Mehmed MAKSUT

28 Ekim 2011

DEPREM GÜNLÜĞÜ -1-

Pazar günü Van’da meydana gelen depremin ardından bir şeyler yapabilme umuduyla apar topar Van’a hareket ediyorum. İnancımın bir gereği olarak oralarda bulunmak istiyorum. Bir nebze olsun acıları dindirebilmek umuduyla çıktığımız Van’da dördüncü günümüzü yorgun yürek ve bedenle geride bırakarak uyumaya çalışıyorum. Uyumaya çalışsam da uyuyamıyorum… Nice kereler uyuyamadığım demlerde en iyi dostum kalem ve beyaz bir sayfadır… Yine öyle oluyor… Uyuyamadığım için kalkıp bir şeyler yazmaya karar veriyorum… Zaten geldiğimizden beri rabbimize hamdolsun pek az uyuyoruz… Hem nasıl uyuyabiliriz ki… Bu esnada not defterimi çıkararak “deprem günlüğü” diye bembeyaz bir sayfaya bir başlık ekliyorum… Mum ışığının altında yazmanın hüznüyle bazı notları sayfanın yüreğine işlemeye çalışıyorum…
 
Acıların yoğun yaşanıldığı çografyaya doğru hareket ederken yaşanılan acıları bir nebze olsun dindirmeye çalışmak, gidişimizin en temel mihenk taşıydı… Değerli iki kardeşimizin vefat haberinin yanında yüzlerce insanın depreme yenik düşmesi bizleri derinden yasa boğdu… Yıllardan beri devletten, PKK’dan, kan davalarından, işsizlikten, köy yakmalardan bıkan toplum sosyal-ekonomik-psikolojik travmalarla adeta yaşamaya öyle alışmış ki artık yaşanılanlar kanıksanır hale gelmiştir… Acılarla dolu bir hayatı yaşayan doğunun güzel insanları bu sefer farklı bir imtihanla karşılaşmıştı: Deprem… Acının, enkazın, yıkımın, feveranların, feryadu figanların, umudun, umutsuzluğun her dem saniye saniye yaşanıldığı bir durumdur deprem… Ölümlerin insanı derinden yakalayıp etkilediği depremi kimi hay olan Allah’ı anarak kimi fay denilen hatları yerleştirir konuşur…
 
Pek fazla hazırlık yapmadan bir an önce arabanın hareket saatinin gelmesini bekliyorum. Otogarda yer bulmak oldukça güç… Çünkü olay tazeliğini korurken insanlar merak içerisinde bir an önce acıların yaşanıldığı yere ulaşmak için sabırsızlıkla bekliyorlar… Her zaman su misali akan zaman, böyle acı dolu zamanlarda her nedense hiç hareket etmiyor gibi geliyor insana… Arabanın önünde bekleyen yüzlere bakınca korku, telaş, gözyaşı ve sabırsız bir bekleyişin nişanelerini çok kolaylıkla görebiliyoruz… Kimi enkazın altında hala haber alamadığına ulaşmak, kimi ölen sevdiklerine son kez sarılmak, kimi cenazeye yetişmek, kimi acıları hafifletmek için bir sefer halinde… Gözlerde yaşları görünce, gönüllerdeki matemi hissedince ağlamamak elde değil… Kim demiş erkekler ağlamaz… Bunu söyleyenler keşke bu manzarayı görseydi… Bu anlar ağlamanın çözüm üretemediği ender zaman dilimlerindendir… Dua, tevekkül ve gözyaşının en samimi hissedildiği anda manzaraya bakıp bir şeyler yazmak oldukça zor… Kelimeler kifayetsiz… Sözcükler yeterince tercüman olamıyor yüreklerdeki matem havasına… Ah gönül vah gönül seni bugün kelimeler bile yansıtamıyor diye iç çekiyorum…
 
Arabalar hareket edince koltuklar tıklım tıklım... Bu tarz yoğunluklar genelde bayramlarda olurken bu sefer yoğunluğun nedeni bayram değil matem oluyor oluyor… Ayakta yolculuk yapanlar, yer bulamayıp arabanın koridorunda oturanlar… Arabada herkeste ölüm sessizliğini andıran bir manzara var… Şoför yolcuların kaygılarını bildiği için fazla beklemiyor… Veya bekleyemiyor… Herkes ekrandaki haberlere kilitlenmiş pür dikkat vakıayı acı acı seyrediyorlar… Acı dolu tablolar, enkazın altındaki umutlar aynı beden ve yürekte de yerini alıyor… Kadınlar haberler karşısında gözyaşlarına hakim olamıyorlar… Erkekler vakarla, karışık duygularla bir an önce yolculuğun bitmesini bekliyorlar… Herkes orda lazım olacak her ne varsa getiriyor…
 
Yolculuk esnasında yanıma oturan bir gençle tanışma fırsatı yakalamaya çalışıyorum… Belki muhabbet ederek yaşadığımız atmosferden bir nebze de olsa sıyrılabiliriz diye düşünerek tanışmaya başlıyorum… Genç arkadaş Kıbrıs ta askerlik yapıyor ve annesinin enkaz altında vefat ettiğini duyarak izin alıp memlekete can anacığına son kez sarılabilmek için uğraşıyor… Gözlerindeki hüzün gönlünün haritasını ortaya koyuyordu… Konuşmuyordu… Veya konuşamıyordu… Hem nasıl konuşacaktı… Başını önüne almış sessizce seyrediyor… Kim bilir zihni nelere tanıklık ediyordu o dem… Gencin halini görünce bir an gözümün önüne annem geldi… Annelerin yokluğu hiçbir yokluğa benzemez… Çünkü anneler soğuk yüzlere gülen aydınlık umutturlar… Sert esen rüzgârlara karşı sığınaktırlar… Sevgisizlik mağaralarında sevginin kaynağıdırlar… Umudun, sevginin, merhametin sembolüdür analar…
 
Genç arkadaşla biraz zaman geçtikten sonra konuşma girişimime hüzünlü ve manalı bakışlarla cevap alıyorum… Susuyorum ve hayatın en zor zamanlarında bile umut kitabı olan Kur’an’ı açıp arkadaşın duyabileceği hafif bir yüksek sesle okuyorum… Bu duyguyu yaşarken en iyi anlaşılacak ayet “yer sarsıldığı zaman” ayetidir… Evet, kısa sürelide olsa yer sarsılmıştı… Fakat sarsılan sadece yer değildi… İnsanlar, umutlar, inançlar, inançsızlıklar, konuşmalar, bakışlar, anlayışlar, hayaller, yürekler, gözler ve yüzler… Evet, insana ait ne varsa yerin sarsılmasıyla birlikte sarsılıyor… İnsan aciz… İnsan güçsüz… Yer sarsıldığı zaman zaman insan kendisini, gücünü, imkânlarını, imkânsızlıklarını kısa süreli de olsa anlıyor… Yer sarsıldığı zaman ekranlarda yıkılan evler boy boy gösterilir…  Oysa yıkılan sadece beton duvarlar değildir… Hayaller, umutlar, önyargılar, her şeye yeterim psikolojisi ve daha nice şeyde bence yıkılıyor… Fakat ne acıdır ki bu yanlışlıkların inşasını insanlar binaların inşasından önce onarıp tekrardan inşa ediyorlar… Muhasebe, murakabe ve dünyanın geçiciliğine dair duygular ilkbaharda yeşerip solan nebatat gibi kısa süreliğine halkın hayatına değip geçiyor… Kalıcı olması gereken bu duygular toplumumuzda maalesef bu tür vakalarda kapımızdan hayatımıza girer… Fakat kısa süreli bir misafir gibi karşıladığımız için hayatımıza yön vermeden gider…
 
Yolculuk esnasında ölümün sessiz sesini duyabilmek için yolcuların hali yeterli bir kaynaktır… Dışarıdaki manzara da oldukça ürpertici… Ön koltukta oturan çarşaflı bir bacımız dua ve gözyaşı içerisinde gelgitler yaşayarak her an gelebilecek bir haberi var gibi elindeki telefona bakıp duruyor… Arıyor… Aranıyor… Var mı bir haber sorusunu Kürtçe sorduğu zaman sesindeki titrek ve korkulu ürperti bizleri de hüzne gark ediyor… Tarifsiz acılar… Tarifsiz ürpertiler… Acaba sabahın ilk ışıklarında Erciş’in beton yığınları içindeki hali karşısında bu arabadaki insanlarda nasıl bir ruh hali uyandıracak… O güzelim Erciş… Van gölünün kıyısında şairlere ilham olan mekân şu an şairlere hangi acının ilhamını ve haberini verecek… Oysa Cuma günü Bilal kardeşimle Erciş’i konuşuyorduk. Erciş bana göre Van’dan daha güzeldir diyordum… Ve aradan iki gün geçmeden Erciş ağıtların, elemlerin, feryadu figanların kol gezdiği bir alana dönüşüyor…
 
Yolculuğumuzun ilk molasında herkes sanki cezaevinde volta atar gibi gidip geliyor… Kederli bir bekleyişle sigaralar yakılıyor… Dualar ediliyor… Erciş otogarına hava ve yol koşullarından dolayı 19 saat sonra varıyoruz…