Şükrü HÜSEYİNOĞLU
CAHİLİYEYE İSLAM AŞISI BİD’ATI
İnsanların hakka-hakikate ulaşmak için bir süreç geçirmesi anlaşılır, dahası kaçınılmaz bir haldir. Bu noktada aslolan, arayış içindeki insanın yanlıştan doğru olana giden bir yolculuk üzere olmasıdır. Gereği üzere bir hakkı arayış yolculuğu, insanlık tarihi boyunca yaşanan onca örnekte görüldüğü üzere nihayetinde hidayetle taçlanacaktır. Hakka yönelen, hakkın şahitliği sorumluluğunu omuzlayan her insanın hayatında böyle bir süreç vardır.
Anlaşılması güç ve kabul edilmesi, tolere edilmesi imkânsız olan ise, hakka-hakikate ulaştıktan, Rabbani ölçü ve ilkelerle tanışıp onları benimsedikten, kısaca hidayet gömleğini giydikten, âlemlerin Rabbiyle O’nun bildirdiği ölçü ve ilkeler üzere akidleştikten sonra, hidayetten dalâlete doğru bir tersine yolculuğa düçar olmak, kimlik ve ilkeleri ve bunlara dayalı duruşu netleştirdikten sonra tüm bunlarda flulaşma sürecine yönelmektir.
İşte son yıllarda Türkiye’deki İslami çevreler içinde yaşanan ve bizim “istikamet krizi” olarak nitelendirdiğimiz; İslami kimlik, ilkeler ve iddialardan uzaklaşma ve mevcut cahiliye düzenine dair akidevi tanım ve reddiyeyi, “cahiliyeden ilkesel ayrışma” perspektifini terk ederek entegrasyon sürecine girilmiş olması sözünü ettiğimiz hidayetten dalâlete doğru tersine yolculuğun en güncel ve en acı misali durumundadır.
Bu yazdıklarımızın bazı Müslümanlarca çok ağır bulunacağını biliyoruz. Lâkin ağır ve acı da olsa teşhisi doğru ve yerinde yapmak zorundayız. Tesbitlerimizi ağır bulanlara, dönemin Mekke egemenlerine ufak bir meyil gösterme riski karşısında Rasulullah’ın (a.s.) Rabbimiz tarafından nasıl ağıt ikaz ve tehditlere muhatap kılındığını hatırlatmak isteriz.[1]
Kur’an’ın, ilk dönem inzal olan Müzzemmil, Müddessir ve Kalem sûreleri başta olmak üzere baştan sona çok açık ve net olarak ortaya koyduğu ve gerek Kur’an’ı sahada pratiğe aktaran Rasulullah ve ilk neslin mücadele örnekliğinde ve gerekse önce Rasullerin (a.s.) mücadele örnekliğinde[2] müşahhas olarak kendini gösteren İslami mücadelenin ilk ve temel esası, cahiliyeden ilkesel hicret/ayrışma ve beraat ilanı perspektifidir. “Lâilahe” akidesinin, toplumsal-siyasal pratikteki, sahadaki karşılığı budur.
Müddessir 5. ayette emredilen “ruczden hicret”, Müzzemmil 10. ayetteki cahiliyenin temsilcilerinden güzellikle ayrılma/ayrışma ve Kalem 8-9. ayetlerde ifade olunan yalanlayanlara itaat edilmemesi ve onlarla karşılıklı tavizleşmeye dayalı ilkesel uzlaşmadan kaçınılması emirleri, Rabbimiz tarafından İslami mücadelenin inşasının nasıl bir netlik ve ilkesel uzlaşmazlık üzerine bina edildiğini anlamaya yeterlidir. Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk Kur’an neslinin örnekliği de zaten bu minvaldeolmuştur.
İşte ne yazık ki son yıllarda bu apaçık Kur’ani/Nebevi ölçüler unutulup terk edilerek, güncel-konjonktürel gelişmeler bu Kur’ani/Nebevi ölçüler-ilkeler ışığında değerlendirilecek ve güncele dair bu ilkeler ışığında tutum ve duruş belirleneceği yerde, güncel gelişmelerin cazibesine kapılma ve ölçülerden-ilkelerden bağımsız maslahat algılarıyla hareket etme yanlışlarına düçar olunmuş, “cahiliyeden ilkesel ayrışma” hak tutumundan vazgeçilerek, “merhale fıkhı” gibi kulağa hoş gelen demagojiler eşliğinde “cahiliyeyle bütünleşme” sürecine girilmiştir.
Oysa söz konusu demagojileri üretenler geçmişte bugün bizim yazdıklarımızı, söylediklerimizi yazıp söyleyen insanlardı. Yani Kur’ani/Nebevi ölçü ve ilkelerden haberdar olan insanlardan söz etmekteyiz. Merhale denilen mefhumun, ancak İslami bir inşanın kendi doğal süreciyle ilgili olabileceğini, “lâ” ve illa” demenin ve bu temel akde dayalı akidevi duruşun bir merhalesi olmadığını, olmayacağını, hakla bâtıl arasında bir orta yolun olmadığını gayet iyi bilen insanlardan söz ediyoruz.
Şimdi bu insanların, cahili toplumsal ve siyasal işleyişin, akidevi olarak kökten reddedilip, hikmet ve merhamet üzere bir dâvet cihadıyla inkılaba uğratılmasıyla hakkın hâkim, bâtılın zâil kılınmasından başka İslami bir mücadele perspektifi olmayacağı gerçeğini unuttuklarını ve maalasef “cahiliyeye İslam aşılaması” gibi beyhûde ve neticesi ancak hakla bâtılın birbirine karıştırılması olacak ve şekil a'da görüldüğü üzere böyle de olan bir çizgiye gelmiş olmaları üzücüdür.
İşin doğrusu işe şudur ki, meyvede-sebzede aşılama olur, fakat akidede ve amelde aşılama olmaz. Elma ağacına armut aşısı yapabilirsiniz, fakat laik-kemalist, kapitalist bir düzene İslam aşılaması yapamazsınız. Yapmaya kalkarsanız ortaya çıkan sonuç şirk olur. "Lâ" akidesinin bize söylediği ve maalesef bugünün Müslümanlarının çoğunun unuttuğu temel gerçek işte budur.
İslam'ın ve tabii ki İslami mücadelenin esası hakla bâtılın arasını ayırmak, bâtılın apaçık bâtıl bilinip ondan kaçınılması ve hakkın apaçık hak bilinip ona ittiba edilmesidir. Bugün muhafazakâr demokrat yaklaşım ve o yaklaşımın ardı sıra yürüyerek tevhidi perspektif ve duruşunu terk eden ve cahiliye içi merhale yaklaşımına ikna olanların taraftar olduğu "cahiliyeye İslam aşılaması" yaklaşımı ise hakla bâtılı birbirine bulayan bir bid'at durumundadır.
Dipnotlar:
[1] Bkz: İsrâ, 17/73-75; Hûd, 11/113; Bakara, 2/120, 145; Mâide, 5/48-49 vb
[2] Bu konuda kimi çevrelerce Kur’an’da anlatılan kıssası saptırılarak istismar edilen Yusuf (a.s.)’ın dâvet ve mücadelesinin esası da buydu: “...Şüphesiz ki ben Allah'a iman etmeyen ve ahireti de inkâr eden bir toplumun milletini/dinini terkettim. Ve atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinine ittiba ettim. Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler... Sizin Allah'tan başka kulluk ettikleriniz, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 12/37, 38, 40)