17-06-2008 10:37

Kaybedecek neyimiz var zincirlerimizden gayri, a dostlar!

Allah aşkına, Müslümanlar olarak zincirlerimizden başka neyimiz var ki kaybedeceğimiz? Rabbimizin emri olan başörtüsüne topyekün savaş ilan edilmiş, kardeşlerimiz kapılardan çeviriliyor, bazısı maalesef perukla gezmeye mahkum olmuş, zulüm ayyuka çıkmış ve zillet bu dereceye varmış iken hala içimizden bazılarının `Aman fincancı katırlarını ürkütmeyelim` deyip bizleri susturmaya, zulme karşı ssessizleştirmeye çalışması ne büyük bir kötülüktür...

Kaybedecek neyimiz var zincirlerimizden gayri, a dostlar!

Kadıtör yazıyor

Sizleri yeniden selamların en güzeliyle selamlıyorum kıymetli okuyucularım. Rabbimizin rahmet ve bereketinin, yolunda dosdoğru yürüme gayesi ve gayreti taşıyan Müminlerle beraber olması duasıyla yazıma başlamak istiyorum.

Geçen haftanın gündemini hepiniz biliyorsunuz. Çirkefliği, art niyeliliği, terbiyesizliği, İslam'a ve Müslümanlara hasımlığı tescilli bir cahiliye medyası kalemşörünün yönettiği Tv programında, kesinlikle "bağcı dövmek amaçlı" sorulan bir soruya verilen cevap, putlu ve mutlu (!) azınlığı ayağa kaldırdı. İnternetteki sayfasında İran İslam İnkılabı'nın önderi Ruhullah Humeyni'nin fotoğrafına yer verdiği için medya kalemşörü tarafından sorgulanmaya kalkışılan kardeşimiz "Humeyni'yi seviyorum, saygı duyuyorum" şeklinde açık yüreklilikle düşüncesini ortaya koydu. Fakat maksat bağcı dövmek olunca, "Kambersiz düğün olmaz" misali beklenen soru (daha doğrusu sorgu) geliverdi: "Peki Atatürk'ü seviyor musun?"

Çirkefliği, terbiyesizliği ve hasımlığı tescilli, 28 Şubat zorbalığının gemi azıya aldığı günlerde Marmara Üniversitesi'nin önünde protesto eylemi yapan başörtülü kardeşlerimize yönelik yaptığı alçakça hakaret hala zihinlerde taze olan söz konusu kişinin programına katılmak kesinlikle doğru değildi, başörtüsüne yönelik laik zulmün konuşulması gereken programın bir sorgu seansına çevirilmesine izin verilmemeliydi. Lakin kardeşlerimiz belki derdimizi anlatabiliriz düşüncesiyle olsa gerek söz konusu programa katıldı ve "sorgu seansı" formatına da itiraz etmedi. İş gelip, önceden tasarlandığı anlaşılan "sevme-sevmeme" meselesine dayanmış oldu: "Peki Atatürk'ü seviyor musun?"

Kardeşlerimizden biri bu soru karşısında önce "Türkiye'de Atatürk'ü sevmeme hakkı var mı?" sorusunu sorup cari sistemin işleyişine ince bir gönderme yaptıktan sonra düşüncesini açık yüreklilikle dile getirdi: "Ben Atatürk'ü sevmiyorum."

Bu "sevme-sevmeme" meselesi haliyle o programla birlikte sona ermedi. Ertesi gün, ikiyüzlülüğe tevessül etmeyip, kimi sevip kimi sevmediklerini açık yüreklilikle ifade eden kardeşlerimize karşı cahiliye medyası tekmili birden linç kampanyası başlattı, "Atatürk'ü sevmeyen türbanlı Kanada vatandaşı çıktı" gibi manşetler eşliğinde. Cahiliye medyasından başka bir tutum da beklenemezdi doğrusu. Onlar tıynetlerinin gereğini yapıyorlardı. Gelin görün ki linç korosu cahiliye medyasıyla sınırlı kalmadı. Bir cemaatin medya organları da kardeşlerimizi "provokatör" ve hatta "Fadime Şahin" ilan ediverdi el yordamıyla. Cemaat medyası en çok da söz konusu kardeşlerimizden birinin başörtüsü zulmünden ötürü Kanada'ya hicret etmesine İngiltere Merkezli bir insan hakları örgütü olan Human Rights Watch (HRW)'nin aracılık etmesine takmış görünüyordu. "Kökü dışarda" imajı vermeye çalışıyordu kısacası. O halde sormak lazımdı: Söz konusu cemaatin lideri halen nerede bulunuyordu acaba!

Hakan Albayrak kardeşimiz ne güzel haşladı "linç medyası"nı: "Be hey gafil medya!.. Sen insanların yüreklerinin gardiyanı mısın? Mustafa Kemal'in fikriyatına ve icraatlarına kökten muhalif bir ideolojik kimliğe sahip olduklarını çok iyi bildiğin bu hanımlar "Atatürk'ü seviyoruz" deselerdi, yalan söyleselerdi, ikiyüzlülük yapsalardı mutlu mu olacaktın?"

Neticede, iş o noktaya geldikten sonra kardeşlerimizin düşüncelerini açıkça beyan etmesi, iki yüzlülüğe tevessül etmemesi takdire şayan bir tutum olmuştur. Daha çok, kendi mahallesinde atıp tutan fakat kamuoyu önüne çıkınca bambaşka olup çıkıveren insanlar tarafından temsil edilmek durumunda kalan bizler için olumlu bir tavır olmuştur. 

"Sevme-sevmeme" gündeminin en hararetli olduğu günlerde konuyla ilgili bir internet sitesinde yer alan iki okuyucu yorumu dikkatimi çekmişti. Biri "Bu arefede böyle konuşulur muydu?" diye soruyordu, diğeri ise ona cevaben şöyle diyordu: "Arefede konuşma, bayramda konuşma, pazartesi konuşma, salı konuşma.. İnsanlar inandıklarını ne zaman açıkça dile getirecek?" 

Evet, bu ikinci yorumun sahibi kardeşimize aynen katılıyorum. Allah aşkına, Müslümanlar olarak zincirlerimizden başka neyimiz var ki  kaybedeceğimiz? Rabbimizin emri olan başörtüsüne topyekün savaş ilan edilmiş, kardeşlerimiz kapılardan çeviriliyor, bazısı da malesef perukla gezmeye mahkum olmuş, zulüm ayyuka çıkmış ve zillet bu dereceye varmış iken hala içimizden bazılarının "Aman fincancı katırlarını ürkütmeyelim" deyip bizleri susturmaya, zulme karşı ssessizleştirmeye çalışması ne büyük bir kötülüktür...

Bazılarının kaybedecek yurtları, dersaneleri vs olabilir. Onlar ellerine tutuşturulan bu tür imkanlar adına asıl imkan olan imanı ikinci plana itip, başörtüsü ve diğer İslami yükümlülükleri yerine getirmeyi "aç-kapa artema" laubaliliğine kurban etmiş olabilirler... Zulüm ayyuka çıkmışken, hala zalimleri hoşgörmeye devam edebilir, köprüyü geçene kadar çelik çomak oynamayı sürdürebilirler. Fakat dosdoğru olma gaye ve gayreti taşıyan muvahhid Müslümanlar böyle davranamaz. İmanımız ateşe atılmışken, zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz kalmamışken sessiz kalamayız. Susamayız. Dilşiz şeytan olamayız. Vesselam.

 

  

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !