Mehmed MAKSUT

31 Ekim 2011

DEPREM GÜNLÜĞÜ -3-

Erciş’te deprem sonrası insanların en çok aradığı iki temel unsur ekmek ve su’dur. Oysa yaşarken beklide hiç kıymeti olmayan bu iki nimeti yaşanılan olay üzerine insanlar arar olmuştur. İnsan bu kadar acizdir ve rabbinin en basit gördüğü nimetlerine ne kadar da muhtaç olduğunuzu orada olduğumuz sürece anlıyoruz… Şehir cansız ve işlevsiz bir halde sukuta bürünmüş bir durumdadır… Gece olunca bu manzaraya maruz kalan insanlara sıcak bir aş çıkarabilmek için önceden başladığımız hazırlıklarımızı hızlandırıyoruz… Burada yaşlısı genci herkes evine bir şeyler götürebilmek için uzun süre sıralara girmektedir. Her zaman devlet dairelerinde, bankalarda sırada bekler gördüğümüz insanlar bu gün bir parça ekmek bir tas çorba götürebilmek için sırada beklemektedir. Kim bilir depremden önce benim diyen kaç kişi sıradadır…

Her şeyin birden yok olduğu bir zaman diliminde havanında soğuk olmasıyla ekmek ve çorbaya insanlar öyle ihtiyaç hissediyorlar ki bazen bunun için tartışıyorlar bile… Her zaman fakir fukaralara layık görülen ekmek ve çorbaya bugün herkes muhtaç bir halde beklemektedir… Bu arada akşamın ilerleyen saatlerinde değeri on beş bine yakın bir arabayla bir adam yemek dağıttığımız çadıra doğru gelerek, kardeş ekmek var mı diye sorması bizleri biraz daha sarsıyor ve düşündürüyor… Hem ekmek bitmişti hem de düne kadar arabasıyla varlığını ifade eden insanlar bugün arabalarıyla ekmek arıyor… Deprem bu olsa gerek. Ve asıl sarsılma bu olsa gerek diye düşünüyorum… Rabbim açlığın ne olduğunu ben orada anladım. Ve sen kimseye kaldıramayacağı açlığı ve yokluğu verme…

Geceleri dışarıdan gelen eşyaları indiriyoruz. Tüm arkadaşlar can havliyle çalışıyorlar… Gündüz gelen eşyaların halka ulaşması için seferlik halindeyiz… Özellikle gençler takatlerinin üzerinde bir seferberlik gösteriyorlardı… Hele 12 yaşındaki Miraç adlı bir çocuk çalışmasıyla hepimizi kendisine imrendiriyor… Kamyonun üstüne çıkıyor, eşyaları indiriyor, çay dağıtıyor. Kendisine söylenilen şeyleri çocuksu temiz yüreğinin kaldırdığı miktarda kaldırmaya çalışıyor… Bir mola esnasında yakından tanışıp hasbıhal etme fırsatımız oluyor… Ve başlıyoruz muhabbet etmeye… Başını okşadığınız an hemen size yakınlaşmak isteyen bir nazarla bizlere bakıyor buradaki çocuklar… Bir baş okşamak, onlarla biraz ilgilenmek onların küçük yüreklerini ihya ediyor… Gülmeyi unutmuş yüzlerine tatlı bir tebessüm konduruyor… Miraç’la sohbetimiz başlayınca başlıyor çocuksu merakla sorular sormaya… Sorularını doğuya ait Kürtçe şiveyle sorması bizim iletişimizi daha da samimileştiriyor… Abi buralı mısın? Diye soruyor… Hayır, Urfalıyım ama Mersin’de kalıyorum diyorum. Sizde mi memleketinizi terk etmişsiniz? Evet diyorum… Abi sevdiklerini ve kimseni kaybettiğin için mi buraya geldin diye soruyor? Gözlerine bakıp bu kadar temiz ve saf sorulara gönülden geldiği gibi cevap veriyorum… Evet, Miraç kardeş, sevdiklerimi kaybettiğim için buraya geldim diyorum… Ama o kadar içten konuşuyor ki Miraç biraz da yaşanılan duygu ortamından dolayı gözyaşları eşliğinde cevap vermemeniz elinizde değil…

Sonra Miraç’la bir fırsatını bulup dışarı çıkıyoruz… Bu sırada Miraç “yaz ellerine, gözbebeklerine” adlı ezgiyi mırıldanıyor… Saat 22… Deprem dolayısıyla kaç gündür elektrikler yoktu… Enkaz görünümlü şehirde kısa da olsa geziyoruz… Kısa süreli gezide karanlık olduğu için yürürken gördüğümüz manzara karşısında gözlerimizdeki yaşları Miraç görmüyor… Ambulans ışıkları, siren sesleri ve enkaz yığını… Bir de geçenin ilerleyen saatlerine rağmen ümit ile yes arasında enkazın başında bekleyen insanlar… Van yolu caddesi boyunca manzara bundan ibaret… Kısa bir sessizlikten sonra Miraç tekrardan başlıyor sorular sormaya… Çocukluk işte… Açıkçası bende sormasını istiyorum… Hem o hem ben buna muhtaçtık… Abi sen sevdiklerini depremle mi kaybettin diye Kürtçe soruyor… Miraç’la bir an loş bir ışıkta göz göze geliyoruz… Ayrılığın, kaybetmenin her çeşidini yaşadım küçük kardeşim diye bende Kürtçe karşılık veriyorum… Az sonra bende Miraç’a sordum… Miraç sen bu depremde bir yakınını kaybettin mi? Abi ailemden kaybetmedim. Ama en çok sevdiğim Seydamı kaybettim. Seydam demesi yüreğindeki sevgiye şahitlik ediyordu… Seyda Kürdistan’da din eğitimi veren hocalara verilen bir ünvandı… Burada bu ünvan islami ilimle ugraşan insanlara veriliyordu… Tekrar Miraç’a dönüyorum. Sen de güzel bir feqi’sin(öğrenci). Yarınlarda, kaybettiğin seydanı geçeceksin diyerek muhabbetimizi yol boyunca devam ettiriyoruz…

Az sonra yürüdüğümüz bir enkazın yakınında aniden kurtuldu, kurtuldu diye bir nidayı bağrı yanık bir babadan duyuyoruz. Adeta yaşadığı sevinci, enkazın başında bekleyen ailesine ulaştırmaya çalışıyor… Sesini, sevincini daha çok duyabilmek için var gücüyle bagırıyor… Herkeste bir sevinç var… Çünkü üç gün sonra enkaz altındaki genç evladına kavuşuyorlar… Sevinenlerin yanında birçok bekleyenin umudu da yeniden yeşeriyor… İçimden bedenen kurtulan bu insan, inşallah gerçek kurtuluş olan İslam’la da kurtulur diye dua ediyorum…

Siren sesleri ve ışıkları eşliğinde yaklaşık yarım saatlik bir gezintiden sonra kaldığımız çadıra dönüyoruz… Dün Van yolu caddesinde insanlar sevinçle gezerken bugün herkeste bir burukluk, her yerde bir yıkıntı var… Oysa ölümlü, geçici, oyun ve eğlenceden ibaret olan bir dünyada yaşıyorduk… Fakat yaşarken bu hakikatleri bizlere sürekli hatırlatan ayetleri yeterince idrak ve tefekkür etmediğimizden dolayı dünya ile ilişkimizi bu ayetler ışında inşa etmiyorduk… Acaba bu deprem olmadan önce insanlar hangi duygularla yatıp kalkıyordu… Evine eşya almaya çalışanlar, işini yükseltmeye çalışanlar, sınavları kazanmak için test ve dershane arasında gidip gelenler… Yer sarsılmıştı ve her şey 45 saniye gibi kısa bir sürede alt üst olmuştu…

Çadırda biraz oturma fırsatında Küçük kardeşim Miraç, bir çay ikramıyla günün yorgunluğu  bizden almıştı… Kaç gündür uykusuz ayaktaydık ve çay içmemiştik… Miraç’ın getirdiği mis gibi kaçak çay yorgunluğumuzu oldukça almıştı… Kendi imkânlarımızla ısınmaya çalışıyoruz… Kimse yorgunluk ve manzaradan dolayı konuşmak istemiyor… Her yüzde aynı hüzün var… Sabahları erkenden uyanmamız gerekiyor… Yorgunluktan bedenlerimiz hele de ayaklarımızla yüreklerimiz dayanamaz haldeydi… Fakat uyku gelmiyordu… Yine çantamda çıkardığım not defterinin bembeyaz satırlarına kalemle yaşadıklarımızı şahit kılmak için bir şeyler yazarak geceyi kapattım… Çadırda herkese yetecek ne battaniye, ne yastık ne yorgan vardı. Geldiğimizden beri genel manzara hep böyleydi. Ve son günlerde bu sıkıntılar bir nebze olsun azaldı… Yine en azından sığınabileceğimiz bir çadırımız, üstünde oturup uzanabileceğimiz bir çulumuz ve bir battaniyemiz vardı. Fakat burada bu mevsimde soğuktan korunmak oldukça zordur… Dışarıda nice insan, yaktıkları ateşin başında kümelenerek soğuğa karşı direnmeye çalışıyorlardı…

Gece ilerleyen saatlerde halılar üstüne uzanıp battaniyelerimize sarılıp uyumaya çalışıyoruz… Yorgun gözlerle yarına tekrardan uyanabilmek umuduyla uyanıyoruz… Umuduyla diyoruz çünkü halkta genel bir deprem bekleyişi var… Zaten gün içindeki artçı depremlerde bunu tetikliyordu… Az sonra uykuya yorgun beden ve gözlerimiz teslim oluyordu. Sabah namazı için iki kardeş nöbet tutuyordu… Onların nöbetiyle en azında sabah namazını kaçırmamaya çalışıyoruz… Birkaç saat uykudan sonra hayyelel namaz diye nidayla arkadaşlar bizi uykuyla namaz arasındaki imtihana çağırıyordu… Uykusuzluk, yorgunluk ve havanın aşırı soğukluğu bizleri etkilese de yüreğimiz namazın sıcaklığına ihtiyaç hissettiği için soğuk ve sınırlı su ile abdest almaya doğru yöneliyoruz… Topluca namaz kılmak için saf tutarken imanın ve ihlâsın nişanelerini hissederek uzanıyoruz secdeye… Secde et ve yaklaş ayetlerinin tezahürünü yakalamak an meselesi… Secdeden rahmana doğru bir yolculuğa çıkıyor yüreklerimiz… Namazdan sonra bedenler uykuyu arzulasa da tekrardan yoğun bir güne bismillah diyerek başlıyoruz…