Şükrü HÜSEYİNOĞLU
HUDEYBİYE İSTİSMARINDA SON NOKTA
İslam’a bağlılık akdinde bulunan insanların, bu dinin ölçüleriyle ilişkisi başından beri iki türlü olmuştur: Kitab’a uymak veya kitabına uydurmak. İnsanlar ya algılarını, düşüncelerini, duygularını, genel duruşlarını ve gelişen güncel hadiselerle ilgili yorum ve tutumlarını Kitab’ın gölgesinde inşa etmektedirler ya da farklı çevresel faktörlerin etkisiyle oluşturdukları duruş ve tutumlarını Kitab’a onaylatmanın peşine düşmektedirler.
“Müslümanların tarihi” de zaten bu iki tutum çerçevesinde yaşanmış ve şekillenmiştir. Dikkat sahibi Müslümanların bu tarihe “İslam tarihi” yerine “Müslümanların tarihi” demeleri de zaten bu sebebe dayanmaktadır.
Bu tarihin şekillenmesinde, özellikle de Emevilerle başlayan süreçle birlikte “kitabına uydurma” çabalarının etkisi büyük olmuştur. Bu süreçte vücuda getirilen tefsir ve hadis edebiyatında da bu durumun etkisi kendisini kolaylıkla hissettirmekte, ele vermektedir.
Evet, “kitabına uydurmak”, bir konuda tutum ve taraf belirlerken Kitab’ın ölçüleri ve “Kitab’ın ete kemiğe bürünmüş hali” olarak yaşamış olan Allah Rasulü’nün (s) o ölçülerden neşet eden pratiğinden kalkış yapmak yerine, tarihsel ve çevresel etkenlerle belirlenen tutumları Kitab’a ve onun elçisinin pratiğine onaylatmanın peşine düşmektir.
Ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi bugün de bu tutumun işlerliğini ve işlevselliğini sürdürdüğünü görmekteyiz.
Bu minvalde, duygu, düşünce, inanç, amel ve toplumsal / siyasal örgütlenme biçimi olarak cahiliyeden kopmayı müntesiplerine öncelikli bir tutum olarak belirlemiş olan Kitab’dan, cahiliye sistemi ile bütünleşmeye yönelenlerin durumlarını İslami açıdan meşrulaştırmak adına “Hz. Yusuf örneği” gibi keşiflerde (!) bulunulduğunu biliyoruz. Yine bu tür durumlar için, Allah Rasulü’nün hayatından Hudeybiye Anlaşması, Medine Vesikası, bazı müşriklerin himayelerini kabulü gibi konuların, cömertçe ve hoyratça kullanıldığını / kullanılmaya devam edildiğini biliyoruz.
Maksat Kitab’dan ve Kitab’ın elçisinin pratiğinden kalkarak bir toplumsal / siyasal tutum belirlemek değil de, tarihsel ve çevresel faktörlerle belirlenmiş tutumlara Kitab’dan olur almak olunca, bu şekilde kitabına uydurmak kaçınılmaz olmaktadır tabiatıyla.
İşbu “kitabına uydurma” ameliyesinin son biçimine, Suriye’de yaşanan hadiseler çerçevesinde yaşadığımız coğrafyada fikir beyan eden bazı çevrelerin söylemleri çerçevesinde tanık olmuş bulunuyoruz.
Bazı yazar ve çevrelerin, Suriye’de halkın taleplerini on yıllardır baskıyla, işkencelerle ve hatta 1982 yılında yaşanan Hama örneğinde olduğu gibi katliamlarla bastıran Arap ulusalcısı Baas rejimine karşı bu yılın Mart ayında, bölge ülkelerindeki ayaklanmaların da etkisiyle yeniden kendini gösteren halk ayaklanması karşısında İran’ın, ABD – İsrail – İngiltere bloku karşısında müttefiki olan Suriye rejiminden yana aldığı tutumunu savunmayı kendilerine temel misyon edindikleri ve yaşananları tamamen bu perspektifle değerlendirdikleri görülmektedir.
İran’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın, sessiz kalmanın da ötesinde, “direniş ekseni” adı altında Baas rejiminden yana tavır belirlemeleri ve hatta on yıllardır süren insanlık dışı baskı ve muamelelere karşı ayaklanan Suriye halkının hareketini Amerikan menşeli gösterme çabaları karşısında, öteden beri İran merkezli düşündükleri bilinen Türkiye’deki söz konusu çevrelerin de en azından İran’ın kuşatılmışlık karşısında bu tür bir yanlış tutuma yöneldiğini izah etmeye çalışmak yerine, Suriye halkını itham eden ve “direniş ekseni” adı altında katliamcı Baas rejimini arkalayan bu yaklaşımı aynen benimseyip savunduklarını görmekteyiz.
Suriye’deki hadiseler ilk başladığında, İran’ın tutumu paralelinde Suriye halkının ayaklanmasıyla ilgili “Amerikan merkezlilik” gibi komplocu ithamları mahcup şekilde dillendiren söz konusu çevrelerin, şimdilerde bu mahcubiyetin çok ötesine geçerek, İran’ın Baas rejiminden yana takındığı tutumu savunmak adına “Hudeybiye’den Suriye’ye bir yol vardır” gibi söylemlerle “Hudeybiye Anlaşması” örneğini dillerine dolamakta olduklarına tanıklık ediyoruz.
“Çarpıtmanın ve istismarın bu kadarına da pes!” demek durumunda kaldığımız bu yaklaşımı ortaya atanlar, Baas rejimini ve kuşatılmışlık psikolojisiyle ona arka çıkan İran’ı savunmak adına Hudeybiye olayını son derece yanlış yorumladıklarını ve terazinin ayarlarıyla tehlikeli şekilde oynadıklarını bilmelidirler.
Her şeyden önce şunu sormak gerekir: Hudeybiye Anlaşması’nda ve anlaşma sonrasında Allah Rasulü’nün, Mekke şirk sistemine arka çıkan veya bu sisteme karşı tevhid akidesini haykırdığı için esir edilen, baskılara muhatap olan Müslümanlara ithamda bulunan, onları şirk sistemine itaate çağıran bir yaklaşımı olmuş mudur?
Aksine, antlaşma gereği ilk başlarda iade edilen sığınmacı Müslümanların, daha sonra Ebu Cendel’le birlikte Mekke şirk sistemine karşı farklı bir direniş hattı oluşturmalarına ve onu çaresiz bırakan bir çözüm üretmelerine zemin hazırlanmış, yardımcı olunmuştur.
Hudeybiye’de yapılan, Mekke’den kaçıp Medine İslam iktidarına sığınan Müslümanların Medine’ye kabul edilmemesi taahhüdünden ibarettir.
Bunun yanında, Allah Rasulü anlaşmanın başından itibaren Medine'ye sığınan Mü'min kadınları anlaşmanın kapsamı dışında değerlendirmiş ve onları iade etmeye yanaşmamıştır. Buna karşılık bugün Suriye Baas rejimini arkalama tutumunu Hudeybiye Anlaşması'yla meşrulaştırmaya kalkışanların, Baas rejimi tarafından Müslüman kadınlara yönelik büyük suçlar işlendiğine ve birçok Müslüman kadının namusunun kirletildiğine dair haberleri nasıl değerlendirdiği merak konusudur.
Bütün bu gerçeklere rağmen, bugün kalkıp Hudeybiye Anlaşması’nı İslam ve Müslüman düşmanı Baas rejimine arka çıkmanın ve medyanın öne çıkardığı birkaç liberal muhalifin ABD’yle ilişkilerini genelleştirerek, bu kanlı rejime karşı ayaklanan Suriye Müslümanlarını karalamaya çalışmanın dayanağı yapmak çok yanlış ve sorumluluğu çok büyük bir yaklaşımdır.