Peres`in ziyareti: Akbabaların dansı
Türkiye’nin dış politikası, iç politikasının bir yansımasıdır. İçerde adil olmayan, dışarıda adil olamaz! Türkiye bölgede bırakın “lider” olmayı, piyon bile değil! ABD, Dünya’nın çetebaşı devletidir. İsrail, Ortadoğu’nun çetebaşıdır. Dış politikasını, bütün başlıklarda Dünya ve bölgenin çetebaşlarına teslim etmiş bir ülkeye “lider ülke” denmez. Siyonist Cumhurbaşkanı’na sergilediği tavır, Türkiye’nin resmidir
Akbabalar boşuna uçuşmaz!
Bir yerde akbabalar toplanmışsa, orada mutlaka kan vardır…
Dünyanın bütün akbabaları bölgemizde dans ediyor. En çok da Türkiye üzerine konuyorlar: ABD’nin vampir suratlı Dışişleri Bakanı C. Rice… Suudi Arabistan Kralı… Hemen ardından Simon Perez ve Mahmud Abbas… Ve son olarak da Gürcistan’ın Amerikancı Dışişleri Bakanı… Diğer bölge ülkelerindeki trafik de bundan az değil. Bölgemizde bu kadar çok akbabanın dolaşmasının tek bir anlamı var: Havada kan kokusu var! Çok kan akacak...
Bu kana susamış akbaba güruhu içinde iki tanesi var ki, ziyaretleri özel bir anlam taşıyor: Siyonist İsrail’in Cumhurbaşkanı Simon Perez ve Filistin Özerk Yönetimi Başkanı, İsrail işbirlikçisi Mahmut Abbas… Hergün Filistinli müslümanların kanını döken Simon Perez; Türkiye’de başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, TBMM Başkanı, Dışişleri ve Savunma bakanları dahil kalabalık bir heyet tarafından top atışları eşliğinde karşılandı. Daha da önemlisi Siyonist Cumhurbaşkanı, ilk kez bir müslüman ülke parlamentosunda konuşma yaptı.
Türk medyası, Siyonist rejimin Cumhurbaşkanı ve onunla işbirliği içindeki Filistin Özerk Yönetimi Başkanı’nın Annapolis Konferansı öncesi, Türkiye’nin arabuluculuğunda bir araya getirilmesinden dolayı Türkiye’yi ‘Büyük aktör’, ‘lider ülke’ olarak yansıttı. Annapolis Konferansı’na yaptığı katkı(!)lar sonucu “Türkiye’nin itibarının yükseldiği”ni ilan ettiler. Hatta, dünyada birçok ülkenin “böyle bir resim” vermek için “can attığını” söylediler. “Türkiye olmadan asla!”, “Türkiye dışında hiç kimse böyle büyük bir başarı(!)yı gerçekleştiremez!” türünden iddialar savurdular. Yerli oryantalist aşağılık kompleksinin iki yüzlülüğüne ve iğrenç sahtekarlığına resimli, belgeli delil oldular…
Peki, bu “Annapolis konferansı” denilen olayın aslı astarı nedir, Türkiye nelere alet ediliyor?...
Önümüzdeki birkaç hafta içinde İsrail ve Filistin heyetleri ABD’nin Annapolis şehrinde ‘barış görüşmeleri’ne başlayacaklar. Bu konferans aylardır ABD’nin gözetiminde, bizzat İsrail Başbakanı Ehud Olmert ve Mahmud Abbas arasındaki görüşmelerle gizli gizli yürütülüyordu. Görüşmelerin çerçevesi henüz bilinmiyor ancak biz biliyoruz ki, Annapolis yeni bir ‘Oslo süreci’nden başka bir şey değildir. ‘Oslo süreci’ ise 50 yıllık Filistin direnişinin gömüldüğü yerdir. Filistin halkı İsrail savaş makinasına karşı dişiyle tırnağıyla 50 yıldır direniyor. Amansız yıkımlara, sayısız katliamlara rağmen bir milim bile gerilemeden süren Filistin direnişi, tarihinin en büyük yenilgisini ‘Oslo barışı’ denilen teslimiyet anlaşmasıyla almıştır. ‘Oslo barışı’ ile Filistin mücadelesi parçalanmış, El-Fateh ve Y. Arafat’ın liderliği tartışılır hale gelmiştir. O günden bu yana; mücadelenin içinde saldırılarla büyüyen Filistin direnişi, inanılmaz bir gerileme içine girmiştir. Filistin’de bugün süren iç çatışmalar, bu anlaşmadan sonra başlamıştır. Ancak yine de, bütün bunlara rağmen ‘Oslo barışı’ ölü doğmuş ve hayata geçememiştir. Daha sonra 2000 yılında, ABD’de Clinton aracılığıyla Ehud Barak ve Y. Arafat arasında yapılan ‘Camp David buluşması’ da fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Filistin sorununun; İsrail’ci, emperyalist çözümü yoktur. 50 yıldır İsrail’in Filistinde açtığı yaralar çok derindir. Bu yaraların en insanlık dışı olanı ise beş milyonu aşan mülteciler sorunudur. Yurtlarından kovulan mültecilerin vatanlarına dönüşüne olanak tanımayan tüm çözüm(!)ler ölü doğmaya mahkûmdur. Bunun tek yolu ise işgalci İsrail devletinin yıkılıp yerine Demokratik Filistin devletinin kurulmasıdır. Bunun dışındaki tüm ‘barış’ mizansenlerini Filistin halkı kabul etmeyecektir.
Annapolis, Oslo’nun karikatürü bile değil. Oslo’yu efsanevi lider Arafat bile Filistin halkına kabul ettiremedi, tersine kendi liderliğini tartışmalı hale getirdi. ABD ve İsrail’in Oslo’dan bile geri bir anlaşmayı, adı İsrail işbirlikçisine çıkmış Mahmud Abbas’ın kendi etrafına toplanmış çete dışında Filistinlilere kabul ettirmesi imkansızdır. Annapolis’te asıl yapılmak istenen, seçimle gelmiş Filistin Hükümetini oluşturan Hamas’ın ve diğer tüm direniş odaklarının tasfiye edilmesidir.
ABD, İsrail ve Filistin Yönetimi üçlüsünün prensip anlaşması sağladığı, “iki devletli çözüm”ün de altı boştur. Burada da en temel sorun mültecilerdir. Kudüs’ün statüsü, iki devletin sınırları ve birbirlerine karşı konumları, İsrail’li yerleşimciler, vb. sorunların hiçbirinde mutabakat yoktur. Bu ‘üçlü’ asla anlaşamaz; anlaşsa bile ne İsrail siyonistleri en ufak bir tavize yanaşır, ne de Filistin halkı haklarından vazgeçer. Dahası, toplantının aktörleri durumundaki ‘üçlü’ bu durumun farkındadır. Ama bütün bu gerçeklere rağmen Annapolis oyununu Türk medyası, “büyük bir siyasi itibar” olarak sunuyor. Burada Türkiye’nin yaptığı arabuluculuk falan değil, Filistin halkının “kanına ekmek doğramak” isteyen ABD-İsrail planlarına alet olmaktır.
Bu mizansen niçin tezgâhlanıyor?
Bir kere Annapolis’e ABD ve Bush’un çok ihtiyacı var. İsrail’in, Ehud Olmert iktidarının, daha çok ihtiyacı var. İşbirlikçi Mahmud Abbas iktidarının hepsinden çok ihtiyacı var! M. Abbas, işbirlikçi iktidarını korumak istiyor. Lübnan direnişiyle büyük bir yenilgi alan Olmert hükümeti ayakta kalmak istiyor. Asıl olarak da tüm Ortadoğuda nefret edilen ‘büyük şeytan’ ABD, Filistin sorununu çözerek(!) itibar kazanmak istiyor. ABD Annapolis’i sadece ‘itibar’ için tezgâhlamıyor; Ortadoğu’da yeni kan dökümlerine hazırlanırken hem kendi elini, hem de İran’a yönelik saldırı hazırlıklarında işbirliği yapacağı yerli oligarşilerin elini serbestleştirmeye çalışıyor.
S. Perez ve M. Abbas TBMM’de birer konuşma yaptılar. TBMM’de ilk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı konuşuyor. Kürsüde sanırsınız bir Siyonist değil, bir ‘barış güvercini’ var; C. Sıtkı’nın ünlü “Bir Memleket İsterim” şiirini okuyor:
“Memleket isterim; gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun.
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun…”
Lübnan’ı çocuk-yaşlı, kadın-erkek demeden, sivil-asker ayırmadan kana boğan; yeşilin diyarı bu ülkede bırakın kuşu, çiçeği neredeyse yeşil bırakmayan kendisi değilmiş gibi devam ediyor:
“Memleket isterim; ne başta dert, ne gönülde hasret olsun.
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun…”
Sanki bütün uluslararası antlaşmaları hiçe sayarak 50 yıldır oluk gibi kan akıtan, milyonlarca insanı yerinden yurdundan kovan kendisi değilmiş gibi…
“Memleket isterim; ne zengin ne fakir, ne sen ben kavgası olsun.
Kış günü herkesin evi barkı olsun…”
Emperyalizmin temsilcisi Siyonist Simon Perez’e bakın; “eşitlik ve adalet” istiyor!… Yoksul Filistinlilerin 40 bin evini yıkan; hâlâ, şu anda bile içinde barınan insanlarla birlikte bombalamaya devam eden Siyonist çetenin lideri hiçbir şeyden utanmıyor…
Bu sözler dudaklarından dökülürken Gazze’de 1,5 milyon Filistinli ölümcül bir muhasara altında tutuluyor. Gazze ve 1,5 milyon insan… Bugün Dünya’da Gazze’den daha büyük ve vahşi bir hapishane yok, bundan sonra olması da zor; Gazze, tarihte de bir ilk! Tarih mutlaka Gazze’ye bir ad koyacaktır! Şimdiden daha birçok yerde ‘Gazze gezegeni’ olarak adlandırılıyor zaten...
Gerçekten de Gazze bu dünyaya ait bir yer değil; başka bir yer, başka bir gezegen… Evlerin hemen hepsi bombardımanlarla yıkılmış. Nüfusun % 70 den fazlası işsiz. Gıda ve ilaç yetersiz. Elektrikler ve su sürekli kesiliyor. Hastaneler çalışamıyor, çocuklar ve yaşlılar ölüyor. Bütün Gazze aç bebeklerin çığlıklarıyla inliyor. Siyonist Simon Perez de TBMM kürsüsünde 550 milletvekili huzurunda 75 milyonluk Türkiye ile alay ediyor: “Bir Memleket İsterim” şiirini okuyarak “Gazze’nin terörist(!)lerden temizlenmesi için Türkiye’nin desteğini” istiyor… Ancak fazla uzun sürmüyor; takke düşüyor, kel görülüyor: ‘Barış güvercini’ edasıyla şiir okuyan Perez bir anda akbaba kesiliveriyor: Herşeyi hiçe sayarak, bütün diplomatik kuralları çiğneyerek TBMM kürsüsünden, Müslüman bir ülkenin meclisinden binlerce yıllık komşumuz İran’a, hem de İbranice, savaş ilan ediyor. Bu kadarla da kalmıyor, büyük bir küstahlıkla “İran’a karşı Türkiye’nin işbirliğini” istiyor. Daha da öteye gidiyor, “Terörist(!)lerin elinde esir(!) olan Gazze’yi kurtarmak için Türkiye’nin desteğini” istiyor…
Tam da ‘Söyleyene değil, söyletene bak!’ demenin zamanı!... Bütün bu küstahlığı, ikiyüzlü sahtekârlığı sus pus oturup, uslu uslu dinleyen ve alkışlayanların kimliği de açığa çıkıyor… Simon Perez Siyonist İsrail devletinin temsilcisi; onu tanıyor, biliyoruz. Asıl, seçimle gelmiş TBMM önünde; Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ne diyor?!... İslami kimliğini her vesileyle belli eden ve eşi başı örtülü olduğu için aşağılanan Abdullah Gül ne diyor?... Abdullah Gül; “Parlamenter demokrasinin, serbest piyasa ekonomisinin ve hukukun üstünlüğünün gerçek anlamda uygulandığı iki önemli bölge ülkesiyiz.” diyor. Yalan! Külliyen yalan!... Dünyada ‘şeriat düzeni’ diye adlandırılan düzenlerin en katısı İsrail’dedir. Suudi Arabistan’dan bile daha katı dini esasların hakim olduğu bir ülkedir İsrail… Hahamlar Meclisi, Parlamento dahil tüm kurumların üstündedir. “Hukukun üstünlüğü”ymüş!... “Üstünlüğü” bir tarafa “Hukuk” denilen şeyin İsrail’de esamesi bile okunmaz: İsrail’deki ‘Filistinli vatandaş’(!)lar için hukuk yoktur. İsrail asker ve polisleri, canları istediği zaman; alenen, güpegündüz, dünya basın ve televizyonlarının gözü önünde bu ‘Filistinli vatandaş’(!)lardan sivil, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden, fütursuzca öldürürler. İsrail’de sokak ortasında işkence yapılır, kırılan kemiklerin ‘çat’ sesi bütün dünyaya dinlettirilir. 80 yaşında, ak sakallı, sakat bir ihtiyar olan Şeyh Ahmet Yasin; Cami çıkışında, üzerine füzeler atılarak katledilir, ama hiçbir İsrail’liden hesap sorulmaz…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı bunları bilmiyor mu? Bütün bunları bile bile kameraların karşısına geçerek, 75 milyonun gözüne baka baka, nasıl yalan söylüyor?... Bu yalanları söyleten güç, kudret nedir?...
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı devam ediyor: “Terörden çok çekmiş ve halen terörle mücadelesini sürdüren Türkiye, İsrail’in maruz kaldığı terör saldırılarını şiddetle kınıyor.”
“İsrail terörden çok çekmiş…” Vah, vah!... Burada ne söylenmek isteniyor? 5 milyon Filistinli yersiz, yurtsuz mülteci durumunda; hepsi de kanlı katliamlarla evleri başlarına yıkılarak ülkelerinden sürülmüş, toprakları işgal edilmiş… Şu hale bakın, bir halk vatanını kurtarmak için mücadele ediyor, “terörist” oluyor… Peki, İsrail’in yaptığı ne? “Terör”ün en daniskası değil mi? Tek kelime yok!...
Abdullah Gül, “İsrail’in güvenliği ve sınırları içinde yaşama hakkına sahip olması, Türkiye’nin Ortadoğu politikasının değişmez önceliğidir.” diyor. Doğru; gerçekten de dobra dobra konuşuyor: “İsrail’in güvenliği… Türkiye’nin… politikasının değişmez önceliğidir.” Lübnan’a niçin asker gönderildiği anlaşılıyor… Hadi bu, bildiğimiz bir ‘güvenlik’(!) uygulaması. Peki, İsrail’in güvenliği için başka neler yapılıyor? Basında sık sık Hamas ve Hizbullah’la ilgili ABD’ye, ki bu İsrail’e demektir, Türkiye’den istihbarat gittiği yönünde çıkan ihbarcık(!)lar dışında, başka neler yapılıyor?...
Bir de İran meselesi var: İran’a teknolojik malzeme veya silah taşıdığı iddia edilen uçakların zorla indirilerek aranması… İstanbul’da öldürülen ya da kaçırılan politik şahsiyetler… Bunların ihbarları nereden ve hangi kanallarden gidiyor? Özellikle İran’ın nükleer sırlarını bilen bir generalin İstanbul’da kaçırılması, Abdullah Gül’ün sözünü ettiği “İsrail’in güvenliğini koruma faaliyetleri”nden biri midir?...
Türkiye’nin ‘kökten batıcı’, ‘laikçi’lerinin tavrı da; İslamcı(!) Cumhurbaşkanı’ndan geri kalır değil. Perez ve Abbas’tan hemen önce gelen Suudi Arabistan Kralı’nın oteline gitti diye Abdullah Gül’ü yerden yere vuranlar, eli kanlı Siyonist rejimin temsilcisi için tek söz etmediler. Tersine Emperyalist-Siyonist’lerin kirli emellerine alet olmayı “siyasi itibarın artması” olarak değerlendirerek, zil takıp oynadılar… Bunların ‘laik’liği ikiyüzlüdür. Suudi’lerin şeriatçılığı için söylemediklerini bırakmazlar, Yahudi şeriatına hayrandırlar. İslamcı(!) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifade ettiği “Parlamenter demokrasinin, …hukukun üstünlüğünün gerçek anlamda uygulandığı iki önemli bölge ülkesiyiz.” ibaresi aslında laik rejimin resmi ideolojisidir. Herkesin eli, herkesin cebinde… Gerçekte Suudi Kralı’nın ve İsrail Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ziyaretleri, birbirini tamamlayan Amerikancı cephenin kurulması faaliyetinden farklı bir şey değildir. Her iki ziyaret ve ziyaretçiler de aynı amaç ve hedefler için uğraşan müttefiklerdir. Suudi Arabistan’ın rolü ve misyonunu, en başta ‘laik’ler biliyor. Ama medyanın kopardığı yaygara, Türk egemen sınıflarının geleneksel Arap düşmanlığının dışa vurmasıdır.
Türk medyasının Perez’in ziyaretinin hemen öncesinde kopardığı “terör” ve “Kuzey Irak” yaygaraları da tam bir ikiyüzlülüktür. Bir tek basın kuruluşu, tek bir köşe yazarı yoktur ki, “İsrail’in PKK’ya yardımını” diline dolamasın… Hep bir ağızdan, koro halinde İsrail’in PKK’yı desteklediğini diline dolayanların Simon Perez’e tek kelime etmemeleri ikiyüzlülük değil de nedir? Yıllardır “İsrail Kürtleri eğitip silahlandırıyor!” diyen sizlersiniz. Sürekli olarak Kürtlerin “İsrail’in uşaklığını” yaptığını söyleyen de sizlersiniz. Yalan mı söyleyip, yazıyordunuz? Yoksa şimdi İsrail hakkında konuşma yasağı mı var?... “Uşaklık” nasıl olurmuş, öğrenmek isteyenler, Türkiye’de İsrail Cumhurbaşkanı’na yapılanlara baksın!
Peki Türkiye; gerçekte, bölgede hangi rolü oynuyor?
Bölgenin temel sorunu emperyalist saldırıdır. Bu emperyalist saldırıda, “kendisini de bölmek istedikleri”ni söyleyerek, içeriye yabancı düşmanlığı temelinde ‘Türklük’ şırınga edenler; ‘Kürt sorunu’ dahil, gerçekte tüm dış politikalarını emperyalizme ve emperyalist planlara bağlamışlardır. Oysa “lider ülke” (!) böyle yapmaz!... ABD ve İsrail muhipliği hiçbir ülkeye itibar kazandırmaz.
Niçin adını koymayalım: Türkiye’nin yaptıkları arabuluculuk bile değildir. Arabuluculuk diye dahil olduğumuz hiçbir olay temiz değildir. İsrail ile Suriye arasında arabuluculuğa soyunulmuştu… Filistin ile İsrail arasında... Keza İran ile “Uluslararası Topluluk” arasında… Bırakın arabuluculuğu ikili ilişkilerde bile İran’a Uluslararası Topluluğun kararlarına uyması önerildi. Suriye’ye de aynı… Aylar önce Pakistan ve İsrail Dışişleri Bakanları gizlice Ankara’da buluştular. Kendi halkından korkan ve açık işbirliğine cesaret edemeyen Pakistan ile Siyonistleri buluşturmak, kime ne onur kazandırır?!... Arabuluculuk denilen her olayda Türkiye zengin ve güçlü Batılı emperyalistler adına ikiyüzlü ve kirli faaliyetlerde bulunmuştur ve bunun adı da ‘beşinci kol’ faaliyetidir. Şu hale bakın; Emperyalistler adına, müslüman aleminde, müslüman kimliğini ve geçmişini kullanarak, müslüman avına çıkılıyor… Sürekli gerilik ve tehdit olarak algılanan ve sürekli aşağılanan “İslam kimliği” sadece emperyalizme peşkeş çekme dönemlerinde hatırlanıyor…
Türkiyenin ‘laik’leri oldum olası Arapları aşağılar, Yahudilere hayranlık besler. Bu onların ‘laik’ tiniyetine uygundur. Peki ya müslüman kesimler?... Müslüman kimliği ile, hatta eşinin baş örtüsü ile müslümanlardan oy isteyen Abdullah Gül, seçim meydanlarında “İsrail’in güvenliği, Ortadoğu politikamızın temel önceliğidir!” dediği için oy almadı. Bu konuda; Abdullah Gül’ün zorunlu olarak ‘devlet politikası’nı dillendirdiği, bulunduğu makamdan dolayı başka türlü davranamayacağı, İslami basında satır aralarına ustaca yerleştirildi. Ancak bu ve benzeri tüm gerekçeler milleti, özellikle de inanan gerçek müslümanları aptal yerine koymaktır. Adama “Hiçbir şey yapamıyorsan, sus be mübarek!” derler… Mecbur musun “İsrail’in güvenliği önceliğimizdir!” demeye?... İsrail ve Türkiye dışındaki tüm ülkeleri “Hukuk dışı” ilan etmeye?... Gittikçe büyüyen ve etki alanı genişleyen İslami basın, ne yazıktır ki çok kötü bir sınav vermiş ve laik rakipleriyle İsrail muhipliği konusunda yarışa girmiştir.
MHP ve MHP dışındaki bütün milliyetçi kesimler, muhiplikte daha beter bir durumdadırlar. Turancılıktan Ulusalcılığa geniş bir yelpazede yer alan tüm bu kesimler; Ankara’daki rezil seramoniye sessiz kalmalarının da ötesinde, bu durumdan içten içe gurur duydular…
Geçmiş iktidarı döneminde İsrail’le benzer ilişkiler kuran ve bu tür anlaşmalara imza atan Saadet Partisi ve Milli Gazete ise; bu sefer açık ve net bir muhalefet yürüttü.
Kendi sınırlı çevreleri dışında topluma seslenemeyan devrimci kesimler açık ve net bir şekilde Filistin mücadelesinden yana, İsrail karşıtı bir tavır almıştır.
Devrimciler bugün kitleleri etkileyemiyor olabilirler. Sadece kendi çevreleriyle sınırlı, tecrit durumunda olabilirler ama doğru ve net tavır geliştirmişlerdir. Devrimciler, yalnızca İsrail eleştirisiyle yetinmeyip Türkiye’deki tüm işbirlikçileri hedef almışlar; açık ve kararlı bir biçimde Filistin halkının mücadelesini tümüyle sahiplenerek, Filistin halkının yanında yer almışlardır.
Suriye’li gazeteci Hüsnü Mahalli Ankara rezaletine “Tarihe geçecek bir kara leke!” diyor. H. Mahalli haklıdır, ama eksiği var: Leke, kir, pislik temiz bir yerde belli olur. Bu tarih, uzun bir dönemden beri öylesine karartıldı ve kirlendi ki artık hiçbir lekeyi belli etmiyor… Bu ülkenin meclisi; Arap-İsrail sorununda, emperyalistlerin Arap alemine saldırılarında, hep haksız ve saldırgandan yana tavır almıştır. Fazla bir şey mi söylüyorum? Bu kocaman ülkeye, binyıllara uzanan bir tarihe sahip bir toplumu temsil eden TBMM’ne haksızlık mı ediyorum?... Arap-İsrail, Batılı emperyalistler-Araplar arasındaki büyük ya da küçük her hangi bir sorunda; bu çileli, emekçi Türk ve Kürt halkının başını dik tutabileceği her hangi bir tavrı, politikayı bulamıyorum. Kendimi yokluyorum, etrafıma bir kez daha bakıyorum; yok, yok, yok!... Küçük bir nefes, tek bir ses, adil bir tavır yok. TBMM’de ‘kan diyarı’nın başı konuşuyor. Her partiden, her renkten; İslamcı, milliyetçi, Kemalist, ulusalcı, son seçimlerde ‘sosyalist kimlikli’ olduğunu savunan vekilimiz dahil tek bir onurlu ses, tek bir vicdan sahibi yok. Perez konuşuyor; küstahça alay ediyor, ‘barış’ nutukları atıyor; yetmiyor, İran’a savaş ilan ediyor; bir tek kişi protesto edemiyor, gerçekleri haykıramıyor. Perez alkışlarla uğurlanıyor…
Ne denilebilir?...
O mahut gazaldeki gibi; “Her yer karanlık!” Nur olan bir tek şey yok!
Bu kadar mı uyuştuk, bu kadar mı ruhsuzlaştık, bu kadar mı onursuzlaştık ey Türkiye! Görmüyor, duymuyor, susuyoruz… Tamam, duyularımızı yok ettiler, bütün Türkiye’yi ‘3 maymun’a çevirdiler; ama vicdan denilen bir şey var! İnsan denilen yaratık; konuşamaz, duyamaz, göremez ama ceset değilse hisseder! Hiçbir duyusu yoksa bile bu güvercin kılığındaki akbabaların yarattığı Gazze cehennemindeki aç bebelerin çığlığını hisseder. Bu ülke, vicdanını da mı kaybetti? Siz, ey İslamın adaleti ve güzel adetleriyle övünen müslüman kardeşlerim! Siz, ey Türk mertliği ve misafirperverliği ile övünen, ‘töre’ için canından parça feda etmekten çekinmeyen kardeşlerim! Sizler de mi duymuyorsunuz Gazze’yi?!... Milliyetçi, mukaddesatçı, ülkücü, İslamcı, solcu, Kemalist, yeni-Osmanlıcı; mangalda kül bırakmayan bütün bu siyasal kadrolar, dilinizi mi yuttunuz? Kürtler söz konusu olduğunda nasıl da kaplan kesiliyorsunuz! Unuttunuz mu; “Haksızın yanında duranın haklı davası olamaz! Haksızın yanında duran adil olamaz!”
Türkiye’nin dış politikası, iç politikasının bir yansımasıdır. İçerde adil olmayan, dışarıda adil olamaz! Türkiye bölgede bırakın “lider” olmayı, piyon bile değil! ABD, Dünya’nın çetebaşı devletidir. İsrail, Ortadoğu’nun çetebaşıdır. Dış politikasını, bütün başlıklarda Dünya ve bölgenin çetebaşlarına teslim etmiş bir ülkeye “lider ülke” denmez. Siyonist Cumhurbaşkanı’na sergilediği tavır, Türkiye’nin resmidir: Yönetici oligarşi bütün kanatlarıyla ve bütün başlıklarda Evangelist-Siyonist finans çetelerinin kirli işbirlikçileridirler. Bu tabloyu kabul etmeyenler, bu duruma baş kaldıranlar varsa bugün, hemen şimdi ortaya çıkmalıdır. Bugün susanlar, bundan sonra da hep susmaya mahkum olacaklardır.