30-03-2008 22:58

Müslümanlar ! `Fe Eyne Tezhebun?` (nereye gidiyorsunuz?!)

Son başörtüsü tartışmalarında, maalesef, Müslümanların dillerini henüz `ideolojik kirlilikten` arındıramadığının örneklerini görüyoruz.

Müslümanlar ! `Fe Eyne Tezhebun?` (nereye gidiyorsunuz?!)

Müslümanların üzerine bulaşan ideolojik kirliliklere dikkat çeken çok önemli bir uyarı yazısıdır.

Son başörtüsü tartışmalarında, maalesef, Müslümanların dillerini henüz 'ideolojik kirlilikten' arındıramadığının örneklerini görüyoruz. İslam'a ve İslamî sembollere yönelik doğrudan ve dolaylı saldırılara karşı çıkma veya cevap yetiştirme gayretine giren bazı Müslümanlar, yayınladıkları bildirilerde, 'düşünsel yetkinlik' bağlamındaki eksikliklerini açığa vurmak bir yana, geleceklerini de ipotek altına alacak 'büyük sözler' sarf ediyorlar. Dahası, bu bildiriler vesilesiyle, kimi Batılı kavramları 'içselleştiriyor' ve 'meşrulaştırıyorlar.' Bu Müslümanlar, doğru bir iş yaptıklarına inanıyorlar ama öyle görünüyor ki, altına imza attıkları metinlerin "mesuliyeti mucib" olduğunu bilmiyorlar. Bu metinlerde, 'özgürlük', 'insan hakları' gibi kavramlar öylesine meşrulaştırılıyor ki, laik kesimden kimi ünlü yazarlar bile rahatlıkla bu metinlerin altına imza atabiliyorlar. Kısacası, kapımızdan giremeyen modernizm, bacamızdan, penceremizden içeri giriyor. Bu konuda sorumluluğunu müdrik Müslümanların uyarılarına ise ya kulak tıkanıyor ya da bu müslümanlar, 'eylemsizliği' beslemekle, 'şahitlik' görevini yapmamakla, hatta "hıyanetle" suçlanıyorlar! İşte bu tablo karşısında, genel olarak, bütün Müslümanların "fe eyne tezhebun?" (nereye gidiyorsunuz?!) hitabıyla uyarılması elzem hale gelmektedir. Çünkü gidişat hiç de iyi değildir ve Müslümanların söylemi ciddi bir 'başkalaşım' tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Bu yazıda, bazı gazete ve internet sayfalarında yayınlanan iki metni örnek olarak değerlendireceğiz. Çünkü bu metinlerde, benzer bildirilerdeki üsluba yönelik eleştirilerimize de temel oluşturacak yeterli malzemenin bulunduğunu düşünüyoruz. Bu metinlerin ilki, 200'ü aşkın kuruluş tarafından imzalanmış ve Vakit gazetesinde yayınlanmıştır. Tam metni ise şöyledir:

Adalet, Özgürlük ve Başörtüsü Manifestosu

Bizler bu ülkede yaşayan Müslümanlar olarak yüzyıllardır varız ve buradayız. Zalimler istemeseler de İslami kimliğimizle var olmaya devam edeceğiz.

Son iki yüzyıla yayılan süreçte İslami kimlik ve değerlerimiz tehdit ve düşman ilan edildi. İslam düşmanı bir laiklik anlayışını esas alan resmi ideoloji, militarist yöntemlerle bütün hayatımızı kuşatarak, İslami "hayat tarzı"mızı yok eden çok boyutlu baskılar, yasaklar ve zulümler gerçekleştirdi.

Başörtüsü yasağı da bunlardan biri olarak yıllardır acımasızca sürdürülmektedir. Bu zulüm, milyonlarca Müslüman'ın derin acılar yaşamasına, on binlerce gencimizin eğitim hayatının kesintiye uğramasına ve binlercesinin de eğitim için ülkelerini terk etmek zorunda kalmasına yol açmıştır. Bugün bu büyük zulme, hiç değilse üniversitelerde ve kısmen son vermek için yola çıkanlar, oluşturulan baskı ve korku atmosferinde önerdikleri çözümle, aslında yeni yasakların ve çözümsüzlüklerin kapısını açmak üzere bulunuyorlar. Bu teklif, üniversitelerde dahi yasağı tam anlamıyla kaldırmak bakımından zaaflıdır. Hatta askerin "başörtüsü bağlama" formunu yasalaştırarak yeni çözümsüzlüklerin kapısını açmaktadır. Diğer yandan, anayasa ve yasalarda dayanağı olmayan fiili yasağı kısmen kaldırma amacıyla ortaya konan teklif ve yapılan açıklamalar, bu fiili yasağı kamu hizmeti verenler ve orta dereceli okullarda okuyanlar bakımından daha kalıcı ve yasal hale getirebilecek, yeni adaletsizliklere zemin oluşturabilecek riskler de taşımaktadır.

Öte yandan bu kısmi ve zaaflı değişiklik teklifine bile tahammül edemeyenler, İslam düşmanı saldırganlık ve özgürlük düşmanı azgınlıklarıyla yaygara koparmaktadırlar. Birer özgürlük adası olması gereken üniversiteleri kışla haline dönüştüren bu militarist zihniyetin sahipleri, kendilerine rağmen üniversitelerin özgürleştirilme ihtimali karşısında paniğe kapılarak halka ve halkın değerlerine meydan okumakta, anayasa ve yasalara aykırı despotça açıklamalar yapmaktan da çekinmemektedirler.

Kimi bürokrat, sözde entelektüel ve oligarşik güçlerin, kendileri yıllardır jakoben dayatmalarla, İslam düşmanlığına dayalı korku krallığı oluşturarak ideolojik tarafgirlikle kamu hizmeti verdikleri halde, bugün "Siz başörtüsü ile kamu hizmeti vermeye kalkarsanız tarafsız olamazsınız." demeleri, hem herkesi kendi gibi bilmek, hem de uzun yıllar süregelen kendi adaletsizliklerini, ideolojik tarafgirliklerini görmeyen bir körlük değil midir?

Bilinmelidir ki, bizim hayatımız bir bütündür ve tamamını Allah için yaşamak ibadi sorumluluğumuzdur. Bu sebeple İslami hayat tarzımıza yönelik bütün baskı ve yasakların şartsız ve sınırsız olarak kaldırılması gerekir. Gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmının iade edilmesini kimse bize sunulmuş bir lütuf olarak algılayamaz. Şüphesiz ki biz, gasp edilen bütün haklarımızı alana kadar özgürlük ve adalet mücadelemizi sürdüreceğiz.

Bu zulmü içselleştirmiş ve değişmez dogmalar haline dönüştürmüş kesimleri, fıtratın sesine kulak vermeye, insani erdemleri yeniden keşfetmeye, insanlık onurunu yeniden kuşanarak, on yıllardır sürdürülen bu büyük zulmü fark etmeye ve zulme son vermeye çağırıyoruz. Temel haklar ve özgürlükler söylemini içi boş slogan olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründürmeye, ideolojik dayatmalara payanda kılmak için istismar edilen kavramlar olmaktan kurtarıp gerçek içeriğine kavuşturmaya ve her kesim için çifte standartsız bir biçimde hayata geçirmeye çağırıyoruz. On yıllardır zulmettikleri Müslüman halkın önünde başlarını yere eğerek, "Bunca yıllardır yaptığımız zulümlerden, emperyalist Batının seküler değerlerini, kimliğini ve kıyafetini dayatmak suretiyle İslami hayat tarzınızı yok ederek çektirdiğimiz ızdıraplardan dolayı özür diliyoruz." demeye ve böylece insani erdemleri yüceltmeye çağırıyoruz. Kimsenin kimseye din ya da ideoloji dayatmadığı, herkesin dilediği dini ya da ideolojiyi özgürce tercih edip özgürce yaşayabildiği adalet vasatını birlikte tesis etmeye çağırıyoruz. (Vakit Gazetesi, 6 Şubat 2008)

Metnin ilk üç paragrafında, başörtüsü yasağı dolayısıyla Müslüman hanımların gördüğü zulmün tasviri yapılmakta ve genel olarak isabetli teşhislerde bulunmaktadır. Ancak daha sonraki paragraflarda, bir anlamda zulmün kaynağında yer alan modern kavramlar olumlanarak kullanılmaktadır ki, işte bu durumun sorgulanması gerekmektedir.

Dördüncü paragrafın ikinci cümlesinde 'özgürlük' kavramına olumlu bir atıfta bulunularak "üniversitelerin özgürlük adası olması gerektiği" ifade edilmektedir. Burada üniversitelerin 'özgürlük adası' olarak tarif edilmesine dikkat edilmelidir. Bilinmelidir ki, 'üniversite' modern bir kurumdur ve 'özgürleşmesi' gerçekleştiğinde, 'akıl her türlü bağdan kurtulmuş' demektir. Bu 'bağlar' içerisinde de, ilk sırayı 'din' bağı alır. Dolayısıyla "üniversitelerin özgürleştirilmesi"nin karşılığı, 'din'in üniversite kapılarından içeri sokulmamasıdır. Bildiriye imza koyan kuruluşlar bu gerçeğin farkında mıdırlar? Öyle görünüyor ki, böylesi bir farkındalık söz konusu değildir.

Aynı paragrafta yer alan: "halka ve halkın değerlerine meydan okumakta, anayasa ve yasalara aykırı despotça açıklamalar yapmaktan da çekinmemektedirler" tespiti de hem Türk halkı hakkında yanlış bir değerlendirmeyi içermektedir hem de protesto metninin 'meşruiyeti'ni bir biçimde 'anayasaya' bağlamaktadır. Bu ise, çelişkili bir tavırdır. Çünkü mevcut Anayasa'nın meşruiyet kaynağı İslam değil, halktır. Dolayısıyla olumlu içerikle kullanılan 'halkın değerleri'nden kast edilen şey, metinde muğlaktır. Bundan kastın, İslami değerler olduğuna dair bu metinden bir sonuç çıkarılamaz. Fakat şu inkar edilemez bir gerçektir ki, bu halkın yüzde 90'ı, 1982 Anayasası'nı onaylamıştır ve bu Anayasa'nın giriş bölümünde, devletin şekli, egemenliğin kaynağı vs. açıkça yer almaktadır. Dolayısıyla başörtüsü zulmünü sürdürenleri Anayasa'ya şikayet etmek, hem ilke bakımından 'sorunlu'dur hem de yanlış bir değerlendirmeyi içinde barındırmaktadır. Kimi kime şikayet ediyorsunuz? Buradan şu mana çıkmaz mı? Şikayetiniz dinlenir de talebiniz kabul edilirse, yani Anayasa'ya uygun bir icraat yapılırsa, bundan memnun mu olacaksınız?! Metindeki ifadelerden bu manalar gayet kolaylıkla çıkarılabilir.

Altıncı paragrafta ise: "Bu sebeple İslami hayat tarzımıza yönelik bütün baskı ve yasakların şartsız ve sınırsız olarak kaldırılması gerekir. Gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmının iade edilmesini kimse bize sunulmuş bir lütuf olarak algılayamaz. Şüphesiz ki biz, gasp edilen bütün haklarımızı alana kadar özgürlük ve adalet mücadelemizi sürdüreceğiz." denilmektedir ki, bu ifadeler, yasağı kaldıracak 'merci' olarak, mevcut yasalarla hareket eden kurumları göstermektedir. Gasp edilen hakları kimler "iade edecektir?" Eğer bu işi, mevcut yasalar çerçevesinde iş gören Meclis, hükümet veya anayasal kurumlar yapacaksa, o zaman, yapılan şeyin adı, sonuçta 'demokratik' bir hak talebi değil midir? Eğer bu manifesto metni, demokratik bir hak talebinde bulunuyorsa, bu durumda, metnin 'İslamiliği' ciddi bir sorgulamayı hak etmiş olmaz mı?

Son paragrafta ise 'insanlık erdemleri', 'insanlık onuru' gibi kavramlar olumlanarak kullanılmaktadır ki, bilenler bilir, bu kavramlar da asla 'masum' değildirler. Bunlar Batılı 'insan hakları' kavramının uzantılarıdırlar. Burada 'onur' olarak nitelendirilen şeyin belirleyeni de yine vahyin karşısında bizatihi bir değer olarak görülen 'ratio'nun ('aklın') sınırlarıdır. Fakat Müslümanlar, son zamanlarda, aktüel gündeme fazla angaje olmanın sonucu olarak, bu tür 'sorunlu' kavramları dillerine pelesenk etmeye neredeyse alışmışlar/alıştırılmışlardır. Bu ise son derece tehlikeli bir süreçtir. Müslümanların, kavramlar konusunda hassas olmaları gerekir ve olur-olmaz her kavramı dillerine dolamamalıdırlar. Bu paragrafın 'çağrı' içeren bölümünde yer alan şu cümle ise, gerçekten ciddi sıkıntılar içeren şu ifadeleri içinde barındırmaktadır: "Temel haklar ve özgürlükler söylemini içi boş slogan olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründürmeye, ideolojik dayatmalara payanda kılmak için istismar edilen kavramlar olmaktan kurtarıp gerçek içeriğine kavuşturmaya ve her kesim için çifte standartsız bir biçimde hayata geçirmeye çağırıyoruz." Burada 'gerçek içeriği'ne kavuşturulmaya çalışılan 'temel haklar ve özgürlükler'in Batıcı insan hakları örgütlerinin dünyanın başka ülkelerine en çok 'satmak' istedikleri değerler olduğundan, öyle görünüyor ki, imzacı kuruluşların haberi yoktur! Temel Haklar ve Özgürlükler söylemi, somut ifadesini 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde bulmuştur ama kökeni en az 500 yıl öncesine kadar gider. Bu bağlamda, İngiliz, Fransız ve Amerikan Haklar Bildirgeleri vardır ve sayıları da 10'u aşkındır. Hepsinde, 'temel haklar ve özgürlükler'e vurgu vardır ve bunların gerçekleştiği toplumsal yapının (ya da rejimin) adı da 'demokrasi'dir. Dolayısıyla bu çağrıyı yapan kuruluşlar, aslında, insanları 'demokrasi'ye çağırmış olmaktadırlar. Peki bunun bilincinde midirler? Öyle görünüyor ki, "kaş yapayım derken göz çıkarmışlardır." Burada başka bir ihtimalden daha bahsedilebilir ki, o da imzacı kuruluşların metnin içeriğini çok fazla önemsemeden destek beyanında bulunmalarıdır. Bu camiayı az-buçuk tanıyanlar da bilirler ki, bir çok kuruluş, bu tür metinlere, bu şekilde imza atabilmektedirler. Bu kesimler, bu metnin kendilerini bağladığını ya bilmemektedirler ya da bu hususu fazla önemsememektedirler. Ama her ikisi de kendilerini sorumluluktan kurtarmaz. Müslüman, ne söylediğini bilen, söylediğinin arkasında duran, yapmayacağını söylemeyen, yaptığını da bilinçle yapan kişidir. Bu özellikleri haiz olmayanlar ise, itibarlarını kaybederler. Bu yüzden, Müslümanlar, altına imza attıkları metinler konusunda son derece dikkatli davranmalıdırlar. Olur-olmaz her metne, "destek olsun" diye imza atmak, sevap değil vebal doğurur.

Metnin son paragrafında zulmü yapanların 'özür dilemeye' çağırılması ise, gerçekten metni kaleme alanların 'siyasi' bilinç eksikliğini göstermektedir. Dünyanın neresinde böyle bir şey olmuştur da, zalimler, zalimliklerini ortadan kaldıracak bir kalbi yönelim göstermeden, yaptıkları zulümlerden dolayı özür dilemişlerdir! Bu talebi dillendiren imzacı kuruluşlar, duygusallıklarına mı teslim olmuşlardır, yoksa bu yolla aslında zalimleri "imana mı davet etmiş olmaktadırlar?" Eğer öyle ise, imana davetin bu şekilde yapılmayacağı besbellidir. İmana davet açıkça yapılır. İman eden kişi de, öncelikle, Yüceler Yücesi'ni 'tek otorite' (ilah) kabul ettiğini söyler ve sonra kendisini düzeltir. Önce özür dileyip, sonra imana ermez. Dolayısıyla bu 'özür dileme' çağrısı, zaten sorunlu olan manifestonun düzeyini gerçekten 'düşürmüştür.' Fakat kavramlar konusundaki hassasiyet düzeyinin düşüklüğünü göz önüne aldığımızda, bu noktadaki düzeyin düşüklüğü kimseyi şaşırtmamalıdır!

Metnin son cümlesi ise gerçekten fecaat ifadeler içermektedir. Cümle aynen şöyledir: "Kimsenin kimseye din ya da ideoloji dayatmadığı, herkesin dilediği dini ya da ideolojiyi özgürce tercih edip özgürce yaşayabildiği adalet vasatını birlikte tesis etmeye çağırıyoruz." Bu ifade, 'haklar ve özgürlükler söylemi'nin tipik terkiplerinden biridir ve bütün İnsan Hakları derneklerinin tüzüklerinde yer alır. Ne hazindir ki, aynı ifade, Müslümanların imza koyduğu bildirilerde de artık yer alabilmektedir! Bu bildiriye imza atan kuruluşlar, galiba bu ifadelerin, "kendi geleceklerini ipotek altına almak" anlamına geldiğinin farkında değildirler. Buna göre, imzacı kuruluşlar, yarın İslami bir düzen kurulduğunda, içki içenin özgürlüğüne, sokakta açık-saçık gezenlere, genelevlere, hatta uyuşturucu kullanımına karışmayacaklarını deklare etmiş olmaktadırlar! Eğer 'karışacaklarsa', o zaman 'takiyyeci' olarak nitelendirilmeyi hak ederler. Eğer karışmazlarsa, o zaman "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" dedirtecek denli bir iş yaptıklarının farkında değildirler. Çünkü "temel haklar ve özgürlükler" söyleminin bir gereği de, "rasyonel bireyin tercihlerine saygı duymaktır." Ve bu saygı, 'kamusal alan'da da gösterilmelidir. O yüzdendir ki, örneğin 'genelev' işletenler veya buralarda çalıştırılanlar, vergilerini ödedikleri zaman, demokratik ülkelerde 'saygın' bir vatandaş muamelesi görürler. Zira rasyonel birey, "bedeni üzerinde tam tasarruf 'hak'kına sahiptir!" Acaba bizim imzacı kuruluşlarımız, İnsan Hakları söyleminin bu açılımından haberdar mıdırlar? Acaba bu kuruluşlar, uyuşturucu kullanımı konusunda, "temel haklar ve özgürlükler" söyleminin getirdiği serbestlik alanından haberdar mıdırlar? Kim uyuşturucuyu, hangi sınırlar içerisinde kullanabilir? Ya da imzacı kuruluşlarımız, bu konuda hangi 'ölçüt'e göre sınırlama koyacaklardır? İslami ilkeler doğrultusunda mı, yoksa mevcut Batılı hukuk normları çerçevesinde mi? Hadi diyelim ki, uyuşturucu konusu biraz kolay geldi, peki ya kamusal alandaki açık-saçıklık konusunda ne yapacaklardır? Örneğin, bir İslami devlette, kamusal alanda 'açıklığın' sınırı ne olacaktır? Ya da örneğin ülkenin plajlarında denize nasıl girilecektir? "Temel haklar ve özgürlükler" gereğince mi bir sınırlama yapılacaktır, yoksa İslami kurallar gereğince mi? İmzacı kuruluşlarımız galiba, temel haklar ve özgürlükler çerçevesinde yapılacak düzenlemenin, bugünkünden "farklı olmayacağını" bilmemektedirler. Eğer biliyorlarsa, o zaman, İslami kurallar çerçevesinde bir düzenleme yapmayacaklarını daha şimdiden deklare etmiş olmuyorlar mı? Peki bu tavrın İslamî olduğu söylenebilir mi?

Görüldüğü gibi, "Özgürlük, Adalet ve Başörtüsü Manifestosu"'nu İslami kriterler açısından onaylamak mümkün değildir. Peki Müslümanlar, niçin bu tür metinlerde 'düşünmeden' imza koymaktadırlar. İşte bu da Müslümanların ciddi düşünsel zaaflarla malul olduklarını göstermektedir. Bu zaaflar nedeniyle de, gündemin akışına kendilerini kaptırmakta ve ilkeli davranıştan uzak bir tutum içerisine girebilmektedirler. Bilinmelidir ki, Müslümanın her şeyden önce 'söylem'ine dikkat etmesi gerekir. Söylem, namustur. Söylem, imanı yansıtır. Söylem, kimliğin izharıdır. Zalimler, bütün çağlar boyunca, Müminlerin azamet sahibi olanlarına, dilleriyle bile olsa şirk sözünü söyletememişlerdir. Uhdud Ashabı'nın ateş çukurları bile, buna güç yetirememiştir. Ammar Bin Yasir örneği, asla yanlış yorumlanmamalıdır. Bu ruhsat, sadece 'ölüm' riskinin kesin olması durumunda söz konusudur. Başörtüsü yasağı, evet bir zulümdür, fakat bu zulümden kurtulmanın yolu, zalimlerden hak talep etmek değildir. Zalimlerin kavramlarını içselleştirmek değildir. Zalimlere 'özür diletmek' değildir. Bunun yolu bellidir ve Hz. Peygamber'in hayatında somut ifadesini bulmuştur. Bilinmelidir ki, başörtüsü sorunu, bir 'özgürlük' meselesi değildir; başörtüsü sorunu, bir 'iktidar sorunu'dur. Dolayısıyla da, çözümü de, 'iktidar ilişkileri' bağlamında aranmalıdır. Müslüman, Allah'a teslim olmuş kişinin adıdır. Allah, el-Hakk'tır. Onun sözü de el-Hakk'tır. O halde Müslüman Hakk'a teslim olmuş kişidir. Hakka teslim olanın ise Batıl'a prim vermesi mümkün değildir. Müslüman, Batıl'dan medet ummaz; Batıl'ın kavramlarını olumlamaz; Batıl'ın 'zail' olması için çalışır. Müslüman, bu noktada 'uzlaşma' içinde de olamaz. Çünkü Hakk, bütündür, parçalanma kabul etmez.

Metinlerin ikincisi ise, bir internet sitesinde imzaya açılmıştır ve sadece başörtülü hanımlardan değil, laik kesimlerden bile destek almıştır. Sadece bu laik desteğe bakarak bile metnin 'sorunlu' olduğunu anlamak mümkün olmasına rağmen, bu metnin çok daha 'feci' ifadeler içermesi nedeniyle, ciddi bir biçimde eleştiriye tabi tutulması gerekmektedir. www.henuzozgurolmadik.blogspot.com internet adresinde yayınlanan metin şöyledir:

SÖZ KONUSU ÖZGÜRLÜKSE HİÇBİR ŞEY TEFERRUAT DEĞİLDİR

BİZ HENÜZ ÖZGÜR OLMADIK...

Üniversite kapısı sert bir şekilde yüzümüze kapatıldığı günden bu yana yaşadığımız acılar bize bir şey öğretti: Gerçek sorunumuz insanların hayatlarına, görünüşlerine, sözlerine, düşüncelerine müdahale edebilme hakkını kendinde gören yasakçı zihniyettir.

Başını örttüğü için ayrımcılığa uğrayan kadınlar olarak tüm samimiyetimizle açıklıyoruz ki; üniversitelere başımızı örterek girmekle mutlu olmayacağız. Ta ki: Kürtlerin ve ötekileştirilenlerin kendilerini bu ülkenin asli unsuru hissetmesi için gereken hukuki ve psikolojik ortam oluşturulmadan,

Acımasızca işlenen cinayetlerin gerçek sorumlularına ulaşılmadan,

301 davalarını bitirecek düzenleme yapılmadan,

Azınlık vakıflarının üzerinde pişkince oturanların rahatı bozulmadan,

Alevilerin ibadetini kültürel aktivite, ibadet evlerini de kültür merkezi olarak görmekte ısrar

etmekten vazgeçilmeden,

Üniversitelerden sudan sebeplerle atılan arkadaşlarımız geri dönmeden,

Yasakçı zihniyet bize ne zaman, nerelerde ve nasıl örtüneceğimizi dayatmaktan vazgeçmeden,

Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünün önündeki en büyük engel YÖK kaldırılmadan…

Kısacası;

12 Eylül darbe anayasasını esamesi okunmayacak şekilde ortadan kaldırıp yeni, sivil bir anayasaya yapılmadan mutlu olamayacağız.

Birimizin diğerimiz için tehlike olduğu korkusunu yayıp bizi birbirimize düşürerek bu adaletsiz düzenini devam ettiren yasakçı zihniyet tamamen ortadan kalkmadan hiçbir özgürlük tam özgürlük değildir.

Özgürlüklerin kısıtlanmasının ne demek olduğunu bilen insanlar olarak, bundan sonra da her türlü ayrımcılığın, hak ihlalinin, baskının, dayatmanın karşısında olacağız.

Unutulmamalı ki;

"Gökler ve yer adaletle ayakta durur." (Hz. Muhammed)

Metin, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın: "Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır" sözüne nazire olarak terkip edilmiş bir cümle ile başlamaktadır ki, bir Müslümana asla yakışmayacak bir ifadedir. Bu sözü bir Batılı, modernist, post-modernist, liberal, hatta sosyalist bile söylese, onların diline yakışır; ama Müslümana yakışmaz. Çünkü bu sözün sahipleri, kendileri için en 'değerli' kavramın 'özgürlük' olduğunu deklare etmiş olmaktadırlar. Bunun farkında değillerse, o zaman ayrı bir 'garabet' söz konusudur. Çünkü 'farkında olmama hali' belki günlük yaşamda kullanılan bazı ifadeler için, hatta bazı yazılar için söz konusu olabilir ama deklarasyonlar, manifestolar, tüzükler, programlar için söz konusu olamaz. Çünkü bu metinlerde, bir anlamda 'kimlik izharı' yapılmaktadır. İnsandan da, akıl sahibi bir varlık olarak, "kim olduğu" konusunda özenli olması beklenir!

Bu bağlamda, Büyükanıt'ın sözü, 'vatan' kavramını her şeyin üstünde tutanlar için, tutarlı bir beyan olarak görülebilir. Aynı şekilde "söz konusu özgürlüklerse, hiçbir şey teferruat değildir" ifadesi de Batılı İnsan Hakları Örgütleri için tutarlı bir beyandır. Fakat bu söz Müslümanın ağzına yakışmaz. Çünkü İslam'da temel kavram, 'ibadet'tir. Özgürlük, ibadetin tam zıddı anlam içeriklerine sahiptir. Müslüman, adı üzerinde, 'teslim olmuştur.' Teslim olanın ise, 'özgür' olabilmesi mümkün değildir! Bu nedenle, bir Müslümanın, eğer özlü bir söz söyleyecekse, "Biz Henüz Özgür Olamadık!" değil, "Niçin Allah'a gereği gibi Kul Olamadık?!" demesi gerekir.

Peki bu kadar basit bir bağlantıyı, bu "başörtülü kadınlar" niçin kuramamaktadır? Çünkü bu iki kavramın zıtlığını bilmemektedirler. Müslümanların kavramlar konusundaki zaaflarının ne denli büyük olduğunu bu (ve bunun gibi) metinler gayet net bir şekilde göstermektedir. Müslümanlar, bir işin kendileri tarafından yapılıyor olmasını, o işin 'İslamiliği' için yeter şart saymaktadırlar! Halbuki, 'İslamî' olanı Kur'an belirler. Hz. Peygamberin uygulaması belirler. Bunun dışındaki bütün söz ve fiiller, bu iki kritere vurulur. Uyarsa alınır, uymazsa alınmaz. Müslüman hanımlar, başlarını örttüler diye, söyledikleri veya yaptıkları her şeyin 'meşru' olduğunu mu sanıyorlar?! Bu bildiriye imza atan başörtülü hanımlar bilsinler ki, "söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir" sözünün Hakk'la hiçbir alakası yoktur ve meşrû da değildir. Bu sözle, niyetleri salih olsa bile, sevap değil günah kazanırlar. Niyetin salih olması, yanlışı doğru yapmaz!

Bildiriye imza koyan başörtülü hanımlar, 'gerçek sorunları'nın da tarifini yapmışlardır ve bunda da büyük bir yanlışa imza atmışlardır. Bu hanımlar şunu demektedirler: "Gerçek sorunumuz insanların hayatlarına, görünüşlerine, sözlerine, düşüncelerine müdahale edebilme hakkını kendinde gören yasakçı zihniyettir." Buna göre, bildiri sahipleri, her türlü "görünüş, söz ve düşünceye müdahaleyi" yasakçı zihniyet olarak gördüklerini beyan etmiş oluyorlar. Peki bu bir Müslüman için mümkün müdür? Yani Müslüman, iktidar sahibi olduğunda, bir toplumu yönetmesi gerektiğinde, hiç kimsenin görüşüne, sözlerine, düşüncelerine hiçbir biçimde müdahale etmeyecek midir? Böyle bir şey olabilir mi? Thomas More'un Ütopya'sında bile böyle bir şey olabilemez, ama bizim başörtülü hanımlarımız, bunu mümkün görebilmektedirler. Bu hanımların, Özgürlük Heykeli'nin dikili bulunduğu ABD'nin 11 Eylül Hadiseleri'nden sonra, Müslümanlara yaptığı uygulamalardan da mı haberi yoktur? Demokrasi havarilerinin örnek gösterdiği İngiltere'de Müslümanlar her bakımdan 'tam özgürlük' sahibi midirler? Fransa'da bir kız çocuğu başörtüsüyle okumak istediği için, kızılca kıyamet kopmamış mıdır? Yani bu başörtülü hanımlar, 'özgürlük' deyince, Özgür Kız gibi, dilediklerince gezip-tozmayı mı anlıyorlar?! Dünyanın neresinde böyle bir 'özgürlük' var? En demokrat olanlar bile, "benim özgürlüğüm, bir başkasının özgürlük alanın başladığı yerde biter" demiyorlar mı? Demek ki, özgürlükler de 'sınırlı' imiş! Peki özgürlükler de 'sınırlı' ise, o zaman, aslında 'gerçek' olan 'bağlılıklar' değil midir? Aslında, her kimlik, bir 'bağlılık' izharı değil midir? "Demokratım" diyen de, aslında bir takım 'değerlere' bağlılığını' ilan etmiş olmuyor mu? Peki öyleyse, bir Müslüman, çıkıp da göğsünü gere gere, niçin: "Ben Müslümanım! Ne mutlu Müslümanım diyene!" diyemiyor? Diyemiyor, çünkü kafası karışık. Çünkü bilinç düzeyi düşük. Çünkü 'düşüncede devrim'i gerçekleştirememiş! Siz zayıf olursanız, sizdeki boşluğu birileri doldurur. Bugünün Müslümanı, İslam'ı bilmemektedir. Gerçekten bilmemektedir. Bildiğini sanmaktadır ama bilmemektedir. Bilse, Batılı-modern söylemin en 'eril' kavramlarını bu kadar hoyratça kullanmazdı. Bu hoyratça kullanım, maalesef gözlemimizin doğru olduğunu göstermektedir.

Bildiriye bakıldığında, imzacı 'başörtülü kadınlar'ın, kendi 'hakları'nı savunmanın ötesine geçip "Kürtlerin, ötekileştirilenlerin, acımasızca işlenen cinayetlerin mağdurlarının, 301'den yargılanıp cezalandırılanların, Alevilerin, azınlık vakıflarının, üniversitelerden sudan sebeplerle atılanların" da hak savunuculuğuna soyundukları görülüyor. Burada tabii ki, Hılf'ul-Fudul mantığından hareket ettikleri düşünülebilir ama yapılan iş, sonuçta yanlıştır. Açıkçası, iş artık çığırından çıkmıştır. Çünkü bu tür bildirilerde, tamamen modern söylemi 'içselleştirme' durumu söz konusudur. Batıcı, liberal ve demokrat aydınların desteğini de zaten ancak bu söylemi kullandıklarında alabilmektedirler. Nitekim laik-demokrat yazarlar, bu yüzden bildiriye imza atmayı kabul etmişlerdir. Ama bu iş burada bitmeyecektir. Gülay Göktürk gibi yazarları tatmin etmek mümkün değildir. Çünkü bu yazarlar, kendi içlerinde tutarlı bir söylemin sahibidirler ve "özgürlükler arasında hiçbir biçimde ayrım yapılmaması"nı talep etmektedirler. Bunun anlamı şudur: Bu bildiriye imza atanlar, bir 'eşcinsel'in de haklarını savunmalıdırlar! Evet, Gülay Göktürk gibi yazarların bunu istemeye "hakları" vardır! Hakikaken de, Batılı "temel haklar ve özgürlükler" söylemini benimsemiş olanların bunu yapması gerekir. Peki bu bildiriye imza koyan başörtülü hanımlar: "bu kadarına yokuz!" diyebilirler mi? 'Tutarlı' olmak istiyorlarsa, diyemezler. Bu kadarına yoklarsa, o zaman da, "temel haklar ve özgürlükler" konusunda sınıfta kalırlar!

Bu bildirinin üslubu gerçekten ilginçtir. Bildirinin 'başörtülü' kadınlar tarafından yazıldığını bilmeyen ama İnsan Hakları söylemine aşina olan her hangi bir kişi, metnin, rahatlıkla Batıcı bir İnsan Hakları derneği tarafından kaleme alındığını düşünebilir. Şu ifadelere bir bakar mısınız: "Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünün önündeki en büyük engel YÖK kalkmadan, kısacası; 12 Eylül darbe anayasasını esamesi okunmayacak şekilde ortadan kaldırıp yeni, sivil bir anayasaya yapılmadan mutlu olamayacağız… Yasakçı zihniyet tamamen ortadan kalkmadan hiçbir özgürlük tam özgürlük değildir. Özgürlüklerin kısıtlanmasının ne demek olduğunu bilen insanlar olarak, bundan sonra da her türlü ayrımcılığın, hak ihlalinin, baskının, dayatmanın karşısında olacağız." Bu cümleler, bir Müslümanın ağzına yakışmaz. Bu ifadeler, olsa olsa bir liberalin, demokratın, modernistin ağzına yakışır. "Üniversitelerin bilimsel özgürlüğü"nün 'bilim' dilindeki karşılığı, dinin "konu dışı" kabul edilmesidir. Bunu, 'üniversite' tahsili almış her mezun bilir. Aynı şekilde 'Sivil Anayasa' talebi de 'masum' değildir. Bu anayasa 'sivil' olursa, 'politik' ya 'askeri' olmamış mı olacaktır? Diyelim ki, politik veya askeri değil de 'sivil' oldu, bu durumda 'sivil toplum'un temellerini, yine "temel haklar ve özgürlükler" belirlemeyecek midir? İslami bir yasal düzenlemenin adı, dünyanın neresinde 'sivil' vasfını taşımaktadır? Bizler yakın geçmişte Medine Vesikası bağlamında yapılan 'Sivil Toplum' tartışmasından biliyoruz ki, bu tür taleplerin son durağı, hep 'demokrasi' olmuştur. Üstelik 'sivilleşme' talebinin de, çok 'gerçekçi' bir karakteri yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesinde 'iktidar olgusu' kırılamamıştır. Hiyerarşik yapılanmaları yok etme gayretindeki post-modern örgütlenme modelleri, asla 'devlet yapıları'na uyarlanamamıştır. Bu, neredeyse Mitchel'in 'oligarşinin tunç kanunu' gibi bir şeydir. İslam'ın iktidar talebi de böyledir. İslam toplumlarında 'iktidar' Müslümanların elindedir. İdareden Müslümanlar sorumludur. Gayr-i Müslimler'in, "toplumun korunması ve gözetilmesi" gibi bir sorumluluğu yoktur. (Çünkü bu onlara, inanmadıkları bir şeyi zorla yaptırmak olur). Bu toplumun, bu nedenle, 'sivil' olarak adlandırılması da mümkün değildir.

Bildirinin "her türlü ayrımcılığın, hak ihlalinin, baskının, dayatmanın karşısında olacağız" şeklindeki ifadesi de sorunludur. Çünkü modern terminolojide 'ayrımcılık karşıtlığı' özellikle feminist söylemin alamet-i farikası olarak bilinir ve feminizmin bu söyleminin temelinde de 'eşitlik' kavramı vardır. Modern terminolojinin 'eşitlik' kavramının, İslam'dan onay alabilmesi ise mümkün değildir. Çünkü bu 'eşitlik', kimi zaman 'zulm'e de dönüşebilir. İslam'ın onayladığı kavram, 'adalet'tir ve 'hakkaniyet'i esas alır. "Hak ihlali" ise, elbette yine 'insan hakları' kavramı çerçevesinde tanımlanmıştır ve bu 'hak'kın Kur'an'da ifade buyurulan 'hak'la alakası yoktur. Bu hakkın kaynağı, 'doğa'dır. Somut sonucu da, kimi zaman dinin buyruklarının inkarı olur.

Görüldüğü gibi "başörtülü kadınlar" tarafından imzalanan bu metin, bugüne kadar yayınlanan bildiriler arasında 'modern' söylemin en belirgin olduğu bildiri olarak nitelenebilir. Bu nedenledir ki, demokrat yazarlar bile bu bildiriden sitayişle bahsetmiş ve imza koymuşlardır. Müslümanlar bilmelidirler ki, demokratlar bu bildiriye imza atarken 'tutarlıdırlar', çünkü bildirinin içeriği onların ideolojileriyle uyumludur. Müslümanlar ise, böylesi bir bildiriyi kaleme almakla, ciddi bir yanlışa imza atmışlardır ve derhal bu teşebbüsten geri dönmelidirler. Bu bildiri, evet Gülay Göktürk gibi yazarları 'umutlandırır'; çünkü onların beklentileriyle uyumludur. Ama şurası da bilinmelidir ki, bu tür bildirilerin İslam'dan onay alması, Müslümanların vicdanında yer bulması mümkün değildir. Çünkü kavramsal safiyeti bulunmayan hiçbir sözün (veya eylemin) İslam nazarında 'kalıcı' etki bırakması mümkün değildir. Modernitenin kavramlarının Müslümanlara cazip gelmesinin nedeni, İslamî bilinç düzeyinin düşüklüğüdür. Müslümanlar bilinçlendikçe, bu, üsluplarına da yansıyacaktır ve bu tür 'özür dileyici' metinlere imza atmaktan vazgeçeceklerdir. Fakat bunun için, Müslümanların önce İslam'ın "asıllarını", yani temel kavramlarını iyi bilmeleri ve içselleştirmeleri gerekir. Bunların başında da İslam'ın 'teslimiyet' dini olduğu ve merkezi kavramının da 'ibadet' olduğu bilgisi gelmektedir. Müslümanlar, ilmen 'derinleştiği' zaman, bu tür bildirilerde karşımıza çıkan 'özür dileyici' üslubu da terk edecekler ve Ribi İbni Amir'in Kisra orduları başkomutanının karşısındaki üslubuyla konuşabileceklerdir. İslami kavramlar konusundaki vukufiyeti sözlerinden belli olan bu sahabi, Rüstem'in: "buraya geliş amacınız nedir?" sorusuna, "despot, oligarşik, otokratik, yasakçı düzeninizi yıkıp, yerine temel haklar ve özgürlüklere dayalı bir düzen kuracağız" vs. dememiştir. Peki ne demiştir? Aynen şunu: "Kulları kula kulluktan kurtarıp tek Allah'a kul etmek için." İşte İslami üslup budur. Müslümanlar bu üslubu kullanmayı öğrenmedikçe, ne toplumsal yaşamda ne de siyasal yaşamda ciddi bir varlık gösteremezler. Unutulmamalıdır ki, "etkinlik için yetkinlik gerekir." Bu yetkinlikte, her şeyden önce 'düşünsel' alanda tecelli etmelidir!

(M.Kürşad Atalar, İktibas Dergisi, Mart 2008, Sayı: 351)
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !