Mehmed DURMUŞ
MABEDE HAPSEDİLMİŞ BİR İSLAM
‘Üç aylar’ın ilk akşamı vaizin şehrin merkezinden, selatin camiinden yaptığı vaaz bizim semtimizdeki mescidden de yayınlandığı için bir müddet kulak misafiri oldum. O gün 1445 (2024) yılı Receb ayının ilk Cuma gecesi olması hasebiyle ‘reğaib kandili’ ve üç ayların başlangıcı oluyordu. Vaiz ‘mübarek üç aylar’ın bu ilk akşamında hızlı ve coşkulu konuşuyordu. Vaazına birkaç dakika kulak verdim ve üzüldüm, hüzün bastı her yanımı. Çünkü -belki şaşırtıcı gelecek ama- vaizin sözleri İslam’la ilgili değildi. Vaiz Müslümanlara vaaz ediyordu, o akşam o kürsüye İslam hakkında vaaz u nasihat etmekten başka bir niyetle çıkmamıştı. Ama vaiz İslam’dan konuşmuyordu. Derseniz ki vaiz İslam’dan değil de, mesela Hristiyanlıktan, Yahudilikten ya da ateizmden mi bahsediyordu? Hayır! Vaiz İslam’dan bahsettiği zehabındaydı, kullandığı sözcüklerin hepsi İslam’a dairdi fakat konuştuğu şey İslam değildi. Meşhur ‘terğib’ ve ‘terhib’ konusu var ya hani, milletin camilerinde vaaz kürsüsüne oturan vaizler bu yüce/aziz dinin halka verecek hiçbir değerini bulamazlar da bari halkı iyiliklere/sevaba rağbet ettireyim (terğib), kötülüklerden/günahtan da korkutup kaçındırayım (terhib) diye düşünürler. Sanırsınız ki terğib ve terhîbi Allah eksik bırakmış da, onlar tamamlamaktadır. Bulundukları ilçenin kaymakamı tarafından çağrılıp, makam odasında dayak yemekten selamette olmanın yolu da budur herhalde! Anadolu’da “elin üç oğlağına beş keçisine karışma!” sözü bu gibi tehlikelerden korunmayı(!) anlatır.
Reğaible terğib aynı kökten türemiş kelimelerdir. Sözün kısası reğaib kandilinde ülkenin yüz bin civarındaki camilerinde üç ayların faziletine dair bir ‘giriş’ yapılarak kandil Müslümanlığı anlatılmıştır. Benim birkaç dakikalığına dinlediğim vaaz da ‘kandil müslümanlığı’na dairdi. Reğaib gecesine uygun olarak halka, suya-sabuna dokunmaksızın en ucuz, en emniyetli, en kestirmeden elde edilecek büyük ödülleri anlatmaya yarayacak yığınlarca hikâye bulunmaktadır. Oysa vaizin de kendini nispet ettiği İslam’ın, “Sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?…” diye başlayan ve hem cennetin kolay ve ucuz olmadığını hem de cenneti kazanmak için ödenmesi gereken bedelleri bize bildiren çok keskin uyarıları bulunmaktadır.
Kandil Müslümanlığı Ali Şeriati’nin ‘Ali Şiası-Safevi Şiası’ ikileminde ‘Safevi Şiası’na denk düşmektedir. Biz buna Emevî-Abbasî İslam’ı desek de olur. Bu işin ucu Seyyid Kutub’un adlandırdığı ‘Amerikancı İslam’ tabirine kadar uzanır. Çünkü Allah’ı değil, mevcut koşullarda egemen kimse, onu razı etmeye ayarlanmış bir din anlayışını temsil etmektedir. Şimdilerde buna Cumhuriyet İslam’ı demek belki daha uygundur. Zira Cumhuriyetin ikinci yüzyılında İslam’a ayrılan yer, en fazla kandil Müslümanlığına kadardır.
‘Mübarek üç aylar’ın başladığı ve vaizlerin İslam’ın içine girmeden, etrafında dolaştıkları, mescitlere rağbet eden cami cemaatini de ‘oyaladıkları’ saatlerde gerek kendi ülkemizde gerek bizden 75 sene önce kopartılıp alınmış Gazze’mizde ve gerekse dünyanın muhtelif bölgelerinde çok farklı hadiseler cereyan etmekteydi. Mesela öz yurdumuz olan Gazze’de kan gövdeyi götürüyordu. Gazze üzerinde ve İslam beldelerinin geri kalanlarında ABD, İngiltere ve diğer şeytanî güçlerin nifak oyunları ise Gazze’de akan kandan daha vahim ve daha korkutucuydu. Ama nedense ‘mübarek üç aylar’ vaazında vaizlerin aklına bu büyük belalar hiç gelmemektedir. İslam beldelerindeki camiler bu nifak oyunlarını, Allah’ın, ortadan kaldırılmasını hedef olarak önümüze koyduğu fitneyi İslam’la iltisaklı halka anlatmanın, dahası nifak ve fitne ile mücadeleye çağırmanın mekanları olmalıyken, kandil Müslümanlığı adına, mini minnacık sevaplara cennetten köşkler ve huriler dağıtmak acaba ne tür bir Müslümanlıktır? Bu müslümanlığın Kur’an’da izini bulmak mümkün müdür? Yaklaşan Ramazan ayında orucumuzu tuzla ya da hurmayla açmanın sevapları anlatmakla bitirilemeyecek ama cenneti kazanmanın gerçek bedellerine yine sıra gelmeyecektir.
Kur’an’da izini ve her şeyini bulduğumuz Müslümanlık, bugün içinde bulunduğumuz zillet durumundan bizi şiddetle sakındırmaktadır. Kur’an mütemadiyen biz Müslümanların kulaklarımızı çekmekte, gözümüzü açmamızı istemekte, kafirlerin rüzgarına kapılmamamız gerektiğini, onların bir hiç olduğunu, İslam’ın ve Müslümanın ise her şey olduğunu öğretmektedir. Bugün İslam ümmeti olarak içinde bulunduğumuz -bütünüyle kendi ellerimizle kazanmış olduğumuz- zillet durumunu ancak ‘mübarek üç aylar’ söylemleri ve kandil müslümanlığı örtebilirdi. Gazze cihadı bir kere daha İslam beldelerine çöreklenmiş bulunan muhafazakâr demokrat kadrolara küresel Siyonist politikaların galip geldiğini ortaya koymuştur. Kitleler Gazze cihadına, o ilk günlerdeki duygu ortamının etkisiyle ilgi duyuyorken, Siyonist propaganda ve Siyonist reel-politik tuzakları bu ilginin önünü kesmiş ve vicdanları karartmıştır. Şu anda İslam beldelerinde hüküm süren kapkara vicdanlı kadroların yanı sıra halkın da büyük çoğunluğu Gazze sözü geçtiği yerlerde “bizim öyle bir meselemiz yok” demekten utanmamaktadırlar. Gazze Müslümanları üzerine Siyonist kafirlerin silahlarının ölüm saçması yetmiyormuş gibi şimdi de bu kardeşlerimiz sessizce açlıktan ölmektedirler. Gazze’yi çevreleyen yüz milyonlarca ırkdaşları ve dindaşları ise büyük bir utanç içerisinde tokluğun ve aşırı tüketimin getirdiği hastalıklardan ıstırap duymaktadırlar.
Türkiye yüzyılı, İslam’ın mabetlere ve küf kokulu izbe yerlere muhafazakâr kadroların maharetiyle hapsedilmesinin çağı olmuştur. Bu yüzden muhafazakâr demokrat partinin Türkiye’deki siyaseti İsrail’e hayat-memat derecesinde destek veren Siyonist dünyada çok çok kıymetli bulunmaktadır. Çünkü dini mabedin dört duvarı arasına bu partiden başka hiçbir siyasi ekip bu uysallıkta hapsedemezdi.
İslam sadece beş vakit namazı -o da bütün siyasi niteliğinden soyutlanmış olarak- ikame etmek, ölülerimizi merasimle defnetmek ve kandil gecelerini ‘ihya etmek’ için indirilmiş bir din değildir. İslam dünyaya nizam vermek için indirilmiştir. İslam’ın savaşı büyük bir savaştır. Allah arzda sadece O’nun razı olduğu tek din olan İslam’a göre bir hayatın inşasını istemektedir. Kâfiri tahkir etmeyen, münafığın pis oyununu bozmayan; Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenleri kâfir, zalim ve fasık saymayan; müminleri kafirlerden, Yahudilerden ve Hristiyanlardan kesin olarak tefrik etmeyen bir ‘din’in adı nasıl İslam olabilir? Bu olsa olsa, mescid-i dırarı inşa eden münafıkların dini olabilir. İslam’ın yüceliği, Allah’ın ve Rasûlünün izzeti her geçen gün ayaklar altına alınırken, Allah’tan, Rasûlünden ve Kur’an’dan boşalan yere, mezarında çürümüş kemiklerin ikame edilmesine kandil Müslümanlığının vereceği bir cevap yoktur. Bu cevabı verecek olan sadece Kur’an İslam’ıdır.
İslam yeryüzündeki bütün müminleri kardeş yapmakta, ırk, bölge, nüfuz ve mezhep farklarını hiçbir şekilde kaale almamaktadır. İslam’ın ümmet telakkisi, bir tek beden haline gelmiş bir Müslüman cemaatidir ve birinin ayağına bir diken batsa, onun acısını bütün ümmetin hissetmesini istemektedir. Müslümanlar, üzerlerinde oynanan her türlü ırk, kabile, bölge ve mezhep oyununu neden boşa çıkaramamaktadırlar? Çünkü İslam ümmeti, Kur’an’ın takva, Allah korkusu, Allah’a hesap verme, kafirlere arka çıkmama gibi nasihat ve uyarılarına kulağını tıkamakta, ancak tağutların çağrılarına kulak vermektedir.
İslam’ı tapınak dini olmaktan koruyup, bütün dünyaya nizamat veren bir küresel felah sistemi ve Nuh’un gemisi yapmak için cihad etmek bütün müminlerin vazifesidir.
(İktibas Dergisi Mart Sayısı)