Mehmed MAKSUT

03 Mart 2011

HAL-i PÜRMELALİMİZE DAİR HASBİHAL

Hayatın çok hızlı akıp tüketildiği bir süreci kimimiz yaşıyor, kimimiz seyrediyor, kimimiz de bu duruma mevcudiyetiyle müdahil olmaya çalışıyor. Hayat bu üç seçenekten ibaret bir şekilde seyr-u sefer edip duruyor. Oysaki hayatın amacı ve nasıl yaşanılacağı yüce Rabbimiz tarafından belirtilmişken, gidişata müdahil olma sorumluluğu olan mü’minlerin gerekli sorumluluk ve gayreti gösterememelerinden dolayı hayatın tüketimi daha da bir yaygınlaşarak bizleri kuşatacak seviyeye geliyor.

Zamanımızın insanı bin bir kuşatmanın içerisinde özgürlük kelimelerini ezberleyen ama gönüllerindeki, zihinlerindeki, evlerindeki, ceplerindeki, bilgilerindeki, ellerindeki ve ayaklarındaki esaret prangalarını gör(e)meyen insanlara döndürülmüş durumda. Bu duruma öyle bir alıştırılmış ki insan artık gerçek hürriyetin bile ne olduğunu bilemiyor hatta bilmek istese de öğrenemiyor. Yıllarca kafeste kalan kuşların daha sonra uçma özelliklerini kaybettikleri gibi insanımızda bunca esaret süreciyle birlikte hürriyetsizliğe alıştı ve esareti hürriyet, görece iyileştirmeleri adalet, zilleti izzet, ilkesizliği günceli yakalama olarak belirledi.

Üstad Şehid Seyyid Kutub’un yıllar önce hapishanedeyken kız kardeşine yazdığı bir mektuptaki ifade meramımızı en iyi ifade edecektir sanırım. Şehit üstad zindanın zemheri soğuğunda kız kardeşine şöyle bir hakikati söylemiştir: “Gün gelir kölelik özgürlük diye empoze edilir insanlara.”  Üstad Kutub, bu sözlerle tarihin gerçek kölelerini ve köleliğin diğer yüzünü ifşa etmiştir.

Üstadın ifade ettiği veciz hakikati bizler günümüz modern çağında daha çok anlamaktayız. Özellikle batının özgürlük söylemleriyle gençlik üzerinden köleliği yayması insan istismarının bir başka yüzüdür. Tabii bu istismarı görmek için hayata hangi pencereden batkımız çok çok önemlidir.

Tarih boyunca insanlar hakiki kullukla hürriyeti, Allah'tan uzaklaşıp başka şeylere yönelmekle de esareti yaşamıştır. Yani batının dediği gibi Allaha bağlılık esareti, ezilmişliği getirmemiştir. Aksine Allah'a bağlılık hürriyeti ve yücelmeyi sağlamıştır insanlara. Hürriyet ve esaretin ölçüsü bu anlamda sadece özgürce dolaşmak, rahatça konuşmak, sınırsızca tüketmek ve kuralsız yaşamak değildir. Bu dediklerimizin hepsi batının insan ve hürriyet algısıdır. Ve bu algı er geç hakiki hürriyet olan Allaha bağlılıkla tükenecektir. Goethe’nin dediği gibi batı öyle ya da böyle bir gün İslam’ın evrensel mesajlarıyla yüzleşip kabul edecektir.

Biz Müslümanlar hayatımıza ve kararlarımıza Allah’ı karıştırırken her şeyi Allah'a göre tarif edip şekillendirirken batılılar bunun tam tersini uygulamaktadır. Onlar her şeyden Allah’ı soyutlamakta, güncele ve yaşantıya Allah’ı karıştırmamaktadır. Bu iki yapı tarih boyunca var ola gelmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Biz Müslümanlar Allah'a iman ediyorsak onunla her şeyi anlamlandıracağız. Onunla her şeyi anlayacağız ve her şeyi onun kriterlerine göre düzenleyeceğiz. Bu ne olursa olsun fark etmez. Hürriyet kavramımızı da onunla anlamlandıracağız. Dini ilkelerimizi, yaşantımızın olmazsa olmazı haline getirmemiz ve onlarla bütünleşip hemhal olmamız bizim Müslümanlığımızın bir gereğidir. Hayatımız ölümümüz ve diğer tüm fiiliyatlarımız alemlerin Rabbi olan Allah içindir düsturuyla hareket edeceğiz. Rabbimizin hiçbir eksik bırakmadığı ve kemale erdirdiği bir hayat nizamını bırakarak veya kendimizce yetersiz görerek batılı kavram ve tanımlamalara yönelmemeliyiz. Bu tür bir komplekse girerek kendimizi düşürmemeliyiz. Bu kompleks beraberinde bir zilleti ve savrulmayı getirecektir. Müslümanlar olarak bizim yaranacağımız bir merci vardır. O da yüce Allah. Bu mercinin ötesinde sırf birilerine şirin görünmek için takla atmak, tarif yapmak, tavır ortaya koymak Müslümanlara yakışmaz.

Her gün duyduğumuz ancak sağlamasını ilahi vahy ile sağlıklı yapmadığımız veya yapamadığımız birçok mesele vardır: Daha çok hümanizm, daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha çok insan hakları, daha çok refah, daha çok eşitlik, daha çok hak vb söylemleri uzatıp gidebiliriz. Tüm bu istekler günümüzde özellikle toplumu yönlendiren kesimlerin dilinde kim olursa olsun pelesenk olmuştur. İşin acı tarafı bu tür söylem ve istekler artık tevhidi dediğimiz birçok ağabeyimizin dilinden düşmüyor.

Bu isteklere baktığımızda yöneticilerin nasıl bir dünya ve gelecek tasarlandığı ortaya çıkar. Hiç İslami ve ilahi bir istek ve talep yok.  Allahsız bir dünya ve vahiysiz bir gelecek… Ve bunu ancak yaparsak biz yaparız diyen sözde Müslüman olan yöneticiler… Evet, bunun başka anlamı yok. Maalesef tüm bu istekler bizim dilimize pelesenk gibi yapıştırılıyor. İlahi vahyin eğitiminden uzaklaştırılan insanlar geleneksel dine yapışarak batıdan korunmaya çalıştı. Daha sonradan gelen cumhuriyet geleneksel İslami yaşantıya bile müsaade etmeyerek onları baskıyla şekillendirmeye çalıştı. Daha sonrada yukarıdaki sözlerden oluşan dünyayı görmeleri için onlar uykuya daldırıldı. Onlarda zaten yorgun olduklarından ve oynanan oyunun farkında olmadıklarından dolayı kolay kandılar söylenen ninnilere.

Bu ninnileri söyleyenler ve söyletenler çok önemlidir. Söyletenleri biliyoruz da maalesef bir türlü kabullenmek istemiyor. Maalesef şimdilerde bizi kardeşlerimizin diliyle halk zalim sisteme karşı uyutturuluyor. Günümüzde tevhidi Müslümanların sayısı giderek azalmakta. Birçok tevhidi kardeşimizde maalesef biraz daha demokrasiyle, biraz daha özgürlükle, biraz daha insan haklarıyla sürece katılmakta. Ve yıllarca halkı kandırma aracı olarak kullanılan söylemleri onlarda söylemeye başlamış ve gündemleştirmiş durumda.

Bu yukarıdaki durum sadece bizim dönemin manzarası değildir. Tarihsel süreçte aynı durumu peygamberler de yaşamıştır. Firavun'un korku imparatorluğuna başkaldırarak insanları vahiyle uyaran ve uyandıran Musa (a.s.) fitneci ilan edilmiştir. Cahiliyenin esaretinde, putların önünde birkaç mütref insanın menfaati için kurban edilmiş olan bir toplum. Ve bu toplumun uyanışına vesile olan hakikatler. Hakikatleri insanlara ulaştıran insanlar ve bu insanlardaki samimiyet, ciddiyet, tavizsizlik ve gayret.

Yukarıda beyan ettiğimiz gibi maalesef peygamberlerle durumlar noktasında bazı benzerlikleri bizlerde yaşıyoruz. Ama olaylara ve kötü gidişata karşı takındığımız tavır ve bunların kaldırması için ortaya koyduğumuz gayret maalesef ilk neslin ki kadar samimi ve net değil. Durumlar aynı olduğu halde gayret ve netlik aynı olmadığı için bir türlü iki yakamız bir araya gelemiyor.

Bizim insanımız yeterince kendisini adamıyor veya adayamıyor. Maalesef bugün bizi elzem durumda bekleyen topluma yeterli derecede inemiyor, insanları farkında bile olmadıkları kölelikten hürriyete götürecek yol olan ilahi yolu anlatamıyoruz. Sebep ne peki. Bizi yeterince ve hakkıyla görevimizi yapmaktan alıkoyan ne? diye soruyorum kendi kendime. Cevap: Dünyevi kaygılar, rahata düşkünlük, mazeretlerden bir dünya kurup oralara sığınıp yaşama, istikrasız ve programsız bir hayat sürme ve daha nice sebepler… Lakin hiçbiri de kayda değer değil.

Özelikle Müslümanların bir an önce Allah'ın katında geçerliliği olmayan mazeretler dünyasını yıkması gerekiyor. İşi başlamadan binlerce mazeret sunup görevi başkalara havale etmek nebevi ahlakta olmayan bir şey iken günümüzde bu hal almış başını gidiyor. Umarım bu halin ömrü kısa olur. Ve bir an önce yapay mazeretler dünyamızı yıkıp asli tebliğ görevlerimizi üstlenmek için bir gayret seferberliği başlatırız.

Akibet muttakilerindir.

Tekrardan istenilen adayış / adanış ruhunu ve cehdini yakalama duasıyla…