Mehmed MAKSUT
SURİYE’DE KAZANAN YOK KAYBEDEN ÇOK
Yıllardan beri baskı ve asimilasyon politikalarıyla yönetilen Ortadoğu halklarında son yıllarda bir silkiniş ve değişimin yaşandığına tüm dünya şahitlik etmektedir. İki yıl önce Tunus’ta başlayıp diğer ülkelere sıçrayan değişim süreci, kimi ülkelerde kısa süreli olurken kimi ülkelerde çok ciddi yıkımlara neden olmuştur. Kısa süreli ve ölüm olaylarının en az yaşanıldığı Mısır, Tunus gibi ülkelerde süreç biraz daha yumuşak bitmiştir. Son dönemde Mısır’daki karşıt devrim hareketlerini hesaba katmazsak Tunus ve Mısır kendi diktatörlerinden fazla kan akmadan kurtulmuştur. Suriye’de ise bu durum beklenenden fazla uzayıp can ve mal kayıplarına neden olmuştur. Mısır ve Tunus’ta kısa süren değişimin Suriye’de uzun sürmesinin bence en önemli nedeni; muhalif grupların çokluğu ve olaya çok yönlü dış hesapların karışmış olmasıdır. Dışarıdaki güçlerin hesaplarıyla Suriye’nin Ortadoğu için jeopolitik konumsal önemi, süreci iç meseleden çıkarıp dış meseleye dönüştürmüştür. Hesaplaşmaya dönüşen sürecin sonuçları ve yıkımları Mısır ve Tunus’a nazaran fazla olmuştur.
Ortadoğu’daki değişim süreçlerinde değişimin tabanını oluşturanların ekseriyeti kendisini kültürel ve kimliksel anlamda İslam’a nispet eden insanlar olmuştur. Bu halklar, özellikle ikinci dünya savaşı sonunda çoğunlukla verilmiş bağımsızlıklarla, uydu ailelerin yönetimine bırakılmıştır. Bu batı patentli uydu diktatörler, halklarına karşı sürekli şahin kesilirken kendilerini başa getirip sömüren batılı devletlerin bölgedeki çıkarları için çok iyi çalışmışlardır. Kendi sultalarının bekası için halklarını baskı, hukuksuzluk ve yoksulluk cenderesine mahkûm etmişlerdir. Zulüm ve cehalet üzerine saltanat kurmuşlardır. İslami bilinç ve güç noktasında zayıf olan bu halkların, yaşanılan olumsuzluklara daha fazla tahammül gösterebilmesi olanaksızdı. Sürekli hayvan muamelesi görmektense insanca ölmeyi tercih eden bir noktanın gelmesi gerekiyordu ki; bu geldi ve diktatörlerin gidişine vesile oldu. Umarız bu durum daha fazla insanın ölümüne mal olmadan Suriye için de gerçekleşir. En son yıkılacağı sürekli tahmin edilen Suudi Arabistan diktasının ve demokratik, modern diktatörlüklerin de yıkılmasına vesile olacak gücü ve birikimi Rabbim bizlere lütfetsin.
Halk hareketlerinde halkı yönlendiren etkin unsurlar vardır. Bu unsurlar tek olmaktan çok çoğu zaman birkaç unsurun bir araya gelmesinden oluşur. Bu unsurlar; düşünce, din, kimlik, liderler, toplumsal ve ekonomik sıkıntılar, kişisel hesaplar… gibi nedenlerde olabilir. Bu anlamda ilk başta talep olarak başlayan daha sonra bazı haklı taleplerin bastırılmasıyla çatışmaya dönüşen Ortadoğu’daki değişimlerin etrafında birçok tartışma oluştu. Gerçek aktörler ile bedel ödeyenler arasında farklar var mı tartışmaları… Hareketler küresel emperyal batının bir planı mıdır, yoksa halkın kendi iradesiyle çizip yönlendirdiği bir süreç midir? İslami kıyam, intifada, hilafet çerçevesindeki değişimler mi yoksa küresel emperyal düzenin demokratikleştirme hamleleri, ılımanlaştırma çalışmaları mı gibi birçok tartışma yapıldı. Farklı bilgiler ve okuyuşlar çerçevesinde olaylar değerlendirildi. Dışarıda çatışmalar olurken Türkiye’de Müslümanlar arasında değerlendirme farklılıklarından dolayı cepheleşmeler oldu. Zaten sağlıklı işlemeyen kardeşlik ilişkileri tarafgirliklerle ayrılıklarla daha da bir derinleşti. Bu süreçte kimi Müslümanlar mevcut rejimle daha bir yakınlaşırken hatta bazı noktalarda direk işbirliği yaparken, bazı gruplarda İran ile bağlarını sıklaştırdılar.
Suriye’de yaşanan olayları sadece bir diktatörün devrilmesi olarak görmek basite kaçacağı gibi, oradaki mücadelenin tümünü İslami devlet ve hilafet merkezinde yapılan bir direniş olarak sunmak da yanıltıcıdır. Bugün Suriye’de yaşanılanlar bir halk ayaklanması olmaktan çıkıp küresel hesaplaşmaya dönüşüp bir savaş haline gelmiştir. Etki alanı, taraf ülkelerin çokluğu, cepheleşme, kullanılan silahlar, aktörlerin çeşitliliği, uluslar arası aktörlerin yoğun trafikleri bunun savaş olduğunu gösterir. Her şeyden öte oluşturduğu yıkım ve ölümler normal bir savaşı neredeyse geçmiş durumdadır. Kırk üç binleri bulan ve gittikçe artan ölü sayısı, yüz binleri bulan göçmen sayısı, ortaya çıkan yıkım savaşı geçmiş durumdadır. Peki, bu bir savaş ise bu kimin savaşıdır. Kimler arasında yapılmaktadır. Galibi veya mağlubu kim olacaktır. Ne ile sonuçlanacaktır. Sorularını sormamız gerekiyor. Tabi bu sorulara verilecek cevap herkesçe farklı olabilir. Çünkü ortada hem süreç açısından hem de sonuçların muhatapları açısından gerçekten net ve sağlıklı bilgiler yok. Tek net olan bir şey var ise o da; yaşanılan ölümler ve ortaya çıkan insanlık dramlarıdır.
Okuyuşlarımız, bize aktarılan gündelik medyanın bilgileri kadardır. Fakat çoğu zaman her güç kendi medyasını oluşturabilmekte ve toplumları kanalize edebilmektedir. Medyanın gücünün yanında bir de gücün ve güçlülerin medyası vardır. Savaşan kesimler silahtan çok medya üzerinde savaşım vermektedirler. Bunun açık örneğini Suriye’de görmekteyiz. Meseleleri hangi kanaldan takip edeceğiniz, hangisinin gerçek olduğunu tam olarak kestiremiyoruz. Birbiriyle çelişen sayısal rakamlarda, söylemlerde, hedef ve aktörlerde hangisini baz alacağınızı bilemiyorsunuz. Bunun sıkıntısını özellikle Türkiye’de yaşayanlar olarak çok görmekteyiz.
Suriye’de silahlarla savaşılırken Türkiye’de Müslümanlar sanal âlemde savaşmaktadır. Herkes bir birini zalim, lobicilik, hain, yanlı, mezhepçi, zulme ortak olma gibi ithamlarla yargılamaktadır. Bu duruma devlet söylemleri, cemaat beklentileri, dernek vakıf taraftarlıkları da karışınca mesele daha da çıkmaza girmekte; çatışma ve ayrışma zemini artmaktadır. Mezhep ve devletlerin gözüyle bakıp konuşanlar, ileriki süreçlerde hesaplanan ve zemini oluşturulmaya çalışılan şeylerin zeminini yüreklerde oluşturmaktadır. Mesele mazlum- zalim düzleminden Sünni-Şii ihtilafına dönüştürüldü. Mezhepsel nefret ilk defa bu kadar ayyuka çıktı. Türkiye’de özellikle zalim Esad’a verdiği destekten dolayı sürekli eleştirilen İran ve Hizbullah düşman konumuna getirildi. Fakat aynı şekilde büyük zalim ve şeytan ABD’ye destek veren ülkeleri ve liderleri eleştirilmeyerek sessizce Suriye kahramanı gibi ilan edildi. Türkiye’nin tavrına ve söylemine göre söylemler geliştirildi. Türkiye'de neredeyse İran ve Hizbullah’a yapılacak bir saldırıda Müslümanlar ohhhhhhh çekecek duruma getirildi. Süreç içerisinde durduğu yer itibariyle elbette ki İran ve Hizbullah’ın eleştirilmesi gerekirdi. Ki bu eleştiriler gıyabında değil de yüzüne karşı yapılabilseydi çok daha iyi olacaktı. Genelde böylesi bir ortam ve imkândan yoksun ilişkileri olan Müslümanlar, var olanlar üzerinden birbirlerini defterlerinden sildiler. Olayın sıcaklığından dolayı sürekli İran’a yönelen eleştiriler artık eleştiri olmanın ötesinde düşmanlık derecesine taşınmış olması üzücü olan taraftır.
Suriye olayı bir savaştır. Özellikle birinci ve ikinci dünya savaşında seksen milyona yakın insanını kaybeden Batılı güçler, savaşın ortaya çıkardığı sonuçları gördükten sonra savaşa ara verdi. Her ne kadar savaşa ara verse de içte kapatamadığı hesap ve ihtiraslar, başkalarının toprakları üzerinde tekrardan hesaplaşmaya dönüştü. Doğu ve Batı blokları kendi toprakları üzerinde değil de başkalarının toprakları üzerinde hesaplaşmanın kendileri için daha yararlı olacacağını düşünüyor. Daha önce Gürcistan’da ve şimdi de Suriye’de yaşanılan aslında buna örnektir. Taraflara ve tarafları silahlandıranlara bakınca olay biraz daha net görülmektedir. Bir taraftan ABD, İngiltere, Fransa, İsrail ve Türkiye; diğer taraftan Suriye, İran, Rusya ve Çin’den oluşan bir güç var. Savaşanlar her ne kadar halk ve rejim yanlıları olsa da olay şu an bunları aşan bir süreçtedir. Özellikle İran ve Rusya’nın Esad’a sağladığı asker ve teçhizat desteğinin yanında Türkiye üzerinden batının gönderdiği silahlarla bir savaşım verilmektedir. Bir taraf Rusya ve İran’ın silahlarıyla diğer tarafların çoğu batının silahlarıyla savaşıyorsa bu onların benim üzerimden savaşmasından başka bir şey değildir.
Bu çıkar savaşında her devletin kendince hesapları olduğu gibi salt rejimi ve diktatör Esad’ı devirmeye yönelik emelleri olan güçlerde vardır. Suriye muhalefetindekiler amaç ve hedefler noktasında farklı söylemlere sahip olsa da şu aşamada sıcak savaş sürecinde oldukları için pek fazla bu farklılıklar konuşulmamaktadır. Sürecin sonuçlanmasıyla birlikte doğal olarak farklılıkların çatışmaya dönüşme ihtimali olacaktır. Muhalif aktörlerin içindeki çeşitlilik ve destek aldıkları yerlerin farklılığı da göz önünde bulundurulursa bu durum daha da korkutucu.
Suriye’de süreç içerisindeki Müslüman grupların durumu ve gücü şüphesiz ki yadsınamaz. Açıkçası burada savaşan grupların yapıları hakkında, nasıl bir İslami algıları ve birikimleri olduğunu olayın sıcaklığından dolayı tam olarak bilmiyoruz. Fakat Suriye’de bazı İslami gruplara, sloganlara bakarak sürecin İslami bir kıyam ve devrim olduğunu; süreç içerisinde hilafetin geleceği iddiası pek gerçeği yansıtmıyor. Türkiye’deki Müslümanlar olarak İslami devlet ve hilafet söyleminin geleceği ile ilgili çok acı tecrübelerimiz varken, kalkıp her Ortadoğu’da meydana gelen olaylara umut ve özlemlerimizi yüklememiz bizi yanıltıyor. Her gelişme karşısında ilkeli duruş ve okuyuşların yerine duygusal beklenti içerikli okuyuşlara yönelmemiz yanıltıcıdır. Daha önceki Kurtuluş savaşı, Afganistan, Bosna hatta yakın dönemdeki Mısır örneği daha canlı iken, bu tür “İslami devlet geliyor hilafet kuruluyor” iddiaları çok da gerçeği yansıtmıyor ve olayların farklı okunmasına neden oluyor.
Suriye’de bir hareketlenme var. Ve bu hareketlenmede kimi Müslüman gruplar da fedakârca savaşıyor. Lakin bunlara bakarak bütünü okumanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Her Suriye’ye gidip oradaki birkaç kişi ve grupla konuşana bakarak İslami devlet geliyor söylemini yaygınlaştırmamız da doğru değildir. Bu durum özellikle gençleri olumsuz etkiliyor. İslam böyle gelmez. Sürece baktığımızda İslam’ın gelişini yansıtan temel unsurların sadece söylemler olduğunu görüyoruz. Daha önce Türkiye’de de; bekleyin İslami devlet gelecek. Okulu bırakın askere gitmeyin; bu yıl olmadı gelecek yıl gelecek, az kaldı umutlarının oluşturduğu olumsuzlukların günümüzü nasıl etkilediğini düşündüğümüzde bu tür söylemlerle insanı bir yere odaklamanın yanlışlığını görürüz. İslami devlet de hilafet de böyle mi gelir? Veya bunca insanın ölümüne, kan ve gözyaşına neden olmuş, bunca siyasal aktörü devreye girmiş hareketlerle İslami hilafetin kurulacağını iddia etmek İslam’ın geliş sürecini doğru değerlendirememektir. İslami devletin Peygamber (s) döneminde nasıl geldiğini ve kurulduğunu bilenler; sürekli her Ortadoğu’daki hareketlenmeyi, İslami devlet, hilafet özlemiyle okuması halen yaşanılan onca tecrübeden yeterince istifade edilmediğini gösterir. Ayrıca safların ve aktörlerin çokta net olmadığı bir ortamda; şehit, şehadet, cihat, hilafet, İslami kıyam, intifada, İslami devrim, İslami hilafet gibi kavramların çok daha hassas kullanılması gerektiğini düşünüyorum.
Suriye’deki süreç devam ederken bize düşen süreci daha dikkatli takip etmektir. İnsani anlamda İslami olarak acılara ortak olmaktır. Bu süreçte kardeşliği zedeleyecek durumlardan ve aşırılıklardan kaçınmanın daha yararlı ve ahlaki olduğunu unutmamamız gerekir. Suriye’deki muhalefeti eleştirmek, onların yaptıkları infazları konuşmak Esad’ı desteklemek, İrancı olmak anlamına gelmemelidir. Aynı şekilde zalim Esad’ı eleştirip istememeyi bölgeye ABD’yi ve NATO’yu istemek, direniş eksenini kırmak anlamında okumak doğru değildir. Bölgenin NATO ve ABD güçlerine müdahil bir duruma gelmemesi için Müslümanlar batıya fırsat vermemelidir. Yine Emperyalist ABD ve uşakları bölgeye daha fazla yerleşmesin söylemiyle diktatörlere ve mevcut meşru olmayan rejimlere razı olunmamalıdır. Her halükarda mazlumların acıları hafifletilmelidir. Esad yandaşlarının yaptığı zulümler görüldüğü gibi muhalif gruplarında yaptığı zulümler de görülmelidir. Yaşanılan olayların ve savaşan tarafların tek boyutlu hesaplar içinde olmadıklarını aksine herkesin kendisince bir hesabının olduğunu; olayların çok boyutlu olup asıl nedenlerinde devletlerin paylaşmadıkları bilgi ve hesaplarda olduğunu bilmeliyiz. İki yıla yakındır devam eden olayların on binlerce ölüme, yüz binlerce göçe, psikolojik travmalara, tarihe, kültüre, kardeşliğe, topluma verdiği zarar hesap edildiğinde; bu meselenin dünya Müslümanları arasında açtığı saflaşma ve kamplaşma göz önünde bulundurulduğunda Suriye’de kazanan tarafın olmadığını fakat kaybeden tarafların çok olduğunu söyleyerek değerlendirmeyi bitireyim…
Rabbimizden dileğimiz, mazlumların kendi elleriyle zalimlerden hesap sormasıdır ve bizi birbirimizle imtihan etmemesidir… Rabbimiz hak olanı galip getirsin.
Festeqim Qema Umirte