Gazetecilerden güldüren anılar
Muhabirlerin başlarına, kendilerinin de güldüğü neler neler geliyor; `Molotof` diye bağırıp bakanı yere yatıranı da var, Mesut Yılmaz`ın aradığına inanmayıp `Ya evet, ben de Leydi Diana`yım` diyen de.
Hemen hemen her muhabir haber peşinde koşarken unutamadığı bir olay yaşamıştır. Kimi hiç ummadık yerde bir tepki almıştır, kimi linçten son anda kurtulmuştur, kimi gazeteci olduğu anlaşılmaması için bin türlü numara yapmak zorunda kalmıştır. Kimi çektiği fotoğraf yüzünden elinde balta bulunan bir adam tarafından kovalanmış, kendini bir spor tesisine atıp izini kaybettirmeye çalışmıştır ayağındaki topuklu ayakkabılarla. Ama onlar kovalanmaktan yılmayıp, başlarından geçenleri de hoş bir hatıra olarak kabul edip, devam ederler haberi kovalamaya. Yaşandığı anda üzen ya da korkutan ama geriye dönüp bakıldığında gülümseten bu anılar sadece onların hafızasında kalsın istemedim ve meslekdaşlarımdan anılarını sizlerle paylaşmalarını rica ettim.
Oktay Mehmet/Yeni Şafak
Sağlık Bakanı'nı yere yatırdım 2005 yılında merhum eski Sağlık Bakanları'ndan Dr. Yıldırım Aktuna ile birlikte Yunanistan'a 40 gazeteciyle bir ziyaret düzenlenmişti. Yunanlı yetkililer panik halindeydi. Çünkü ülkede inanılmaz bir gerginlik vardı. Otobüse Yunanlı polisler eskortluk ediyordu çünkü bizim güzergahı değiştirip başka bir yere gidebileceğimizden korkuyorlardı. Selanik Türk Konsolosluğu önüne geldiğimizde ellerinde PKK terör örgütü lideri Öcalan'ın pankartlarını taşıyan yüzlerce kişiyle karşılaştık. Sloganlar atarak otobüsümüzü yumurta ve patates yağmuruna tutuyorlardı. Panik olduk ve otobüsten inemedik. Yunan polisi göstericilere müdahale etmiyordu. Otobüsün camları kırılan yumurtalarla sapsarı olmuştu. Arkadaşlar da otobüsün içinden görüntü almaya çalışıyordu. Ben de fotoğraf makinamı çıkarttım. O heyecanla elim flaşa dokunmuş. Birden flaş patlayınca, Molotof kokteyli atıldı sandım ve “Molotof “ diye bağırdım. Sayın Aktuna dahil bütün gazeteciler otobüsün koridoru ile oturakların arasında yere uzandık. Kısa bir süre sonra gerçeği anladık, herkes derin bir nefes aldı. Sonunda bakan dahil hepimiz koşarak konsolosluğa sığındık. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte de Türkiye'ye döndük
Huri Yazıcı / Serbest gazeteci
Mesut Yılmaz mı? Hadi ya!
Hatırladıkça hem çok güldüğüm hem de utandığım bir anım bu. Genel seçimler yeni olmuş ve AK Parti kazanmıştı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile röportaj yapmam istendi. Ben de Mesut Yılmaz'ın evini arayıp, röportaj talebimi bildirdim. Haber Müdürüne de aradığımı ve telefon beklediğimi söyledim. Bunu duyunca Haber Merkezindeki arkadaşlar çok güldüler ve benim çok saf olduğumu, boşuna beklediğimi, Mesut Yılmaz'ın bana geri dönmeyeceğini söylediler. Hatta kendi aralarında, "Akşam 'Ben Mesut Yılmaz' diye arayıp Huri'yi heyecanlandıralım” diyerek dalga geçtiler. Akşam yemekli bir basın toplantısındayken telefonum çaldı, baktım numara gözükmüyor. Açtım. Telefondaki ses, "Ben Mesut Yılmaz. Beni aramışsınız" dedi. Ortam oldukça gürültülü olduğundan telefondaki sesi tanımadım ama arkadaşların dalga geçtiğini düşünerek, "Hadi ya! Ben de Leydi Diana" dedim. Bir anda karşı tarafın ses tonu yükselip; "Siz benle dalga mı geçiyorsunuz. Bu ne ciddiyetsizlik" deyince telefondaki kişinin sesini tanıdım. Evet. Arayan Mesut Yılmaz'dı. Hemen dışarı çıkarak kendisine telefonda telaşlı bir sesle durumu izah ettim. Hatta belki faydası olur diye, Rizeli olduğumu da belirttim. Mesut Bey samimiyetimi anladı ve anlayışlı davrandı.
M. Yaşar Durukan / Star Gazetesi
Kanas kullanırım abi
2003 yılının mart ayı. ABD ve İngiliz birlikleri Irak'a girmiş. Suriye üzerinden Bağdat'a gitmek üzere, babası Bağdat'a canlı kalkan olarak giden ama orada mahsur kalan bir Türkle birlikte yola çıktım. Arapça bildiği için birlikte gitmenin avantajlı olacağını düşündüm. Suriye'den Ürdün sınırına yöneldik. Pasaportları verdikten sonra içeriden çıkan iki istihbarat subayı bizimle görüşmek istediğini söyledi. Ayrı ayrı odalara aldılar. Silah kullanmasını bilip bilmediğimizi sormaya başlayınca ben durumun kötüye gittiğini anlayıp askerliğimi bile yapmadığımı ve gazeteci olduğumu söyledim ve basın kartımı gösterdim. Diğer odadaki görüşme ise biraz farklı geçmişti. Hangi silahları kullanabiliyorsun sorusuna arkadaş, bir çok silah modeli saydıktan sonra “Kanas da kullanırım” diye cevap vermiş. Uzun menzilli keskin nişancı tüfeği… Siz olsanız ne düşünürsünüz? Bizi sınırdışı etmek zorunda olduklarını söylediler. Kendimizi yeniden Suriye'de bulduk. Kanas kullanan arkadaşa CIA ve MOSSAD'ın çoktan peşine düştüğünü, ülkeyi acilen terk etmesi gerektiğini söyledim. Merak edip aradığımda Hatay'a ulaşmıştı bile. Ben ise Bağdat'a gitme ısrarımdan vazgeçmedim. En sonunda başka maceralar da yaşarak Ürdün üzerinden Irak'a girdim.
Ayşe Olgun / Yeni Şafak
Stajyere cumhurbaşkanı pozu
Gazeteye stajyer olarak girdiğim ilk haftaydı. O sabah başka muhabir olmayınca beni İstanbul Üniversitesi'nin eğitim öğretim yılının açılışına gönderdiler. Açılış töreni benim için tam bir faciaydı. Bir yandan açılışa katılan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in fotoğraflarını ikinci el makinemle çekmeye, diğer yandan teybim olmadığı için söylediklerini not almaya çalışıyordum. Ancak korumalar ve etten duvar ören kameramanları geçip görüntü almak öylesine zordu ki! Yine de yılmadan çabalayıp duruyordum… Konuşmanın ardından kapının önüne kadar peşinden koşup resim çekmeye devam ettim. Gösterdiğim gayret Demirel'in bile gözünden kaçmamış olacak ki, arabasına binmeden önce döndü, korumalarına işaret edip önünü açtırdı ve bana gülümseyerek poz vermeye başladı. Ben de bu fırsatı kaçırmayıp bol bol yeni resimlerini çektim. Ardından gazeteye gelip filmleri banyoya verdim. İşte acı gerçek o an ortaya çıktı. Makinemin küçük flaşı bozulduğu için resimlerin neredeyse tümü simsiyah çıkmıştı. Bir tek kapı önünde Süleyman Demirel'in bana özel poz verdiği resimler dışında... Ama yazı işleri Demirel'in kürsüden resmini istiyordu bu yüzden şefimiz Halit Ağabeye acemi muhabir gönderdiği için kızıyorlardı. İstemeye istemeye çektiğim resimler birinci sayfaya koyuldu. Ertesi gün Yeni Yüzyıl Gazetesi üniversitenin açılış haberini Süleyman Demirel bana poz verirken ve ben de Demirel'i çekerkenki fotoğrafımızla verdi. Resim altında “Cumhurbaşkanı Demirel türbanlı gazeteciye poz verdi” yazıyordu. Bunu gören gazete yönetiminin öfkesi uçup gitti. “Aferin kız bak Demirel'in resmini çekmek için taa dibine kadar girmişsin, özel poz almışsın” diye eğlendiler benimle...
Ahmet Zeki Gayberi / Milli Gazete
Vallahi Bülent Ecevit'in özel muhabiriyim!
1999 yılında Sırpların saldırılarından kaçan Kosovalı Arnavutlar, Makedonya ve Arnavutluk sınırına yığılmıştı. Bu dramı haber yapmak için Makedonya'ya geçtik. 3 gün sonra Arnavutluk'a dönmek için sınıra geldiğimizde Makedon polisi bizi tutukladı. 3 gündür takip ediyorlarmış. “No Journalist, terörist!” diye sürekli hakaret ediyor, cesetlerimizi 200 parça yapıp üç ülkenin sınırına savuracaklarını söylüyorlardı. Tişörtlerimizi çıkarttırıp başımıza bir kurt köpeği diktiler. 9 saatlik sorgulamanın ardından bir Türk börek ustasını tercüman olarak getirdiler. Usta, polislerin niyetlerinin kötü olduğunu, bizi aylarca hapis tutabileceklerini söyledikten sonra, Sarı Basın Kartımın üzerindeki İngilizce “Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü” ibaresini gördü. Hemen kartı polislere göstererek, “Devletlerarası sorun çıkmaz mı? Çünkü bu adam Türkiye Başbakanı Ecevit'in özel muhabiri” dedi. Polisler sırayla kartı alıp baktılar. Bu arada biz de “Vallahi Ecevit'in özel muhabiriyiz!” diye yeminler ediyorduk. Birkaç yere telefon açtılar ve özür dileyerek bizi serbest bıraktılar.
Şerif Erdikici / Zaman Gazetesi
Rahmi Koç'a yanlış fetva
Şerif Erdikici'nin maceraları o kadar fazla ki, çok yakında toplu halde kitap olarak yayınlanacak. Mustafa Yüksel'in hazırladığı kitapta, Erdikici'nin Koç'la yaptığı röportajla ilgili anısı şöyle geçiyor: Rahmi Koç, Şerif'i çok sıcak bir atmosferde ağırladı. Şerif'i sevmiş, bu Anadolu delikanlısına karşı olabildiğince açık olmuştu. Bu samimiyetle Şerif'e sordu:
- Şerif, sen namaz kılıyor musun?
Zaman gazetesinde çalışan, her haliyle muhafazakâr olduğu anlaşılan Şerif, ibadetini dillendirmek istemedi ve kaçamak bir cevap verdi:
- Şey.. Yani, elimizden geldiğinde kaçırmamaya çalıyoruz Rahmi Bey.
Koç'un bunun üzerine söyledikleri Şerif'i rahatlattı:
- Aslında ben de namaz kılıyorum. Cuma namazlarını kılarım ama bazen yoğunluktan kaçırıyorum.
Şerif, konunun namaza, ibadete gelmesinden tedirgin oldu. Bunların tartışılamayacağını, insanın iç dünyasıyla ilgili olduğunu düşünen Şerif, kendince Koç'u rahatlatmak için başladı fetva vermeye:
- Rahmi Bey, siz meşgul bir insansınız. Başkaları kıldığı zaman ya da sizin yerinize birileri bu namazı kılabilir. Zira cuma namazı, farz-ı kifayedir.
Koç, biraz şaşırdı fakat latifeyle karşılık verdi:
- Allah Allah! Bu iş böyle miydi ya? Biz niye daha önceden birkaç adam görevlendirmedik bunun için?
Röportaj bitti, Şerif gazeteye dönüp ses kaydını çözümlemeye başlayınca hatasını anladı:
- Ben ne yaptım? Adama yanlış fetva vermişim. Cuma namazı kılıyormuş, cenaze namazı anlamışım. Hem ayıp hem günah ya!
Birkaç gün sonra Rahmi Koç'la yine bir toplantıda karşılaştı. Yanlışını düzeltmek istedi, ayaküstü ve biraz uzaktan Koç'a hitaben:
- Rahmi Bey, Cuma'ya devam. Yanlış fetva, yanlış fetva…
Koç kahkahayı bastı…
Gülcan Tezcan / Gerçek Hayat
Eylemcinin şefkati
Gazi Mahallesi'nde yine ortalık karışmıştı. Ben o dönemde günlük ulusal bir gazetenin istihbarat servisinde muhabirdim. Servisteki erkek muhabirlerden bazıları Gazi Mahallesi'ne bayan muhabirlerin gitmesine karşı çıkıyorlardı. Neyse ki şefimiz Halit Çelik yolladı beni. Mahallede gerginlik had safhadaydı. Bir süre önce Gazi'de meydana gelen olaylarda ölenler için bir yürüyüş yapılacaktı. Kalabalık öfkeliydi, sloganlar atarak mezarlığa doğru yürüyüşe geçildi. Gazetecilere sataşmalar oluyordu. Bir ara biri beni kenara çekti, tipine bakılırsa mahallenin solcu çocuklarından biriydi: 'Abla, dikkat et, başına bir iş gelmesin, kalabalığa yakın durma' dedi ve yürümeye devam etti. Şaşırmış ama bir o kadar da sevinmiştim. Kalabalıklar öfkeliydi ama onları öfkelendirenlerin bilmediği, kalabalıkları oluşturanların yüreğinde her şeye rağmen saklı duran sevgiydi.
(Emeti Saruhan / Yenişafak)