Hasan TAŞTEKİN

22 Temmuz 2023

BİR ZAMANLAR SOFİYDİM!

Tarih 15 Kasım 2001 Perşembe akşamı…

Üsküdar'da bir otobüs Ayazma Camii'nin önünde bekleyen grubu aldı ve uzun bir yola çıktı. Evet yol uzun ve yorucuydu. O gece hicri 1422 yılının Ramazan ayının ilk gecesiydi. İlk sahur yol üstünde yapılacaktı. Yirmi saati aşkın sürecek olan yolculuk besmele ve dualarla başlamıştı. Yolcular büyük bir heyecan içerisinde sabırsızlıkla bir an önce yolculuğun bitmesini istiyorlardı. Buluşma anının özlemiyle duygu yoğunluğu yaşıyorlardı. Yolculuk esnasında yolcular arasında hoş muhabbetler oluyor,  herkes kendi hikayesini anlatıyor, ilahiler ile kendilerinden geçiyorlardı.

Bu arada gece sahur vakti olmuş, otobüs Ankara Semerkant Tesislerinde mola vermişti. Hep birlikte sahur yapılmış, sabah namazı eda edilmiş ve güle oynaya tekrar otobüse binilmişti. O günün Ramazan orucuna niyet edilerek menzile doğru yolculuk yeniden başlıyordu. Saatler geçiyor, otobüs durmadan yola devam ediyor fakat otobüsün içindeki kendinden geçmiş heyacanlı yolcular için bir türlü yol bitmiyor ve zaman geçmiyordu. Kalpler güm güm atıyordu. Ne de olsa son peygamberin (sas) yaşayan bir torununu ziyarete gidiyorlardı. Bir Allah dostuyla tanışıp huzurunda bulunacaklardı. İmkan olsa Menzile ışınlanacaklardı. Gerçi tasavvufî hikayelerde böyle olaylarda vardı. Ve kutlu yolculuk az sonra bitmek üzere. Kahta sınırları içerisine giriyor otobüs. Yolculardaki heyecan had safhaya ulaşıyor. Otobüs sondurakta duruyor ve herkes otobüsten inmeye başlıyor. Burası Menzil köyü. Son derece kalabalık...

Grubun rehberi yolcuları hemen camiye götürüyor. Cami'de ilk teravih namazı kılınmış. Adım atacak yer yok. Grup bekletiliyor, sıra var çünkü... Namazdan sonra insanlar, grup grup şeyh Abdulbaki'den tevbe alıyorlar. İstanbul'dan gelen bu heyecanlı gruba geliyor sıra. Yedişer sekizer sırayla alınıyor. O gün ip yok. Herkes ellerini birbirinin elinin üstüne koyuyor, şeyhte bir elini alta bir elini de üste koyup tüm elleri böyle kavrayarak tevbe ettiriyordu. Herkes huzur içinde, kendinden geçmiş bir halde söylenenleri tekrar ediyor. 

Yukarıda yazdıklarım bizzat benim kendi yaşadığım bir olaydı. Orada kaldığım müddet boyunca birçok olaya şahid olmuştum. Gelen tüm sofileri sürekli değişik işlerde çalıştırıyorlardı. Ama o günkü mürid aklımla bunların yanlış olduğunu anlayamayacak durumda idim. 

Aslında ben 1999 yılının sonlarına doğru dedemin beni mahalle camii’sindeki sofilerin arasına kendi yerine koymasıyla tarikata girmiştim. Her akşam yatsıdan sonra imamın odasında toplanıp vekille birlikte hatme yapardık. Ayrıca yapılması gereken bir görevimiz daha vardı ki onu ben pek beceremezdim. O görev şeyh rabıtası idi. Tarikata ilk girdiğimde bana şeyhin bir fotoğrafını vermişlerdi. O fotoğrafa bakıp nasıl rabıta yapılacağını da öğretmişlerdi. Ben bu rabıtayı belki de fıtratıma uymadığı için yapamıyordum. Allahu alem.

Günler gelip geçiyordu. Günün birinde şeyhin vekili yaşlı ve rahatsız olması hasebiyle hatmeyi yaptırmaya bizzat başlamıştım. Tarikat yolunda gün geçtikçe ilerliyordum. Yine her gün çektiğim beş bin “Allah” virdim vardı. Sırf onun için beş yüzlük büyük bir tesbih almıştım.

Bu arada kardeşler, ben o yıllarda maltepe’de bir abimizin yanında  peynirci dükkanında çalışıyordum. Bize salam, sucuk getirip satan bir abi vardı. Kendisi tevhîdi bir cemaate bağlıydı. Patronla konuşurken birgün benim sofi olduğumu öğrenmişti. İşte o günden sonra benimle muhabbet etmeye başladı. Bana kitaplar getiriyor, okumamı istiyordu. Tasavvufun, tarikatların şirk yuvası olduğundan bahsediyor, ayetler söylüyordu. Beni kendince bu şirk yuvasından kurtarmaya çalışıyordu. Her geldiğinde mutlaka tartışıyorduk.  Ama günün birinde bu tartışmanın boyutu büyümüştü. Ve bir anda önümdeki paravanı sinirden yumruklamıştım. Paravanın arkasında asılı Kur’an’ı Kerim yere düşmüştü. O anda Kur’an’ı kaldırıp birden dükkandan çıktığımı hatırlıyorum. Çalıştığım dükkana yakın bir park vardı. O parkta bir bankta oturdum ve düşünmeye başladım. Ve belki de ilk defa bu konularda ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. (Savunduğum değerler için) Vurduğum yumrukla Kur’an’ın düşmesi arasında bir ilişki kurmaya başladım. Acaba gerçekten ben Kur’an’a ters bir iş mi yapıyordum? Acaba gittiğim tarikat yolu batıl mıydı? Bu inanç şirkle mi doluydu? Vs. vs. bu ve bunun gibi birçok soru zihnimi işgal etmişti. İlk defa sorguluyordum.

Değerli dostlarım! Bir müddet sonra kendime geldiğimde artık kararımı vermiştim. Tasavvuf kitaplarında yazılanları Kur’an’da yazılanlarla karşılaştıracaktım. İkinci olarak menzil hocalarından Dilaver Selvi’ye bu konuları soracaktım. Kendisi cemaatin akaid kitabı yazmış bir hocasıydı.  Bir de o yıllarda bizim patronun her Cuma vaazına gittiği Bayraktar Bayraklı hoca vardı, onunla da konuşacaktım. Bu yazdığım şeyleri teker teker gerçekleştirdim. Dilaver Selvi’ye sorular sordum, bana cevaplar verdi ama kesinlikle beni tatmin edemedi. Bayraktar hocaya da sordum. Onunla konuşmak çok faydalı olmuştu. Ve asıl tasavvuf kitaplarını ve özellikle halidi bağdadinin “Rabıta Risalesi” ni Kur’an ayetleriyle karşılaştırdım. Ve artık zihnimde birçok şey oturmaya başlamıştı. O kitaplarda yazılan şeyler Kur’an’la taban tabana zıt şeylerdi. Kesinlikle bir Müslüman bunları kabul edemez diye düşünmeye başladım. Ve böylece 2-2,5 yıllık tarikat macerama tevbe ederek son verdim. Elhamdülillah… Rabbimin beni affedeceğini umuyorum. Daha sonra ki süreçte de rahmetli Ahmed Kalkan hocamla tanıştım ve ondan tevhîdi öğrendim. Tam yirmi seneye yakın talebeliğini yaptım. Allah kendisine rahmet eylesin.

Bu tevbe ve hakk’a dönüşten sonra, tanıdığım tüm sofileri uyarmaya başladım. Onları Kur’an’a davet ettim. Yanlış yolda olduklarını çeşitli şekillerde onlara izah etmeye çalıştım. Aynı şekilde bir tarikata bağlı olan akrabalarımı da uyardım. Ama bu tarikata bağlılık işi öyle bir şey ki sanki sihir yapılmış gibi insanlar bir kapıldı mı oradan kurtulmaları çok zor oluyor.

Evet bende bir zamanlar sofiydim. Rabbim bana bir vesileyle bir ip (Kur’an) uzattı ve ben ona tutundum. Rabbimin yardımıyla öleceğim güne kadar da tutunmaya devam edeceğim. Geçen yıllar içerisinde tasavvuf ve tarikatlarla alakalı çokça araştırmalar yaptım. Ayrıca Tarikat ve Tasavvuf hakkında binlerce kişinin izlemiş olduğu 3 bölümden oluşan sohbetler yapmıştım. Ne yazık ki bu videolar geçen sene maalesef hak hukuk tanımayan birileri tarafından bilerek haksız yere youtube dan silinerek yokedildi. (Bu videoların silinmesi konusunda hakkımı onlara kesinlikle helal etmiyorum ve onları Allah’a havale ediyorum)

Dostlarım işte bu benim tasavvufla alakalı hikayemdi. Tasavvuf ve tarikatlar maalesef insanları akıldan ve düşünmeden uzaklaştırıyor, şeyh ve gavs dedikleri insanlara köleleştiriyordu. Ben bunu Adıyamana gittiğimde çok yakından görmüştüm ama ancak Rabbimin ilahi ikazından sonra idrak edebildim. Oralarda birçok hikaye uyduruluyor ve böylece sofiler motive ediliyordu. Mesela en çok konuşulan bitmeyen çorba uydurması.

Bu tarikatın İstanbul ümraniye’de beş katlı bir dergahı vardı. Zaman zaman oraya gider, sofilerle muhabbet eder, birlikte hatme yapardık. Orada bir meczup vardı. Anlatıldığına göre bu meczup birgün şeyhin şeker hastası olduğunu öğrenmiş. Ve ne yapsam diye düşünürken gitmiş kaşık kaşık şeker yemeye ve şeyhi gibi şeker hastası olmaya çalışmış. Şeyhim hasta ben neden sağlamım demiş. Bunu öğrenen şeyhi ona böyle yapmamasını söylemiş. Daha sonra yine birgün şeyhin ayağı kırılmış. Bu meczup durur mu, o da gitmiş kendi bacağını kırmaya çalışmış. Şeyh bunu da öğrenmiş ve ona yapmamasını söylemiş. Gördüğünüz gibi tarikatta akıl nimeti kullanılmamaktadır. Şeyh ne derse doğrudur, bir hikmeti vardır, karşı gelinemez. Şeyh mürid ilişkisi gassal ile meyyit ilişkisi gibi olmalıdır. Peygamber torunu denilerek, gavs denilerek, Allah’tan istenecek yardım bu zâtlardan istenir. Ve böylece şeyh efendiler kutsal hale getirilir. Hazır emir eli, adeta büyülenmiş, köleleştirilmiş belki mlyonlar vardır hizmetlerinde. Bugün Menzil Tarikatı imparatorluk haline gelmiş bölgede. Bütün köy (Hayır resmen şehir) şeyh ailesinin elinde. Tüm bu ihtişamın arka yüzünde şunlar yatıyor bence:

1) Kendilerini peygamber torunu olarak tanıtmaları ve bunu istismar etmeleri
2) Bitmeyen çorba v.s. bir sürü keramet uydurmaları ve böylece insanları cezbetmeleri
3) Kur’an ve sünnete uyuyoruz diyerek ayet ve hadisleri tahrif etmeleri ve kendi istikballeri için kullanmaları
4) Akıl nimetini kötü görmeleri. 

Bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Ben ilk aklıma gelen birkaç maddeyi yazdım.

Değerli kardeşlerim bu makalemde neden böyle bir konudan bahsettim? Bir zaman içlerinde yaşayan biri olarak tasavvufu, tarikatı bilmeyen veya buralarda kurtuluş arayan insanlara bir nebzede olsa yol göstermeye çalıştım. Hak ve hakikati arıyorsanız bu gibi yerlerden uzak durun kardeşlerim. Hak ve hakikat Kur’an’ın ta kendisidir. Açın onu okuyun. Anlamadığınız yerde bir bilene sorun. Kur’an’ı okuyup, anlayıp, yaşadığınızda sizin hiç kimseye ihtiyacınız kalmayacak ve bu sahtekarlara köle olmaktan kurtulacaksınız. Ayrıca İslami ilkeleriniz olsun. Duygusal davranmayın. Hiçbir grup veya cemaate körü körüne ya da tavsiye üzerine bağlanmayın. Kurtuluşu Kur’an’da arayın!