Mehmed MAKSUT
HURAFE- BİDAT’İN VAHİY VE AKILLA MÜCADELESİ
Allahın insanların hayatlarını sahili selamete ulaştıracak yegane kurtuluş nizamı olan İslam; özellikle Hz peygamberden yarım asır sonra yaşam alanlarını düzenleyen temel dinamik olmaktan çok (genelde) tartışma sahasına dönüştürülmüştür. Bu tartışmaların gölgesinde kalan İslam, sonraki süreçlerde de tartışma sahası olma durumundan kurtulamamıştır. Bu tartışmalar rahmete ve hayra çoğu kere dönüşmemiş; aksine çok faklı hareketleri, mezhepleri, ekolleri ortaya çıkarmıştır. Bu farklılıklar tarihsel süreçte ayrılıklara ve savaş alanlarına dönüş(türül)müştür.
Bu tartışmaların günümüze kadar olumlu ve olumsuz etkilerinin oldugunu hepimiz biliyoruz. Farklılıklar sonradan mutlak İslam’mış gibi algılanarak bayraklaştırılmıştır. Bu esnada bir çok şey kitaplara da geçirilmiştir. Bu kitaplar yüzyıllarca müslümanların elinde onların gelecegini belirleyen, toplumsal hayatlarını düzenleyen baş eserler olmuştur. Bu eserlerin yazılması sırasındaki dönemsel bilgiler genelde kendi dönemlerine aitken; daha sonradan taklid dönemlerinin başlamasıyla bu bilgiler taklid edilerek degişmez gerçekler olarak hep bir diger nesle devredilerek günümüze gelmiştir. Bu taklid durumu müslümanları gelişmelerin dışına atmıştır.
İslamın yaşam sahası olmaktan çok tartışma sahasına dönüştürme çabaları modern dönem denilen süreçlerde medya yoluyla daha da artırılmıştır. Bu tartışmalar müslüman zihinleri etkilediği gibi müslümanların ameli boyutunu ve diger tüm hayat alanlarını da etkilemektedir. İslamı salt bir ideolojiye dönüştürme çabalarının arttığı bir dönemde; vahyin şahitliğini yaşayarak temsil edecek müminlerin, bu tür tartışmalara ne duyarsız kalmaları gerekir ne de kendilerini bu tür tartışmaların baş aktörü görmeleri gerekir. Bu anlamda ifrat ve tefride kaçmadan kendi gündemini ve sorumluluklarını aksatacak ikincil gündemlerle kendisini ve zamanını kaybetmemelidir.
Bu girizgahtan sonra özellikle üniversite gençliğinin gündeminde sürekli bir tartışma konusu olan “akıl” meselesini bu yazıda ele almaya çalışacağız. Bu mesele aslında insanlıgın tüm dönemlerinde tartışılmış konuların başında gelmektedir. Felsefe ve kelam arasındaki tartışmaların “aklın sınırı, niteliği, mutlaklıgı, göreceliği, bilgi kaynagı olması” vb konular ekseninde sürekli tartışageldiğine tarih şahittir. Tabi akıl konusunun konuşuldugu tüm tartışmalarda hemen vahy ve iman konuları tartışmaya dahil edilmektedir.
Vahyi refarans almayan batı akılcılığı olaylara parçacı yaklaşımını bu alanda da göstermiştir. Din ile devleti, dünya ile ahireti ayıran batı pozitivizmi maalesef bu parçacı yaklaşımını akıl meselesi üzerinde de göstermiştir. Genelde akıl ile imanı ayırarak meseleyi ele almaya çalışmıştır. Bu ele alış tarzının yanlışlığından dolayı sanki bu iki deger birbirine düşmanmış gibi tarihe lanse edilmiştir. Maalesef bugün genelde hakim olan anlayışta budur. Aslında bu tarz bir akıl-iman ilişkisinin İslam’da olmadıgını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu algı İslam’da yokken tarihsel süreçte müslümanların taklide yönelmeleri ve gelenekleri dinleştirmeleri sebebiyle asıl misyonuyla akıl, devredışı kaldı. Bu duruma bakarak İslam’ın meselelerini konuşan oryantalistler çoğunlukla yanlı ve yanlış kanaatler ortaya koymuşlardır. En büyük hataları da şahısların yaşantısını asıl kaynağa götürmeden değerlendirmeleridir. Çogu zamanda bu durum kasıtlı yapılmıştır. İman ile akıl veya vahiy ile akıl arasında paradoksun İslam’da bulunmadıgını bilmeliyiz.
Akıl, Kuran’ı Kerimde bir çok ayette (49ayette) hep bir fiil halinde geçmektedir. Akıl; bilgi edinmeye yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir. Düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir. Akıl, insanda bulunan manevi bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme, davranışını belirleme, denetleme ve yargılama; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayrıt etmesi ile ilgili bir kabiliyettir. Fakat akıl, bütün bunları “vahiyden bağımsız olarak veya vahye rağmen” yaptıgı zaman yukarıda sayılan işlevleri dogru bir şeklide yapamaz.
Kur’an’da akıl; düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidayete ermek, cehaletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak; gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için akla vurgu yapmaktadır. Akıl düşünmek, doğruyu bulup Allah’a teslim olmak için önemli bir araçtır. Kur’an, birçok ayetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer fonksiyonudur. Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak gerekir. Bu ise ancak vahiy ekseninde işleyen akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevidir. "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü gemilerin denizde yüzmesinde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, aklını kullanan bir toplum için birçok âyetler/deliller vardır." (Bakara,164)
İslamda akletmek imanın hakikatlerini anlama ve kabullenme noktasında oldukça önemli bir noktada dururken; Allah, vahyi kabul etmeyen, akletmeyen ve düşünmeyen toplumları olumsuz vasıflarla nitelemiş; yeryüzünde dolaşanların en şerlisi olduğunu ayette belirtmiştir. “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler.” (Bakara, 171)“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler(düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.”(Enfâl, 22) Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.” (İbrahim, 50)
Yaratılışta Allah’ı ve vahyi kabul etmeye meyilli olan akıl; özellikle çevre, egitim ve medya yoluyla sürekli yönlendirilmekte, kirletilmektedir. Kirletilen bir akılla tercihler ortaya koymaya çalışan insanlar, ileriki süreçlerde akıllarını putlaştırıp onun esaretine girmektedir. Bu esaret, aslında bugün birçok esaretin baş aktörüdür. İşte bu esaretten aklı kurtarmak için vahyin sözünü dinleyip baglı kalmakla aklımızı kirlerden koruyabiliriz. Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir.” (Zümer, 18)
İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslam dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara sorumluluk yükler. Tarihsel süreçte aklı imana düşman gibi gören zihniyetler; müslümanların düşünüp sorgulamaması üzerine saltanatlarını sürdürenler, düşünen insanları oldukça şedid bir şekilde cezalandırmıştır. Çünkü düşünen ve sorgulayan zihinler; yanlışlar ve zorbalıklar üzerine inşa edilen saltanatlar için her zaman en tehlikelidir. Bu sorgulayıcı düşünceye karşı özellikle müslüman toplumlara hurâfeler ve bâtıl inanışlar sürekli empoze edilmiştir. Bu hurafe ve bidatler yüzyıllardır müslümanım diyen insanları kuşatmıştır. Bu kuşatılış daha sonradan din haline gelmiştir. Böylelikle taklide dayalı olan atalar dini, zayıf müslüman toplumların içerisinde tekrardan İslam diye algılanıp cazibeli ve sarsılmaz hale gelmiştir. “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (Âl-i İmran, 172)
Kur'an, akıl üzerinde durup aklın önemini vurgularken, bazı muharref veya uydurma görüşlerin "iman akıldan uzaktır; iman akılla bağdaşmaz; dine girip dini anlamak için aklı kapıda bırakıp buraya öyle gireceksiniz; Mü'min olabilmek için aklı bir kenara bırakıp sadece kalpten yararlanmak gerekir" şeklindeki anlayışlar, hurafe dininin düşüncesi iken kimse bu yanlış düşünceleri İslama yükleyemez. Zira Peygamberimiz (s.a.s.): “Hiç kimse kendisini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” “Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, âciz insan da nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına) uyup da Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” (İbn Mâce, Tirmizî,) diyerek bu meselenin önemini sözleriyle ve yaşantısıyla ortaya koymuştur.
Akıl, önemine rağmen; vehim, hayal, kişisel çıkar, hevâ ü heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine açıktır. Onu bu olumsuz güçlerin tesirinden ancak vahiy kurtarabilir. Bir de şeytanın vesvesesi, kötü amelleri süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren tutkular, tiryâkilikler, fanatiklikler, içki, uyuşturucu gibi aklı gideren hususlardır. İslâm dışı düzen ve çevrelerin aklı çelen, onu yanlış istikametlere yönlendiren, sadece dünya ve basit çıkarlarla meşgul eden durumlar hesaba katılırsa, selîm aklın ve fıtratın korunmasının zorluğu anlaşılıp dikkatli davranılmalıdır.
“Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin şükrü de düşünüp öğüt almaktır.” Düşünüp ögüt almak duasıyla…