Ataklı: 30-40 gazeteci korku içinde
28 Şubat sürecinde Sabah`ta yönetici olan Ataklı `postmodern darbe`ye destek veren meslektaşlarına çattı. Ataklı`ya göre askerle çay içmeye can atan 30-40 gazeteci korku içinde.
Andıç olayından sonra baskıcı generallere isyan eden ve geçtiğimiz günlerde tutuklanan Çevik Bir’i “tüccar general” olarak niteleyen Ataklı, “Bundan sonra iş adamları, medya ve yüksek yargı organlarının mensupları alınabilir” diye konuştu.
GÜÇ ZEHİRLENMESİ YAŞANIYOR
Ataklı şöyle konuştu: “Ne yazık ki birçok gazeteci o dönemde askerlerle tenis ya da briç oynamak ve bir bardak çay içmekten büyük keyif alıyordı. Çünkü güç zehirlenmesi yaşanıyordu. Benzer güç zehirlenmesi bugün de yaşanıyor.”
28 Şubat sürecinde iktidar; medya, iş adamı, asker, gazeteci, yargı mensupları ve sendika başkanlarının el birliğiyle devrildi. O döneme ait değerlendirmeler oldukça farklı. Kimisi “darbe” kimisi “post modern” ifadesini kullanmayı yeğliyor. 28 Şubat’ta militarist güç gösterilerine karşı çıkan hatta kimi askerleri “tüccar general” olarak niteleyen gazeteci-yazar Can Ataklı’nın tercihiyse, ahlaki erozyon... 15 yıl aradan sonra o dönemde iktidarı devirmeye yönelik faaliyetlerin içinde yer alanlara yönelik operasyonlar yapıldı. Üç dalgada 35 kişi hapse konuldu. Operasyonların tıpkı Ergenekon gibi dalga dalga devam edeceği tahmin ediliyor. O dönemde Doğru Yol Partisi’ndeki milletvekillerinin ne tür tehdit, şantajlarla istifa ettirildiğini arkadaşı Bahattin Yücel’in başına gelen olayda yaşadığı tanıklığı anlatarak ortaya koyan Ataklı ile operasyonları konuştuk. Ataklı, ilginç tespitlerde bulundu. Muhalif tavrıyla tanınan Ataklı hem geçmişte hem de günümüzde yapılan hataları dikkat çekti. İşte söyleşiden bazı bölümler:
“ASKER PİYON KONUMUNDAYDI”
28 Şubat’ta medyanın rolü neydi, askerler birdenbire gazetecileri niçin birfinglere tabi tuttular?
O süreci darbe girişimi havasını andıran ahlakî bir erozyon olarak görüyorum. Olay şuydu: Bir siyasi iktidarı bitirme eylemi, bildiğimiz demokratik rotadan çıkıp ahlakî bir mesele kazanmış ve hoş olmayan metodlarla düşürülmesiydi. Bunun için askerin kullanılması tamamıyla sivil inisiyatiften doğmuştur. Askerlerin, ‘ey siviller, gelin bu işi birlikte yapalım’ anlayışından değil, bizzat dönemin hâkim büyük sermayesi ve onun uzantısı medyanın; arzusuyla, desteğiyle, katkısıyla askerin devreye sokulmasıdır. Onun için asker işin asıl aktörü değil piyonu konumundadır. Medya ve büyük sermaye. Tabii ki bir de o günün dünya konjonktürünü de göz ardı etmemek gerekiyor. Askerin devreye sokulmasının tek amacı zihinlerde oluşmuş olan imajdan yararlanılmasıdır. İşin içine asker de girerse akan sular durur mantığıyla asker sonuna kadar kullanıldı. Buna rağmen dönemin iktidarının iki ortağı da direnebildikleri kadar direndiler. Eğer birtakım tehditlerle ve şantajlarla ya da arkadaşlıklara dayanan DYP içinden istifalar yapılmasaydı o hükümet yıkılmazdı. Sonuç olarak olay gayr-i ahlaki yöntemlere başvurulduğundan dolayı iktidar devrildi.
Askerleri arka planda göstermenizin sebebi “geçmişte üst düzey asker olan ailenizdeki bazı fertlerden” dolayı koruma anlayışından kaynaklanmıyor mu?
Hayır. Tam aksine hakaret ediyorum. Askere toz kondurmayan bir kişi ‘askerler piyondu’ ifadesini kullanır mı? 1990 itibarıyla dünya global ekonomiye adımını attığı andan itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbe yapma yeteneği ve gücü sıfıra inmiştir. Bu ordu artık darbe yapamaz.
Neden?
Bütün darbeler, askerlerin ‘ülkeyi ben yöneteceğim’ anlayışından kaynaklanmıyor. TSK bir NATO ordusudur. NATO’nın emir talimat, plan ve projelerine göre yönetilir. NATO içine aldığı tek Müslüman ülke olan Türkiye’yi 40 yıl içinde kendi amacına yönelik yönetmiş ve dizayn etmiştir. Bütün darbeler bu tasarımın birer parçalarıdır. Silahlı Kuvvetler bir görevi yerine getirmişlerdir. Bugün TSK’ya yönelik operasyon tek yanlı olarak gidiyor. Dünyanın dünkü ve bugünkü durumu göz ardı ediliyor. Böyle olunca Güney Amerika generalleri gibi bir durum ortaya çıkıyor. Oysa TSK bağımlı bir ordu. Yanılmayalım. Bu silahlı kuvvetler hiçbir zaman ‘laik demokratik hukuk düzenini’ korumadı ki. Komünizmle mücadele etti. Askerin imajını sürekli abarttı.
Medya ve büyük sermayeyi harekete geçiren neydi?
Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleriyle kurduğu bağlantıdan korktular. İktidarın gitmesi gerektiği yönünde karar aldılar. Medya işin başlangıcını yaptı sonrasında da asker devreye sokuldu. Asker baskı unsuru olarak kullanıldı. Tabi ki askerin suçu da vardı. Brifingler verildi, korku yayıldı. En önemlisi de olayların sunuş biçimiydi. Öyle bir tablo oluşturuldu ki, bugün “rezalet” diyeceğimiz manzara topluma, doğru olarak lanse edildi. Kamuoyu da öyle inanmış oldu ve sesini yükseltmedi. Birebir yaşadım. Ben karşı çıkıp, kendi çevreme “böyle olur mu? Bu tür militarist gösteriler rezalettir” dediğimde yakınlarım bana tuhaf bakıyorlardı. O zaman birileri hemen çıkıp, “ya ağabey olur mu? Bunlar da ülkeyi ikinci bir İran yapacaklar” diye itirazda bulunuyorlardı.
Sabah Gazetesi, 28 Şubat’ta karargâh gibiydi. Siz de yöneticiydiniz hiç brifinge çağrıldınız mı?
Kesinlikle çağrılmadım, katılmadım. Bu duruşla ilgilidir. Muhalifim ama hiçbir zaman koroya katılarak, bir iktidara muhalefet yapmadım, yapmam. Bunları söylemek hoşuma gitmiyor. Ama ne yazık ki en kötü sınavı meslektaşlarımız verdi. Birçok gazeteci o dönemde Genelkurmay karargâhına girmeye ve bir general ile konuşmaya can atıyordu. Gidip askerlerle tenis ya da briç oynamak ve bir bardak çay içmekten büyük keyif alıyorlardı. Rahmi Koç ile aynı masada yemek yemek bir övünç kaynağı olarak görülüyordu. Bir kısmı kendisini buna kaptırmıştı. Ya da birisi, iktidar aleyhinde bir manşet atmış ve arıyor bir generali, “paşam gördünüz mü nasıl çaktık. Artık kalkamazlar” diye bilgi veriyordu. İşte onun için ahlakî bir erozyon yaşadı medya diyorum.
SİSTEMATİK HAYALİ HABERLER YAPILDI
Sabah’taki işinizden olduktan sonra sizinle yaptığımız bir görüşmede, “haberlerin yüzde 99’u yalandı” demiştiniz...
Yalandan kastım şu: Misal olarak bir haber yapılacak. Aslında o haberin maddi dayanağı yok. Gerek de yok. Toplantı, “şöyle bir haber yapalım”, hemen “Ankara’daki arkadaşları arayalım. Askerlerden bir demeç alsınlar” denilirdi. Sonra kaynak ve isim yok. “İsmini vermek istemeyen bir dört yıldızlı” deyiverin denilirdi. Gerekçe yok, kaynak da yok. Yüksek yargı ve ordu mensuplarına dayandırılırdı haberler. Benzer üretilmiş hayali haberler her gün ve sistematik olarak yapıldı. O sırada güç onlardaydı ve yaptılar. Yani bir güç zehirlenmesi yaşandı ve birçok kişinin ümüğü sıkıldı. Benzer uygulamalar bugün de var.
Suç varsa hesabı sorulmalı
Hesap sorulması gerektiğine inanıyor musunuz?
Sorulması gerektiğini düşünüyorum. Ama savunduğum yöntemler farklı. Siyasilere hesabın sorulacağı yer belli. Çiller, Yılmaz, Bahçeli’ye halk hesabı sordu. Medyadaki uzantılara hesap sormayı tasfiye olarak görüyorum. Birçok kişiyi rahatsız eden patronların ve onların yanlarından hiç ayırmadıkları birtakım yöneticilerin o dönemden bugüne egemenlikleri sürüyor. Onların çok büyük paralar kazanmaları ve paralarla büyük güç sahibi olmaları ve hala medyadaki binlerce insanın gelecekleri hakkında karar ve yetki mevkide oturmalarını hakkaniyete uygun bulmam. Bu kişilerin artık o işi yapmamaları gerektiğini düşünürüm. Ancak kriminal bir işlenmiş suç varsa bunun hesabı tabiî ki yargılanarak verilmesi gerekiyor.
“Çevik Bir’e niye dokunulmuyor?” denildi. Hesap sorulunca da “soruşturmanın kapsamı genişletilmesin” sesleri yükseldi. Bu çelişki değil mi?
‘Soruşturma kapsamı genişletilmesin’ diyenlerden değilim. İnsan olarak öfkelerimiz ve hırslar var. Sıkıntı yaşayanlar, haksızlığa uğrayanlar, kendilerine yapılanların hesabını hukuken nasıl soracaklar? Yürek acıtan olaylar yaşanmıştır. Örneğin, Andıç olayı. Bu bende kırılmaya yol açmıştı. Ahlaksızlık olarak nitelememin sebebi de budur. Birileri iktidarı göndermeyi kafasına koymuş bunun için de her şeyi yapmayı uygun görüyor. Kimse “dost”, “arkadaş” tanımıyor.
Yapılanlar burun sürttürme
Operasyonların devamı gelecek mi?
Öyle gözüküyor. 28 Şubat,1995 yılında başladı ve 2001’e kadar devam etti. Yani başı sonu ve bütün failleri bellidir. Bundan sonra iş adamları, medya ve yüksek yargı mensupları alınabilirler. Oysa bana göre şöyle yapılmalıydı. Bir günde asker, medya, yargı ve iş dünyası mensupları ki bunlar kimlerse alınıp bir ana davada yargılanmaları sağlanmalı ve ardından alınan ifadelerle genişleyebilirdi. Ancak böyle yapılmıyor. Bana göre şu anda bir psikolojik harekât sürdürülüyor. İnsanlar korkuyor. Sanıyorum en az bir 30-40 gazeteci arkadaşımız kıvranıyor. Bunların hepsi, “sıra bana gelecek mi? Beni alacaklar mı?” diye endişe yaşıyorlar. Ben şu anda yapılanları “burun sürttürme” olarak değerlendiriyorum.
Hangi gazetecilerin alınacağına dair sizin tahmininiz nedir? İsim verir misiniz?
Tabii ki tahmin var. Ama isim vermem hoş olmaz. Ama şunu ifade edeyim “burun sürttürme” sebebiyle müthiş bir karakter zafiyeti ortaya çıkıyor. Birtakım gazeteci arkadaşımız 28 Şubat sürecinde ne kadar namuslu olduklarını anlatıyorlar. Ya da “öyle talimat aldık” diyerek savunma yapıyor. Bir kısmı da başkasını gammazlıyor. Bunları gülümseyerek izliyorum.
27 Nisan’a sıra gelmez
27 Nisan e-muhtıra bildirisene de sıra gelir mi?
Ben o zaman Erbakancı değil Çillerci olarak değerlendiriliyordum. Bir tek Çevik Bir, anlamamıştı. O beni Erbakancı biliyordu. Oysa ben o günlerde “Tüccar general” demiştim onun için. Şimdi ise tutuklanmasına üzülüyorum. 27 Nisan’a da sıra geleceğini düşünmüyorum. 12 Eylül’ün de hukuken yargılanamayacağını savunuyorum. Şu anda iktidar gaz alıyor. Bana göre; Balyoz, 12 Eylül ve 28 Şubat davaları çökecek. Ne kadar sürer bilmiyorum ama kriminal işlere bulaşan kişiler ceza alacak diğerleri salıverilecek. Çünkü herkes, MGK kararları çerçevesinde hareket ettiğini söyleyecek. Mahkemeye bütün yapılanların yazılı belgeleri gelecek. Yargılananlar diyecek ki, “her şeyi emir, komuta ve talimatlar gereğince yaptık.” Bu iş cumhurbaşkanı, başbakan ile bakanlıklara uzanacak. Onun için diyorum ki: Bu dava çökecek. Topyekûn hesap sormaktan ziyade kriminal suç işleyenler hakkında mağdurların açtığı davalarla bu süreç götürülmeli. Yoksa Hrant Dink olayı gibi bir durumla karşılaşabiliriz.
(Röportaj: Adem Demir / Türkiye)