harcamakla mükelleftir. 21. Yüzyılda insanlığın geldiği son nokta ise, Allah’ın yerine, insanın tanrılığını ilan etmektir. Tage Lindbom 1789 İnsan Hakları Bildirgesini, arkasına şu üç saikin gizlendiği ideolojik bir maske olarak tanımlamaktadır: Özgürlük iştihası, iktidar arzusu ve açgözlülük. Lindbom açıklamasını şu şekilde sürdürmektedir: “Fransız Devrimi’nin hedeflerinin asıl içeriğini işte bunlar oluştururlar. İnsan Krallığı evrensel bir beyanname olarak şu şekilde sunulmuştu: İnsan bundan böyle özgür, her şeye kadir bir varlık olacak ve kendini sadece kendi menfaatlerine adayacaktır. Ne kimsenin efendisi ne de kölesi olacak, eşitlik formu altında evrensel iktidarı kazanacak ve cismani ihtiyaçlarını doyuma ulaştırarak kendisini gerçekleştirecektir. Prensip olarak bu, insanoğlunun bundan böyle hiçbir üstün otoriteye karşı sorumlu olmadığı dolayısıyla insanın kendisini Tanrının yerine koyduğu bir hükümranlığın beyanı anlamına gelmektedir.”[66]
Fransız Devrimi’nden bu yana, insanın tanrılığı uğrunda çok mesafe kat edilmiştir. İnsanı tekrar insan yerine, Allah’ı Tanrı yerine, eşyayı eşya yerine ikame edecek olanlar sadece Müslümanlardır, referansları da Kur’an ve Sünnettir. İslam ümmeti, hayattan tard edilmiş olan İslam’ı yeniden kendi hayatlarına ve Müslüman olduğunu beyan eden toplumlara döndürmek için Allah’ın emrettiği doğrultuda cehd göstermekle görevlidirler. “Allah’ın indirdikleri” Kur’an’ın tamamına şamil bir ifadedir ve o da İslam demektir. Aklî melekeleri sağlam olan hiçbir insan herhalde kâfir, zâlim ve fâsık olmak istemez; bunun için de, Allah’ın indirdiklerinden ibaret olan bir nizama teslim olmayı en büyük şiar edinirler.
Rasulullah’ın (sav), “Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk etti”[67] şikayetini tefsir edercesine, Allah’ın ahkamının büsbütün terk edildiği, onun yerine gerçek bir cahiliye düzeninin benimsendiği bir hayata maruz kalmış bulunuyoruz. Müminler olarak Allah katında bir mazeretimizin bulunması ve kâfir, zâlim ve fâsıklardan olmamak için, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilen İslamî bir hayatı yeniden inşa etmek uğrunda, bu asli görevimizi yeniden hatırlamak durumundayız.
(Not: Bu yazı İktibas'ın Haziran 2022 sayısında yayınlanmıştır.)
[1] Rağıb el-İsfahânî, el-Mufredât, hkm md.
[2] İlyas Üzüm, Hükm, DİA, XVIII/464-466.
[3] Rağıb el-İsfahânî, el-Mufredât, hkm md.
[4] Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemu’l-Mufehres Li-elfâzi’l-Kur’an, hkm md.
[5] 40/Mü’min, 48; 4/Nisa, 58, 105 vb.
[6] 2/Bakara, 113, 3/Âl-i İmran, 55; 39/Zümer, 3, 46 vb.
[7] 2/Bakara, 213; 3/Âl-i İmran, 55; 4/Nisa, 141; 16/Nahl, 124; 22/Hac, 56, 69.
[8] 60/Mümtehine, 10.
[9] 4/Nisa, 105.
[10] 5/Maide, 42.
[11] Siyasi yetki ve görevleri. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, V/171
[12] 4/Nisa, 58.
[13] 3/Âl-i İmran, 23; 24/Nûr, 48.
[14] 24/Nûr, 51.
[15] 5/Maide, 1.
[16] 13/Ra’d, 41.
[17] 6/En’am, 136; 16/Nahl, 59; 29/Ankebut, 4; 45/Câsiye, 21.
[18] Tage Lindbom, Demokrasi Miti, İst-1998, s. 25.
[19] 95/Tîn, 8.
[20] 4/Nisa, 64.
[21] 4/Nisa, 80.
[22] 29/Ankebut, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87.
[23] 2/Bakara, 193; 8/Enfal, 39.
[24] 3/Âl-i İmran, 139.
[25] Seyyid Kutub, Fîzılali’l-Kur’ân, Trc. Bekir Karlığa ve arkadaşları, İst,, IV/252.
[26] 28/Kasas, 85.
[27] 5/Maide, 48-49.
[28] Rağıb el-İsfahânî, el-Mufredât, hvy md.
[29] 4/Nisa, 65.
[30] 5/Maide, 43.
[31] 4/Nisa, 60.
[32] 33/Ahzap, 36.
[33] “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin fakat Allah dilediğini hidayete erdirir.” (28/Kasas, 56).
[34] 5/Maide, 46.
[35] 5/Maide, 15; 7/A’raf, 157; 64/Teğabün, 8.
[36] Zemahşerî, el-Keşşâf, I/637.
[37] Zeki Zeki Duman, Beyânu’l-Hak, Ank-2006, III/519.
[38] Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, VII/103.
[39] Razî, Tefsir-i Kebîr, IX/84.
[40] Zemahşerî, el-Keşşâf, I/637; Beyzavî, Envâru’t-Tenzîl, Mecmûatun Mine’t-Tefâsîr, II/291; Tabatabâî, el-Mîzan, Beyrut-1970, V/342; Muhammed Ebu Zehra, Zehratu’t-Tefâsîr, V/2203.
[41] Razî, Tefsir-i Kebîr, أTrc. Lüfullah Cebeci ve Arkadaşları, Ank-1990, IX/85.
[42] Beyzavî, Envâru’t-Tenzîl, II/291.
[43] 3/Âl-i İmran, 187.
[44] 1995 yılında, o günün siyasi iktidarınca, altı kişilik bir ilahiyatçı ekibine ‘İslam Gerçeği’ adlı kitabın yazdırılması bunun tipik örneğidir. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu kitabın en başına düştüğü notta kitabın yazdırılma gerekçesini, “İslam dininin itikat, amel, ahlak ve hukuk boyutlarının daha kolay anlaşılmasını sağlamak” olarak açıklamıştır. Kitapta baştan sona Müslüman kadının örtüsü ve laiklik gibi mevzular “daha kolay anlaşılır”(!) bir yorumla sunulmuştur. Kitap yazarları, Allah’ın hükümlerinin tamamen yasak olmasına rağmen, laik-demokratik bir toplum düzeninin İslam’la çelişmediği görüşüne ve Müslüman halkı bu hayatı içtenlikle benimsemeye davet eden bu propagandanın gönüllü dâîliğini yapmışlar, “az bir bedel” karşılığında Allah’ın ayetlerini satmışlardır.
[45] 2/Bakara, 90, 91, 170; 4/Nisa, 61; 5/Maide, 49, 104; 6/En’am, 93; 42/Şura, 15; 47/Muhammed, 9.
[46] 2/Bakara, 174; 9/Tevbe, 97.
[47] Hâzin, Lubâbu’t-Te’vîl, II/292.
[48] Taberî, Câmiu’l-Beyân, Kahire-2004, VI/276; Zemahşerî, el-Keşşâf, I/637-638; Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, Kahire, tarihsiz, VI/349.
[49] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI/272; Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, VI/349.
[50] İbni Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut-2010, 502.
[51] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI/276-277.
[52] Razî, Tefsir-i Kebîr, IX/86.
[53] Seyyid Kutub, Fîzılali’l-Kur’ân, IV/256; Tabatabâî, el-Mîzan, V/348; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İst-1989, II/534.
[54] Taberi, Camiu’l-Beyân, VI/275; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, II/534.
[55] Razî, Tefsir-i Kebîr, IX/87.
[56] Muhammed Ebu Zehra, Zehratu’t-Tefâsîr, V/2204.
[57] Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, VI/351.
[58] Kutub, Fîzılali’l-Kur’ân, IV/257, 261.
[59] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI/283.
[60] Rağıb el-İsfahani, el-Mufredat, zlm md.
[61] Tabatabâî, el-Mîzan, V/348.
[62] Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, İst. Tarihsiz, III/1695.
[63] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI/285.
[64] Rağıb el-İsfahânî, el-Mufredât, fsk md.
[65] Muhammed Ebu Zehra, Zehratu’t-Tefâsîr, V/2222.
[66] Lindbom, Başaklar ve Ayrık Otları, Trc. Ömer Baldık, İst-1998, s. 19.
[67] 25/Furkan, 30.