Mehmed MAKSUT

03 Kasım 2011

DEPREM GÜNLÜĞÜ -SON-

Günler geçtikçe depremin vahameti de kendisini ortaya çıkarıyor. Herkes yaşanılan dramın bir an önce bitmesi için elinden geleni yapıyor. “İnsanlar acıyı yaşayabilirler ama acıyla yaşayamazlar” misali buradaki insanlarda yaşadıkları acılardan yavaş yavaş uzaklaşmaya çalışıyor. Hastanelerde hastalarıyla ilgilenenler, taziye yerlerinde vefat edenlerin yasını tutanlar ve hayatını normal şartlara döndürmek isteyen insanlarla dolmuştu Erciş. Yaşanılan acılara rağmen özellikle bazı medya kuruluşları aracılığıyla yansıtılan ırkçı, bölgeci ifadeler buradaki insanların acılarına acı katıyor. Yaşanılan acıları bile siyasi manevra alanına dönüştürenler olduğu gibi yaşanılan acılardan tecrübeler çıkaran ve bunu kendileri için bir ibret-i nasihat olarak değerlendirenler de burada vardı.

Sabahları erkenden uyanıyoruz. Rehberimiz olan ağabeylerin dediklerini yaptıktan sonra vaktimiz olduğunda enkazları ve ardı ardına gömülerek dizilmiş olan kabristanları ziyaret ediyoruz. Burada Ölüm gerçeğinin ne kadar bize yakın olduğunu anlamaya çalışıyoruz… Güçlülerin, prof’ların, zenginlerin, diktatörlerin, aydınların vs. insanların bir türlü yenemediği ve yok edemediği ölümü, bir ilahi yazgı olarak kabul edip ona göre yaşamak, hesabı verilebilir bir yaşantı ortaya koymak ölüm endişesi için en hayırlı çözüm iken insanlar dünyevileşmenin, zenginleşmenin, sağlam binalar dikmenin kendilerini kurtaracağını zan ediyorlar. Fakat yanılıyorlar. İşte deprem bunun en canlı şahidiydi... Bu duygularla Van Yolu Caddesinde dolaşırken birden aklıma Hz Nuh’un oğlunun kıssası geldi. Oğlunu hidayete ve kurtuluş yoluna yoğun bir gayretle çağıran bağrı yanık bir peygamber ve baba; oğlum bugün iman edip bu gemiye binmenden başka bir kurtuluş yoktur deyince oğlu ben tufan karşısında şu dağlara sığınırım. Onlar beni korur demişti. Oysaki dağları da yaratan Allah’tı. Hiçbir kaçışın ve sığınılacak yerin olmadığı, olamayacağı bir dünyada “fe eyne tezhebun” ayetini haykırmak geliyordu içimden. “Nerede olursanız olun, sağlam kalelerin içerisinde bile olsanız ölüm sizi bulacaktır” ayeti canlandı zihinlerimizde. Doğuda da olsak, batıda da olsak; sağlam kalelerde, yüksek binalarda da olsak sünnetullah işliyordu. İşte önemli olan bu işleyişe uygun bir yaşam ortaya koymaktır. Bizi kurtaracak olan da bu sünnetullaha göre yaşamaktır. Hz Ali’nin dediği gibi "Ölümün ne zaman geleceği belli değilse en iyisi biz onu her yerde bekleyip ona hazır olalım”. Hz peygamberinde ifade ettiği gibi “bu dünyada bir yolcu gibi olunuz”. Evet, hepimiz aslında suskun birer yolcuyuz. Geride sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, biriktirdiklerimizi, hayallerimizi, tutkularımızı bırakıp gideceğiz....

Geçici olarak geldiğimiz acıların diyarından ayrılma vakti gelmişti. Her başlangıcın bir sonu, her gelişin bir gidişi vardı. Bu da bir yazgıydı. Evet, bizimde ayrılık vaktimiz yaklaşıyordu… Döneceğimiz gün sabahın ilk saatlerinde uyanıyoruz. Dışarısı her zaman olduğu gibi soğuk. Her ne kadar dışarısı soğuk olsa da buradaki insanların sıcaklığı yüreklerimizi ve bedenlerimizi yeterince ısıtıyor. Son gecemizde akşamdan yağan yağmur, etrafı çamur deryasına dönüştürmüştü. Çadırlarda yaşayan insanlar yağışın yoğunluğundan dolayı etkileniyordu. Özellikle çocuklar soğuk havalardan dolayı oldukça etkileniyor. Çeşitli hastalıklara yakalanmamak onlar için imkânsız gibiydi. Yürekten hissederek geldiğimiz Van’dan, Erciş’ten yavaş yavaş ayrılık vaktine yaklaşıyorduk. Hayatımızın en yoğun ve yorgun günleri bu günlerdi diyebilirim. Yaşadığımız bu günlerde acıda olsa hatıralarımıza çok şeyler yerleşmişti… Enkazlar, ağlayan analar, dua eden bacılar, bir umut sıcaklığıyla bir yerlere sığınan mahsum çocuklar, ellerindeki küreklerle sabırsızlıkla enkazın altında evladını arayan babalar, kardeşlerinin acısına şahit olan ablalar... Umud ile yes arasında ince çizgide gidip gelenler, yardım konvoyları, siren sesleri, yaralı çığlıkları, kimse yok mu nidaları, siyah poşetler, sevdiklerini bir tabuta koyup memleketin yoluna düşenler… Bembeyaz nakışlı tülbendiyle cansız çıkan analar, annelerine son kez sarılmak için ufacık bedenleriyle kendilerini enkaza atanlar, çadırlarda battaniyelerine sımsıkı sarılarak yaşadıklarını zihinlerine kaydeden çocuklar, hastanedeki koşuşturmacalar, insanların bir can kurtarma seferberliği, yıkıntılar arasında çıkan kitaplar, çöken binalar, yıkılan umutlar, dökülen yaşlar, her şeyden öte yitirilen insanlar ve iki değerli kardeşim vardı… Hepsini yüreğimizde taşıyacağız inşallah...

Sabahın ilk saatlerinde yola çıkma hazırlıkları yapıyoruz. Birlikte çalıştığımız, üşüdüğümüz, sarıldığımız, dertleştiğimiz kardeşlerimize sarılarak vedalaşıyoruz. Seyda “xweda jı te razî be. We dılé şewiti şâd kîr xweda ji we şâd bıké” diye Kürtçe dua ederek bizi uğurluyorlar. Bir dostumuz yürekten, kendisine has şivesiyle “Gardaş bizi duanızda unutmayın” diye serzenişte bulunurcasına yüreğimize hitab ediyor. Bu söz yüreğimize kurşun gibi işlerken gözlerimizi de işlev katıyor. Herkesin her an istediği duadır. Her buluşma ve ayrılmada istenilen dualar önemsenmediğinden midir bilmem ama hep unutulur gider… Sonra dönüp gardaş; “unutmak ihanet etmektir” diyerek ayrılıyoruz..Yıkılan otogara doğru hareket ediyoruz....

Bilet bulmak oldukça zor. Hem artçı depremlerin olması hem de gelen kış şartlarından dolayı insanlar daha güvenli gördükleri yerlere en azından durumlar netleşinceye dek sefere çıkıyorlar. Otogar yıkıldığı için dışarıda araba bekleyen insanlar yaktıkları ateşlerler ısınarak arabalarını bekliyorlar. Üç saat sonra arabamızın geleceğini ifade eden muavin, bize arka taraftaki küçük çay ocağını göstererek yardımcı oluyor. Çay ocağında çay ve simid alıp bir köşede beklemeye başlıyoruz. İçeride otururken insanların sitemlerine şahitlik ediyoruz. En büyük sitem ise bazı insanların gelen yardımları istismar etmesi ve bunun üzerinden medyanın bölgeyi bu istismarlar üzerinden yansıtmasına yönelikti… Çay ocağının ortasında oldukça eski bir kömür sobası var. İçeriyi küçük olmasına rağmen oldukça ısıtıyor. Buna ısıya bir de insanların içtiği kaçak sigara eklenince içeriyi hem sıcaklık hem de ağır duman kokusu kaplıyor. Çaycı kömür ateşindeki sobada suyu ısıtıp çay demliyor. Kaçak ve kömür ateşinde demlenen sıcacık çayı, tüm acılarımızı bir nebze olsun dindirebilme umuduyla içiyoruz… Otogarın hemen yanındaki futbol sahasına kurulan çadırlara doğru yönelerek oradaki hayata bir daha şahitlik ediyoruz. Herkes soğuktan ve yağıştan korunmak için çadırlarında sessizce bekliyor… Yarım saat çadırların önünde oturup yaşanılan manzarayı tefekkür ederek arabanın gelmesini bekliyoruz. Yağmur yağıyor ve insanlar tekrardan koşuşuyorlar.

Herkes yanına aldığı birkaç parça eşyayla yola koyuluyor. Herkes hüznünü, hatıralarını, acılarını, geride bıraktıklarını, sevdiklerini, topraklarını bırakıp gidiyordu. Araba gelince insanlar son defa geriye dönüp ağlayarak yola koyuluyor. Bizde beklenilen arabaya biniyoruz. Geride kocaman acıları, hüzünleri, Umutları, sevdiklerimizi, Miraç’ı, nakışlı tülbendiyle cansız çıkardığımız anayı, oynamaya çıktıkları için enkazdan kurtulan Zilan ve Dilan kardeşleri, çadırdaki kardeşlerimizi, yorgunluklarımızı, battaniyemizi, Van’ı, Erciş’i enkazlarda bırakmak zorunda kalmamız, gözlerimize bulutlar misali damlaları topluyor. Yağan yağmura birkaç damla gözyaşımızı katıp veda ediyoruz acıların diyarına. Ey Erciş, Gözler, gönüllerdekine şahit oldukça ve yüreklerde acılar var oldukça gözyaşlarımızda olacaktır. Bunu hiç unutma.