16-04-2008 20:05

Guantanamo’da bir gazeteci: Sami El Hac

Savaş muhabiri El Hac ise bin bir zorluğa göğüs gererek, bombardıman altında gazetecilik görevini sürdürmeye devam eder. Ta ki bir grup işgal askeri tarafından gözaltına alınıp sorgusuz sualsiz Kabil’deki Bagram Cezaevi’ne kapatılana kadar...

Guantanamo’da bir gazeteci: Sami El Hac

Savaş muhabirliği; gazetecilik mesleğinin en zor, en meşakkatli, en riskli bölümünü oluşturur. Kimi zaman ölümle burun buruna gelir, eğer ölmediyseniz “ bu sefer de atlattık, verilmiş sadakamız varmış” dersiniz, kimi zaman karşılaştığınız çocuk cesetleri nedeniyle bir taraftan gözyaşlarınıza hâkim olmaya çalışırken diğer taraftan yumruklarınızı sıkarak fotoğraf çekmeye, haber yazmaya devam edersiniz. Savaşlar kalplerde acı ve öfke bırakır. İnsan kalbinin çektiği fotoğraf kareleri ise, fotoğraf makinalarının çektiği karelerden binlerce kez daha canlı ve unutulmazdır. Savaş muhabirliğini “insanlar gerçekleri öğrenmeliler” duygusuyla yapan muhabirler ise ABD ve dostlarının, karşı taraftan olarak belledikleri düşman gazetecilerdir. Savaşlar gerçeklerin en kolay şekilde çarpıtılabileceği ortamlardır ve idealleri, hayalleri için bu mesleği yerine getiren muhalif gazeteciler gerçekleri çarpıtanların ipliklerini pazara sürerler. Eğer ABD ve dostlarının milyonlarca dolar harcayarak yürüttükleri medya savaşına karşı durursanız mutlaka bunun bir bedeli olur. Tıpkı bu hafta size hikayesini anlatacağım sevgili meslektaşım El-Hac’a ödetilen bedeller gibi. 6.5 yıldır Guantanamo Esir Kampı’nda tutulan El Cezire’nin savaş muhabiri El Hac’ın yaşadıkları, ABD askerlerinin ne kadar hayvansı bir ruha sahip olduklarını da bir kez daha gözler önüne seriyor.

Sudan doğumlu olan El Cezire muhabirinin tam ismi Sami Muhyiddin El Hac... Afganistan, ABD ve müttefikleri tarafından işgal edilmeden kısa bir süre önce sevdiklerini geride bırakarak yollara düşen El Hac, hava yoluyla Afganistan’a ulaşır. El Hac’ın amacı; “adım adım yaklaşan savaşı Afganistan’da karşılamak, bölgeden yapacağı haber ve röportajlarla Afganistan’da yaşananları El Cezire aracılığıyla dünyaya aktarmaktır.” El Hac savaş başlamadan önce birkaç önemli haber ve röportaja imza atar. Haberlerinde sık sık ABD Ordusu ile savaşmaya hazırlanan Taliban ve Arap direnişçilerin görüntülerine de yer veren El Hac; böylece ABD Ordusu’nun dikkatini çekmeye başlar.

BERBAT BİR YER: BAGRAM
2001 yılında ABD savaş uçakları Kabil’i bombalamaya başlayarak Afganistan işgaline start verirler. Savaş muhabiri El Hac ise bin bir zorluğa göğüs gererek, bombardıman altında gazetecilik görevini sürdürmeye devam eder. Ta ki bir grup işgal askeri tarafından gözaltına alınıp sorgusuz sualsiz Kabil’deki Bagram Cezaevi’ne kapatılana kadar... Kamerası elinden alınan El Hac, önce ABD askerlerini gazeteci olduğu yönünde ikna etmeye çalışır. Fakat nafile.... İşgal askerleri gazeteci El Hac’ı tehlikeli bir terörist(!) olarak görürler. Taliban’a bağlı direnişçilerle aynı hücrelere atılan El Hac için bundan sonra işkence ve aşağılamalara maruz kalacağı günler başlayacaktır. El Hac Bagram Cezaevi’nde yaşadığı günler için şunları söylüyor: “Bagram gerçekten çok berbat bir yerdi. Her taraftan işkenceye uğrayan insanların feryatları yükseliyordu. Sabah ve akşam olmak üzere günde sadece iki kez tuvalete gitmemize izin veriliyordu ve sıramız gelmeden de tuvalete gidemiyorduk. Bir keresinde çok sıkışmıştım ve önümdekine sırasını bana vermesi için fısıldamıştım. Bir ABD askeri ‘No talk’ (Konuşmak yasak) diye bağırdı ve kapıyı işaret ederek ‘buraya gel’ dedi. Daha sonra beni ellerimden demir bir çubuğa asarak gün boyu öylece bekletti. Şiddetli soğuktan dolayı titriyordum ve nihayet dayanamayıp altıma kaçırdım. Askerler altıma kaçırdığım için beni alaya almaya başladılar.”

İŞKENCE ÜSSÜ: GUANTANAMO
El Cezire Muhabirinin Bagram’da yaşadıkları, Guantanamo’da yaşayacaklarının şiddetini haber vermektedir. El Hac diğer esirlerle birlikte önce Kabil’den Kandahar’a, daha sonra da bir askeri uçakla Guantanamo Adası’ndaki hapishaneye götürülür. Burada tek kişilik bir hücreye kapatılan El Hac, askerlerin zorla aşı vurmalarına karşı çıkınca çeşitli işkencelere maruz kalır; “Guantanamo’ya ulaştıktan bir hafta sonra sabahın köründe bizi uyandırdılar ve herkesten ellerini küçücük menfezden dışarı çıkarmasını istediler. Tetanos aşısı yapacaklarmış…Bana sıra gelince onlara, ‘Ben gazeteciyim. Afganistan’a gitmek üzere Katar’dan ayrılmadan önce tetanos, humma, kolera gibi bulaşıcı hastalıklara karşı bir dizi aşı yaptırdım. Doktor bu aşıların 5 yıl etkisini sürdüreceğini söylemişti. Bundan dolayı benim tekrar aşı olmama gerek yok.’ dedim. Subay yüzüme bağırarak: ‘Benimle tartışma. Kolunu uzat, yoksa onu zorla çıkartırım.” dedi. Ona uzatmayacağımı söyleyerek direndim. Subay, işini bitirdikten sonra yanıma gelip tekrar aşı yapmak istedi, ben yine direndim. Hücremdeki tüm eşyaların alınması cezasına çarptırıldım. Battaniyeden fırçama kadar her şeyi aldılar. Bundan dolayı üç gün üç gece demir üzerinde uyumak zorunda kaldım. Daha sonra diğer mahkumlarla birlikte çıplak olarak beraberce oturmaya zorlandık. Bir keresinde tam 100 gün boyunca hiç yıkanamadım. Elbiselerimde bit ve böcekler çıkmaya başlamıştı. Bırakın yıkanmak için su vermelerini, içmek için bile su vermiyorlardı. Sıcaktan bayılarak yere düşenleri revire götürüyorlar, elbiselerinin tamamını yırtarak çıplak halde bekletiyorlardı. Beni çıplak ayakla, donmuş bir sulu yol üzerinde günlerce yürüttüler”

“NEDEN CEZALANDIRILIYORUM?”
Mahkumlar suçsuz da olsalar çoğu zaman kendilerine; “acaba ben suçlu muyum, ne yaptım da suçlu bulunup cezalandırılıyorum” şeklinde sorular sorarlar. Bu bir tür iç hesaplaşmadır. Bu iç hesaplaşma mahkumun peşini bırakmaz. Ta ki “ben suçlu muyum?” sorusuna cevap bulana kadar. Sami El Hac da Guantanamo’da bazen kendi kendine iç hesaplaşmalara girer. El Hac, avukatı Clief Stafford Smith’e hitaben yazdığı mektupta da kendi iç hesaplaşmasını sürdürüyor. El Cezire’nin resmi internet sitesinde “Neden Cezalandırılıyorum” başlığıyla yayınlanan mektupta Sami El Hac şu satırları kaleme almıştı: “Neden cezalandırılıyorum? Bu soru sürekli olarak vicdanımda yankılanıyor, ruhumu tırmalıyor ve kalbime saplanıyor. Nihayet, her köşe ve kıvrımıyla hafızamı kurcalıyorum; olur ya belki içinde bulunduğum hal konusunda beni teselli edecek bir ışık, bir anı bulurum ya da bu güleç sabah apaydınlık yüzüyle üzerime doğar. Hiçbir gerekçe olmaksızın katı cezalara maruz kalmaları nedeniyle içlerinde taşıdıkları insani değerlerin hırpalandığı vahşi ve zalim zindanların karanlıklarında nice masum mahkum vardır. Cezalar cezaları kovalar… Mahkum, sanki şiddetli dalgaları olan bir denizde defalarca parçalanmakta ve boğazına düğümlenen denizin acı suyu nefesini kesmektedir. Cezalardan oluşan program, kahredici seneler ve acımasız yıllar buyunca devam eder. Bu soru, mahkumun kulağını defalarca tırmalar ve rahatsız edici çınlamasını hep işitir… Neden cezalandırılıyorum? Ben neden buradayım? Masum Afgan halkına yönelik başlatılan işgal terörü sonrası Afganistan’a gitmem suç mu? El-Cezire adına gazetecilik yapmam ve orada bulunmam suç mudur? Tüm bunlar için mi terörle suçlanacağım? Birçok soru, zihnimi sürekli kurcalıyor. Ruhumda dolaşıyor ve parlak sloganların gerçekliğine çarpıyor. Özgürlük çığırtkanlarının, barış bekçilerinin ve demokrasi havarilerinin övünç duyduğu sloganlara…”

İŞKENCEHANEDEN KESİTLER...
El Hac mektubun devamında bir taraftan iç hesaplaşmasına devam ederken, diğer taraftan da Guantanamo’da yaşadıklarından kesitler sunuyor: “Bizler koyun sürüsü müyüz ki, güdülelim sonra esir alınalım ve itaate zorlanalım; konuşmamız, tartışmamız ve hatta soru sormamız yasak olsun? Bundan daha ilginci, bir defasında soruşturma odasında geçirdiğim yorucu saatler sonucu gece bitkin düşmüştüm. Erkenden uyudum. Öylesine bitkindim ki ellerimi ve başımı gayri ihtiyari battaniyenin altına sokmuşum. Aniden bir askerin bağırtısını duydum: “Başını ve ellerini örtünün altında çıkar!” Askerin buyrukları karşısında korku ve şaşkınlıkla yataktan fırladım. Meğer ellerimizi ve başımızı örtünün altına sokmamız yasakmış… Sonra tekrar uyumaya çalıştım, gözkapaklarım uykunun ağırlığına direnmeye çalışıyorken bir asker hücre kapısını olanca gücüyle tekmeleyerek, ‘Neden diş fırçanı diş macununun yerine koymuşsun?’ diye avazı çıktığınca bağırıyor. Beni askeri kuralları çiğnemekle suçlayarak tüm eşyamı alıyor ve bu ceza tam bir hafta sürüyor. Yine bir keresinde soğuk konserve kutusundan müteşekkil öğlen yemeğini yiyordum. Yemeği bitirdikten sonra yemek artıklarını almak üzere görevli asker geldi. Yemeğin içine konduğu ambalajla birlikte artıkları kendisine uzattım. Hücremin önüne oturan asker, ambalajı ve içindekileri ince ince teftiş ederek, ambalajın yırtık parçalarını birbirine ulamaya başladı. Sonra yüzüme bağırdı: “Ambalajın eksik parçası nerede?” Eksik parçayı hücremde aramaya koyuldum ama bir şey bulamadım. Durum idareye iletildi ve diğer tutsaklara ibret olmam için cezalandırılmam gerektiği şeklinde cevap geldi. Üç gün boyunca şahsi eşyalarıma el kondu. Neden cezalandırıldığımı düşünmeye başladım. Şu küçük plastik parçasıyla ne yapmış olabilirdim ki?”

“YALNIZ O’NA ŞİKAYET ETTİM”
“Yine bir gün mahkum arkadaşlarım bana bir askerin ayaklarıyla Kur’an-ı Kerim’e bastığını söylediler. Mahkumlar bu saldırıya tepki göstererek gözleri önünde Allah kelamına hakaret edilmemesi için yanlarındaki Kur-an’ların idarece toplanmasını kararlaştırdılar. Mahkumlar Mushaflar toplanıncaya kadar hücrelerden çıkmama kararı aldılar. En çok ihtiyaç duydukları banyo yapma ve hava almak için dahi hücrelerden çıkmadılar. Alışık olduğumuz üzere askerler mahkumlara bağırıp tehditler savurmaya başladılar. Birkaç dakika sonra ABD özel birlikleri gelip hücreleri bastılar; mahkumları dövdüler, zincirlerle bağladılar, saçlarını, sakal ve bıyıklarını kesip tecrit hücrelerine attılar. Diğer mahkumlar gibi benim de sıram geldi. Önce gözüme kimyasal bir madde sıktılar, sonra da 5 asker üstüme üşüştü. Beni döverek yürüme alanına götürdüler ve yere attılar. Bir asker başımdan tutarak yere çaktı ve başımı yardı. Bir diğeri yüzüme vurarak kaşımı yardı. Başım ve yüzüm kana bulandı. Zincir ve halatlarla bağlı olduğum halde, kanlar içindeki saçımı, sakalımı ve bıyıklarımı kestiler. Sonra beni tecrit hücresine attılar ve kanlar içinde bırakıp gittiler. Bir saat sonra menfezden seslenen bir asker, tedavi olmak isteyip istemediğimi sordu. Tedavi olmayı reddettim. Yüce Rabbime dua etmeye başladım, O’na yalvardım ve yaptıkları zulmü O’na şikayet ettim. Şiddetli kanama sonucu bilincimi yitirmek üzereyken tedavi olmayı kabul ettim. Gelip iğne vurdular, kaşıma üç dikiş attılar, başımı sargıyla bağladılar ve bana antibiyotik yerine uyuşturucu haplar verdiler. Şiddetli öfke ve kahırdan uyuyup kalmışım. Bir sonraki gün gözlerimi açınca tekrar sormaya başladım: Neden cezalandırılıyorum? Evet neden cezalandırılıyorum?! Mahkumun kendi dinini ve inancını savunması cezayı gerektirecek bir suç mudur? Gözlerimiz önünde aşağılanmasın diye Kur’an Mushaflarını Amerika yönetimine iade etme talebimiz suç mudur?”

“SEN BELİRİNCE AKLIMDA MUHAMMED...”
Tam 6.5 yıldır bir kez bile mahkemeye çıkartılmadan Guantanamo’da tutulan 39 yaşındaki El Hac; zaman zaman açlık grevleri yaparak, zaman zaman da tanıdıklarına ve yakınlarına mektuplar yazarak Guantanamo’da yaşananları dünyaya duyurmaya çalışıyor. Onurlu ve duyarlı tüm medya çalışanlarını, köşe yazarlarını El Cezire Muhabiri ile dayanışma içinde olmaya çağırırken, Gerçek Hayat Okurları’nı gazeteci El Hac’ın oğlu Muhammed’e hitaben yazdığı şiirle baş başa bırakıyorum.


“Ağaçtaki güvercinleri duyduğumda
Sıcak yaşlar dökülüyor yanaklarıma
Tarla kuşu kanat çırptığında,
Oğlum için bir mesaj beliriyor aklımda
Oğlum Muhammed
ıstırap içindeyim.
Bu keder içinde, yok Allah'tan başkası huzur isteyebileceğim
Alın kanımı
kefenimi
ve bedenimden kalanları...
Mezarda resimlerini çekin bedenimin, yapayalnızken
dünyaya gönderin sonra
yargıçlara
vicdanlı insanlara
prensip sahiplerine, tarafsızlara
ve bırakın suçluluğu binsin omuzlarına
bu masum ruhun...”

(Adem Özköse / Gerçek Hayat)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !