Mehmed DURMUŞ

20 Temmuz 2022

İSLAM, FITRATI GEREĞİ SİYASÎDİR

Lafı dolaştırmadan söylemek gerekirse, “İslam nasıl bir dindir?” sorusunun bendeki cevabı “İslam siyasî bir dindir” şeklindedir ve bu yazı bu fikri açıklamaya dönüktür.

Öncelikle “İslam siyasî bir dindir” sözünden kastettiklerimi açıklamam gerekmektedir. Siyaset toplumu yönetme işidir ve bu bakımdan işlerin en güzelidir. Siyaset deyince aklımıza, siyasetten çektiğimiz cefalar, siyasetin canımıza, malımıza, namusumuza, dinimize ve neslimize verdiği zararlar geliyorsa, bu yanlış bir algıdır. Çünkü nasıl ki bin tane Lut kavmi benzerine şahit olsak bu, temiz bir toplumdan umudumuzu kesmemiz için bir gerekçe olamaz; siyasetin bin tane kötü örneğini görsek de, bin birinciden umudumuzu kesmemiz hak değildir. Siyaset bizatihi kötü değildir. Siyaseti yani seyisliği yapan insandır. Kötü seyislerin varlığına şahit olsak da, seyisliği inkâr edemeyiz. Allah’ın razı olacağı tarzda, adalet üzere bir yönetim kurma işinin tarihte örnekleri vardır. Yeryüzünde siyaset dizginlerini ekseriyetle fâsık, fâcir ve zâlimlerin ellerinde tutuyor, Müslümanların ise sadece yönetilen ve güdülen yığınlar olmaları bizi derin muhasebeye sevk etmeli ki, kendi ellerimizle kendimizi mahrum ettiğimiz bu asil görevi yeniden üstlenmek için bir başlangıç yapmalıyız.

İslam tabiatı icabı siyasî bir dindir. Daha doğrusu İslam “siyasîdir” demeye layık tek dindir. Çünkü Allah katında İslam’dan başka din yoktur. İnsanları hak ile yönetmeye ehil olan da sadece bu dindir. İslam’ın gönderiliş amacı insanı Allah’ın boyasıyla boyamaktır. Gökler ve yeryüzü (kâinat) nasıl yaratılış yasaları gereği mutlak bir teslimiyetle Allah’a teslim olmuşlarsa, insan da aklını kullanarak Allah’a mutlak surette boyun eğmeli, gönülden teslim olmalıdır. İnsanlar sürü değildir ve Allah da insanın sürüleşmesini istememektedir fakat insanları tıpkı nebîler gibi hayra çağıran, marufu emredip, münkerden nehyeden davetçi bir zümrenin olması gerekliliği de yadsınamaz bir gerçektir.

Allah dinde ikrahı kabul etmemektedir lakin bu mesele, dost ve düşman birçok kişi tarafından yanlış anlaşılmakta, tahrif edilmektedir. Kimse dine zorlanamaz lakin tarlamızı tohum ekmek için elverişli hale getirmemiz, dikenleri temizlememiz, yabani hayvanlardan korumamız, toprağımız için en uygun tohumu seçmemiz ‘dinde zorlama’ bahsine dahil değildir. Tarlamızı helal yollarla işlememizi istemeyenler, en masum adımımızı bile ‘dinde zorlama’ kapsamına dahil etmekte, nesillerimizi elimizden alıp şeytana teslim ederlerken sesimizi çıkarmamızı yasaklı hale getirmektedirler. Müslüman bir ebeveynin, tıpkı Lokman gibi, çocuklarına hayrı öğütlemesi, öz evladına dayatma yapmak gibi bir engele takılmaktadır.

Hiçbir çocuk ‘Müslüman’ olarak doğmaz, ancak bütün çocuklar İslam fıtratı üzere doğarlar. Çocuğun müslim veya gayri müslim olması ana-baba, toplum ve siyasetle alakalı bir keyfiyettir. Allah’ın fıtrat üzere yarattığı çocuğu müslim ebeveynden kopararak Kemalist, laik, liberal, pozitivist, deist vb. yapmak nedense hiç kimsenin ‘dinde zorlama’ tepkisine yol açmamaktadır. Dinde zorlama, çocuk öz fıtratına/İslam’a yöneltildiğinde söz konusu edilmektedir. Biz müminler çocuklarımızı hiçbir gayri müslimin inisiyatifine bırakmadan, fıtratla buluşturup, Müslüman bir toplum inşa etmek için ne gerekiyorsa yapmak zorundayız. İşte bu inşa da ancak İslamî siyasetle olabilir.

“İslam Siyasî Dindir” Dememek Bir Sapmadır

İslam siyasî bir dindir hatta İslam bütünüyle siyasettir. Çünkü İslam Allah’ın kullarını Allah’a kul etme, kullara kulluktan kaçındırma davasıdır. İslam hayatın hiçbir alanını gayri Müslimlere bırakmaz. Mülk nasıl Allah’a aitse, kullar nasıl Allah’ın kuluysa, din de Allah’ın dinidir. Dini Allah’a has kılmak, hayatın her alanında dini geçerli kılmakla olur. Sadece Allah’a ibadet ediyor olmak dini Allah’a has kılmak için yeterli değildir, aynı zamanda başkalarına kulluk ve itaat edilmesinin önüne geçmek için de mücadele etmek gerekmektedir. Kişi Allah’a kulluk edip de, başkalarına itaat ediyorsa dalalette, hem Allah’a hem de başkalarına kulluk ediyorsa şirktedir. Dini Allah’a has kılmak, insanlara Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi gerektirir. Bu da İslam’ı siyasallaştıran en önemli sebeptir.

Tanım gereği, bir Müslümanın bütün hayatı, her yönüyle Allah’ın rızasına uygun, Allah’ın indirdikleriyle hükmedilen bir toplumun inşası için elinden gelen her çabayı göstermekle geçmelidir. Bu demektir ki, kâğıdın bir yüzü hakkın ikame edilmesiyse, öteki yüzü de bâtılın def edilmesidir. Hak gelince bâtıl yok olacaktır ama hak kendiliğinden gelmemekte, bâtıl da durup dururken yok olmamaktadır. Her ikisi de müminlerin eliyle olmaktadır. Bu yüzden İslam, marufu emretmekle, münkerden nehyetme işini bir arada ve birbirinin devamı olarak açıklar. Dinin Allah’a has kılınması çabası, fitnenin de ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Müslüman “İllallah” demek için önce, “lâ ilahe” hazırlığını yapar. Mahallemizi putların pisliğinden temizlemeden, ilahın sadece Allah olduğu akidesini yerleştiremeyiz. Tek başına “lâ ilahe illallah” sözü bile İslam’ın siyasî niteliğini açıklamaya yetmektedir. İslam kelime-i tevhidle şu anda yeryüzünü kasıp kavuran neo liberalizme -Müslümanların haberi olmaksızın(!)- meydan okumaktadır. İlahları reddetmeyen bir “tek tanrı inancı”nın, fitneyi hedef almayan, tağutu reddetmeyen bir “dini Allah’a has kılma” davasının inandırıcılığı yoktur. Esasen deizm de tam bu noktadan türemektedir.

Burada bir hususa açıklık getirmek gerekmektedir. İslam siyasî bir dindir demek, İslam’da siyasetten başka değerlere yer yoktur anlamına gelmemektedir. İslam en başta imandır yani emin olmaktır, iman ettiği Allah’a güven duymaktır. İslam’ın siyaset olması sevgi, merhamet, rahmet, diğerkamlık, infak, affedicilik, insanların hayrını istemek, selamı yaymak, güzel sözlü olmak, kavli leyyinle konuşmak gibi erdemlerle çelişmez. Her fırsatta siyasî olmamızı isteyen İslam’la, kalplerimizi katılaşmaktan korumamızı, anne-babamıza hürmetkar olmamızı, komşumuzu akrabamız gibi bilmemizi, bütün insanlara nezaketli olmamızı, fakirleri malımıza ortak etmemizi, haksız yere cana kıymamamızı ve kimsenin namusuna göz dikmememizi, lüksten ve savurganlıktan kaçınmamızı emreden aynı İslam’dır.

İslam’ın siyaset olması ne İslam’ın diğer boyutlarını inkâr etmeyi gerektirir ne de onları ikinci plana iter. Kanın kılcal damarlarla vücudun en ücra köşelerine kadar ulaştırılması gibi siyaset de İslam’ın en büyüğünden en küçük işlerine varıncaya kadar bütün ahkamına damgasını vurur.

Mekke Döneminde Siyaset

İslam-siyaset ilişkisinin en iyi işleyişini, Rasûlullah’ın İslam tebliğinde görmekteyiz. Mekke’de cihada izin verilmeyip, sadece İslam’ın tebliğ edilmesi, İslam’ın siyasiliği hakkında bazılarını yanılgıya düşürebilmektedir. Oysa nebevî tebliğin Mekke dönemi de Medine şartları kadar siyasî idi. Rasûlullah (sav) pür siyasî bir davanın adamı, siyasî bir grubun (müminlerin) lideriydi. İslam davasını ve müminleri yönetiyordu. İslam davasını özetlemek gerekirse, Rasûlullah Mekke toplumunun şahsında bütün dünyaya meydan okuyordu. Mekke halkı ve davetini ulaştırabildiği herkes onun hedef kitlesiydi. Bir tohum nasıl ki, toprakta tutunup filizlenerek, tadıyla, rengiyle, kokusuyla, biçimiyle ve içerdiği kimyasal özellikleriyle ürüne dönüşmesi için gerekli bütün özellikleri ihtiva ediyorsa, Rasûlullah’ın Mekke’deki İslam tebliği de dallanıp budaklanacak, meyvesini verecek bir güzel ağaç gibi siyasî bir niteliğe sahipti. Siyasî yönden Mekke Medine’nin kuluçka dönemiydi. Toplumun, “la ilahe illallah” sözünü onayladığında nasıl bir yaşama geçeceklerini bilip anlamak için dürbünle uzağa bakması gerekmiyordu. Çünkü “la ilahe illallah” sözü, Rasûlullah’ın -Allah’ın izniyle- kuracağı toplumun bütün özelliklerini içeriyordu. Bu muhtevayı Ümeyye b. Halef anladığı gibi, Bilal de anlıyordu. Rasûlullah’ın kurmaya giriştiği davada Allah’ın dışında ilahlık taslayanlara mülkten hiçbir pay verilmeyecekti. Müşriklerin doğrudan ya da dolaylı olarak Rasûlullah’a yaptıkları uzlaşma teklifleri, onların, Kur’an’ın ektiği tohumun nasıl bir siyasete gebe olduğunu çok iyi kavradıklarını göstermektedir. Rasûlullah’ı zerre kadar esnetememeleri, o günkü müşriklerin olduğu gibi, bugünkülerin de kimyasını bozmaktadır.

Medine Döneminde Siyaset

Rasûlullah (sav)’in hicreti, hicretin arifesindeki Akabe bîatları, İslamî siyasetin altın sayfalarıdır. Allah’ın Rasûlü Akabe bîatlarıyla Mekke dönemini tamamlamış, Hicretle Medine dönemini başlatmıştır. Tevhid çekirdeği on yıllık Medine döneminde bütün ihtişamıyla bol meyveli görkemli bir ağaca dönüşmüştür. O gün ve bugün Rasûlullah’tan ayı yarmasını, parmaklarından sular akıtmasını vb. bekleyenler, onun Mekke’den başlayıp, Medine döneminde zirvesine ulaşan, o muazzam siyasetine baksalardı daha çok mutmain olurlardı.

Rasûlullah’ın sevgi ve merhameti asla terk etmeyen, öldürmeyi değil, diriltmeyi, yaşatmayı ve yeryüzünde Allah’tan neş’et eden güzelliklerin egemen olmasını esas alan siyaseti Arabistan cahiliyesinin putperestliğini silindir gibi ezmiş, hicretten sekiz sene geçtikten sonra şirkin ana üssü olan Mekke düşmüş daha doğrusu İslam’a dirilmiştir. Rasûlullah’ın Medine’de nüfus sayımı, Medine vesikası, Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, Hudeybiye sulhü, Tebük seferi gibi diplomatik ve askeri icraatları İslam siyasetinin şaheserleridir. Rasûlullah (sav) ince siyaseti sayesinde Mekke’yi, gününden iki sene önce yani Hudeybiye’de fethetmişti fakat bu fethi sıcağı sıcağına o günkü ashabı bile kavramakta zorlanmıştı. Rasûlullah kafirlerle uzlaşma bilmeyen, çelikten iradesiyle, hayattan kopuk ve kuru bir ilkecilik gütmüyordu. Attığı taşlardan, yerini bulmayan hiç yoktu. Onun siyasetini anlamak için, tüm siyasî ve askeri faaliyetlerini, mesela Hudeybiye’den de önce, Mekke’deki kıtlık günlerinde (H. 5. yıl) fakirler için bir miktar para göndermesi, Ebu Sufyan’ın, Habeşistan muhacirlerinden olan kızı Ummu Habibe ile evlenmesi, Ebu Sufyan’a bol miktarda hurma göndererek, karşılığında, elinde kalmış olan derileri alması gibi pek çok ince girişimlerini bilmek gerekir.

İslam ve Siyaset Etle Tırnak Gibidir

İslam’ı İslam yapan, onun siyasetidir. İslam için siyaset, demiri çelik yapan su gibidir. İslam siyasetten ayrıştırılırsa geriye, dişleri ve tırnakları sökülmüş aslan misali, sadece suret kalır. İslam çağrısının Allah’ın muradına ve Rasûllerin sünnetine uygun bir kıvamda yürümesi, İslamî siyasetin gereklerine uymaya bağlıdır.

İslam’ın yöneten değil yönetilen, hükmeden değil, hükmedilen konumuna düştüğü, Allah’ı yok sayan rejimlerin insafına(!) terk edildiği, daha açıkçası, İslam’ın bir nevi esir edilmiş bir mabed dinine dönüştürüldüğü günlerden bu yana İslam hakkında, Kur’an’ın ve Sünnetin asla kabul etmeyeceği siyasî teoriler geliştirilmiştir. Bu teorisyenlerden olan Ali Abdurrazık (ö.1966) ve benzerlerinin iddialarına göre İslam ve siyaset birbirinden ayrı ve gayrıdır, birbirinin lazımı gayrı mufarıkı değildir. Dinsiz rejimlerin siyaseti olur ama İslam’ın olmaz! İslam siyasî bir din değildir. Kur’an bir devlet modeli önermez. Mesela Salih Akdemir’e (ö.2014) göre Kur’an herhangi bir devlet modeli önermemekte ama bazı ayetlere dayanarak demokratik bir devlet modeline ulaşılabilmektedir. Yani ona göre İslam illa bir şey önersin deniyorsa, bu ancak demokrasidir.

Abdurrazık’a göre ne hilafet ne de hükümet İslam inancının bir maddesidir. Muhammed (as) siyasî değil, manevi bir liderdir. Kur’an’ın Fatiha suresinden Nas suresine kadar baktığımızda her şey izah edilmiş fakat imamet ya da hilafet kesinlikle söz konusu edilmemiştir! Rasûlullah’ın sünneti de kesinlikle böyle bir konudan bahsetmemiştir. İsa (as) “Tanrının hakkını Tanrıya, Kayser’in hakkını Kayser’e veriniz” demek suretiyle, ikili bir yönetim ve yaşam biçimini tasdik etmiştir. Muhammed (as)’ın imamet, hilafet, biat vb. sözlerinin, İsa’nın Kayser hükümeti hakkında söylediklerinden öte bir delaleti bulunmamaktadır!

Ali Abdurrazık’ın açtığı yolda yürüyen çok sayıdaki entelektüel, İslam’ın sırf bir vicdan meselesi olduğuna ikna edilmiş bulunmakta, “dinde zorlama yoktur”, “insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” gibi ayetleri de bağlamından kopartarak tamamen tahrif etmekte, dini tamamen sivilleştirerek, laikliği Müslümanlar için doğal ve kaçınılmaz bir sonuç olarak göstermektedirler. Ali Abdurrazık’ın ‘ısmarlama’ intibaı uyandıran hilafet görüşünü Kur’an şöyle dursun, Sünnetten tek bir hâdise yerle bir etmeye yeterlidir. Rasûlullah (sav) vefat ettiğinde Müslümanlar yas tutmak, duygusal bir krize girmek ya da Rasûlullah’ı yıkayıp kefenleme ve defnetme gibi işlerle uğraşmak yerine, Benî Saide gölgeliğinde toplanarak, öncelikle Rasûlullah’tan boşalan siyasî boşluğu doldurmayı düşünmüşlerdir. Sahabe topluluğunun ümmeti bir an bile başsız bırakmamak gerektiğini bu cevvaliyette kavramış olması her türlü takdirin üzerindedir. Rasûlullah’ın yetiştirdiği bu Kur’an nesli bu tutumuyla, canlarından çok sevdikleri Elçilerinin vefatı üzerine hiç yalpalamadan, Rasûlullah’ın na’şı elbette defnedilir, artık o Rabbine dönmüştür ama İslam ümmetini yönetecek kişiyi seçmek çok daha elzem ve ivedidir anlayışını ortaya koymuş oluyorlardı. Demek ki sahabe İslam’ın siyasî tabiatını kamilen kavramıştı ve bu olay Abdurrazık gibi ilahiyatçıların tezini bütünüyle çürütmüştür. Çünkü bu tez, Rasulullah son nefesini verir vermez, anında bütün Müslüman ‘cemaat’inden sadır olmuş, 23 senelik nebevî hareketten süzülüp gelen, en kuvvetli bir icma idi. Müslümanlar seçtikleri kişiye halife dememişlerdi; İslam düşmanlarının asabını bozan halife ve hilafet isimleri sonradan tensip buyrulmuştur. Önemli olan, Rasûlullah’tan münhal kalmış emirlik makamına, İslam davasını sürdürecek emîri seçmekte gösterilen sıkı hassasiyetti.

İslam’ı Siyasetten Ayırınca Ne Kalır?

İslam’ı İslam yapan, onun siyasetidir. Siyasetsiz bir İslam, ancak dünya müstekbirlerinin hayalidir. Bu tezi müdellel hale getirmek için altı binin üzerindeki ayeti kerimenin tamamını buraya yazmak gerekir. Bunun anlamı şudur ki, İslam’la siyasetin bir bütün olduğuna bütün Kur’an şahittir. Bu dinin abdest ve teyemmüm emrinden bile siyasî bir anlam çıkarmak mümkündür. Abdest ayeti “Ey iman edenler!” hitabıyla başlar. Bu hitap İslam ümmetini “iman edenler” diye tanımlar ve onları diğer insanlardan ayrı tutar, müminlere insanlık içerisinde müstesna ve mutena bir yer ayırır. Ayrıca abdest namaz içindir ve namaz en siyasi tevhid eylemidir.

Allah, hiçbiri istisna olmamak üzere her rasûlü kendisine itaat edilmesi için göndermiştir. Müminler aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Rasûlullah’ı hakem tayin edip, onun tarafından yargılanıp, vereceği hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, gönülden teslim olurlarsa, imanlarını ispatlamış olurlar. Rasûle itaat İslam siyasetidir. İslam’ın siyaseti Allah’ın hükümlerine ve o hükümlerin uygulayıcısı olan Rasûlullah’ın sünnetine teslim olmayı gerektirir.

“Allah içinizden îman edip de salih ameller işle-yenlere yemîn ile va’d etti ki kendilerinden evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine getirdi (hâkim kıldı) ise, onları da yeryüzünde muhakkak (müşriklerin) yerine geçirip hükümran edecek, onlara kendileri için beğendiği dini (İslâm’ı) her halde pâyidâr kılacak, onların korkularını (üzerlerinden kaldırdık)tan sonra (hallerini) kat’î bir emînliğe çevirecektir. (Tâ ki) onlar (bu güvenlik içinde) bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir.” Siyasetsiz İslam, Murtaza Mutahhari’nin (ö.1979) deyimiyle, başı kesilmiş bir bedenden eylemler yapmasını beklemek gibidir. Suyun akıcı, ateşin yakıcı, rüzgârın savurucu olması gibi, İslam’ın ana karakteri de siyasî olmasıdır. İslam’ı ana karakterinden soyutlamaya çalışanlar, onu Amerika’nın öncülüğündeki sömürgeci devletlerin hizmetine vererek, diri diri mezara gömmek isteyenlerdir. Seyyid Kutub’un (ö.1966) ‘Amerikancı İslam’ dediği şey, Amerika ve şürekâsının emellerine hizmet ettirilmek istenen, İslam’a sadece şekilde benzeyen bir ideolojidir. Türkiye Cumhuriyeti devleti bu ideolojiyi, komünizmle mücadele uğrunda çifte koşmuştu. O gün çiftin sağ tarafında hizmete koşulan sağcı-muhafazakâr-dindar kesim bugün projeyi sadece F. Gülen şebekesine yıkmakla, nifak hareketinden Ak-Pak olmuş sayılmaktadırlar. Neticede ‘sivil demokratik İslam’ ideolojisinin neoliberal ulus devlet putperestliğinde istihdamı elan yürürlüktedir.

İslam’ı siyasî (ideolojik) boyutundan ayrıştırarak, bir sivil toplum etkinliğine dönüştürmek çabaları gerçek bir nifak projesidir. Bu nifak projesinde Siyonistlerin ve başta ABD olmak üzere tüm batılı ülkelerin katkıları vardır. Son otuz-kırk yıl içinde daha ziyade ‘demokratik İslam’ adıyla gündeme gelen nifak projesinin ateşini de İslam’ın kimi ahmak dostları harlamaktadırlar. Ama bilinmelidir ki İslam hiçbir zaman dahili ve harici münafıkların yaptıkları proje kalıplarına dökülemeyecektir. Çünkü onun sahibi ABD’li ve Yahudi patronlar değil, Allah’tır ve Allah dinini bütün diğer dinlere galip kılacağını vaat etmiştir.

İslam’ı siyasî karakteriyle benimseyip tasdik etmeyenler, Rasûlullah’la, Lat adlı putlarına dokunulmaması, zina, faiz ve şarabın serbest bırakılması, namaz zekât ve cihaddan muaf tutulmaları gibi şartlar koşarak pazarlığa girişen Taif’li müşriklere benzemektedirler. İslam’ın siyasetten arındırılmasını istemek, Allah varmış gibi inanmayı ama yokmuş gibi yaşamayı önermek gibidir.

İslam’ın bugün olduğu gibi, siyasetten tamamen elini eteğini çektirildiği durumlarda Müslüman şahısların İslam davasının aktif birer ferdi olmaktan çıkıp, küresel ve ulusal sistemin kapılarında çıkar gözeten menfaatperest bireylere, İslam ümmetinin de, dünyanın değişik bölgelerine serpiştirilmiş, sığıntı Müslüman azınlıklara dönüşmesi kaçınılmaz ve trajik bir sondur. İslam bir vicdan işine dönüşmeden, siyasetten arındırılamaz. İslam’ın her ibadeti cemaati ve ümmeti ilgilendirir. Mesela namaz bireysel bir kulluk biçimi değildir. Namaz Müslümanla gavuru birbirinden tefrik eder. Beş vakit namazın cemaatle kılınması İslam ümmetinin kıyam hali, canlılık alameti, kalp atışları ve imanın nabız halidir. İslam cemaatinin vakarı, heybeti ve sükunu, Allah anlayışı namazda görünür hale gelir. Mescidler yeryüzünde tevhid kalesinin burçları gibidir. Cuma namazı en siyasî ibadettir. Allah’ın Müslümanlara, “yeryüzünde ağır basmaları” (hakimiyet kurmaları) halinde verdiği ödevin ilki namaz, ikincisi zekât, üçüncüsü de marufu emir ve münkerden nehiydir. Cuma namazı Müslümanların ‘Siyasal Bilgiler Okulu’ gibidir. Müslümanların siyasî hakimiyeti kaybetmeleri halinde Cuma namazının sadece duvardaki dekor gibi kaldığını, Kur’an’daki Cuma namazı olmaktan çıktığını, günümüz şartları kadar ne izah edebilir? Son Osmanlı sultanı Vahidüddin (ö.1926) ülkeden kovulduktan sonra, sıranın kendisine geleceğini hiç akledemeyen, oyunun kısa süreli bir figürü olarak ‘Halife’ tayin edildiğini anlayamayan Abdülmecid Efendi (ö.1944) ne kadar ‘halife’ idiyse, bugünkü Cuma namazı da o kadar cuma namazıdır. Yurt dışına postalanacağı tarih bile, onu tayin edenin zihninde malum olan Abdülmecid’in Cuma namazına araba yerine beyaz bir ata binip, Galata köprüsünden geçerek, Cuma namazı için Ayasofya’ya ulaşması, ağlanacak halimizi son halifenin nasıl da anlamadığını anlatması bakımından ibret vesikasıdır.

İslam’ın, tıpkı son Osmanlı padişah ve halifesinin sürgün edilmesi gibi siyaseten sürgün edilmesindeki hüznü en fazla hac ibadetinde yaşamaktayız. Muhtelif ulus devletlerde ‘insan hakları’ adına, dindar bireyler olarak ikamet etmelerine izin verilen Müslümanlar hacca ancak bir inanç turizmi bağlamında gidebilmektedirler. İngilizlerin yüksek ‘himayeleri’ sayesinde Kabe’nin anahtarlarını eteklerinde bulan Suud hanedanı haccın hac olmamasının -İsrail ve ABD’den sonraki- en büyük garantörüdür. Tek başına hac ibadeti, İslam-siyaset ilişkisini anlatmak için yeterli bir örnektir. Hac ibadeti ne hazindir ki, İslam’a değil Siyonist İsrail rejimine, ABD’ne, İngiltere’ye ve diğer ortaklara hizmet etmektedir.

‘İslam Siyasete Alet Edilemez!’

Terör kategorisindeki kişilerle çarpışırken, yaralı olarak ele geçirilenlerin hastaneye götürülmesi veya idam edilecek kişiler şayet hasta iseler, önce tedavi edilip, sonra asılması misali, İslam’ın terör olarak kodlandığı bir ülkede, siyasi partilerin İslam’ı siyasete alet etmemeleri uyarısının, öncelikle rejim açısından bir haklılığı vardır. Çünkü rejim normal şartlarda partilerin dine yakınlık-uzaklığına göre ‘haksız rekabet’ oluşmasına razı olmamakta, daha doğrusu partileri kontrolü altında tutmak istemektedir. İslamî açıdan bakıldığında ise, laik rejimin kendi bekâsı için seküler partileri bir din bastonu, reklam vasıtası olarak kullanması tamamen gayri meşrudur. Seküler değerlerle İslamî şiarları harmanlayarak, sistemin gözüne kestirdiği siyasî kadrolara iktidarın yollarını açması münafıkça bir siyasettir.

İslam’ın siyasete alet edilmesine itiraz edenler, İslam gibi yüce/temiz bir dinin siyaset gibi kirli işlere bulaşmasına razı olmadıkları intibaını vermektedirler. Oysa İslam evet, siyasete alet edilemez fakat siyasetin İslam’a göre yapılması İslam’ı kirletmez, bilakis yüceltir. Allah’ın muradı kulların işlerini O’na göre yürütmekten yanadır.

Bir de ‘siyasal İslam’ tabirine kısaca değinmek gerekmektedir. Doğrusu siyasal olmayan bir İslam yoksa da, siyasal İslam tabiri günümüzde -birçok benzerinde olduğu gibi- kasten gerçek anlamı dışında kullanılmaktadır. Mesela AKP iktidarı birçok batılı yazar tarafından ‘İslamcı’ ya da ‘siyasal İslam’ olarak nitelendirilmektedir. Bu niteleme Türkiye’den de destek bulmaktadır. Bu tanımlama kasıtlıdır ve amaç İslam’ın yıpratılmasıdır. AKP iktidarının doğruları demokrasinin, yanlışları İslam’ın hanesine yazılmaktadır. Oysa AKP’nin parti ve iktidar olarak İslam’la hiçbir ilgi ve alakası yoktur. AKP kurucuları ve lider(ler)i gerek parti tüzüğünde gerekse muhtelif vesilelerle yaptıkları açıklamalarda partilerini muhafazakâr demokrat olarak tanımlamaktadırlar. Partiyi ve ülkeyi yönetenlerin İslam’dan bazı inanç ve amellerinin olması o kadroyu İslam yapmaz. AKP’ne ‘siyasal laik/siyasal demokrat/siyasal muhafazakâr’ ya da neo-Kemalist vb. denebilir ama ‘siyasal İslamcı’ asla denemez.

İslam Hükmetme Makamında Değilse Durumumuz Nedir?

Hükmetme makamında olmasa da İslam yine İslam’dır kuşkusuz ve Müslüman yine Müslümandır, mümin yine mümindir. Fakat İslam’ın İslam, Müslümanın da Müslüman sayılması biraz da, Allah’ın beğenip tensip etmesine icabeten, İslam’ı din olarak beğenen, ondan razı olan kimselerin (müslimler) tavır ve tutumlarına bağlıdır. İçinde bulundukları zillet halinden razı olan Müslüman kavimlerin İslam’ı, halıdaki hayvan tasvirine benzemektedir. Zilletten kurtulup, kaçırdıkları inisiyatifi yeniden ele geçiren izzetli müminler olabilmek için cehdettikleri oranda Allah katında değerleri artacak, İslam da yeniden İslam olacaktır.

İslam iktidarda ve hükmetme makamında olmamakla hiçbir mümin İslam’dan vazgeçecek değildir. Bütün mesele, Rasûlullah (sav)’in Mekke’deki tebliği gibi canhıraş bir mücadeleye soyunmaktır. Sürece, reel politiğe teslim olmak İslamlık iddiasını bitirir. Mer’î gündeme teslim olmak, Allah’a teslimiyetimizi nakzeder. Biz nebîler gibi mücadelemizi verirsek, sonucu Allah tayin edecektir. Biz sonuçtan sorumlu değiliz. Rasûlullah Muhammed (sav)’in İslam tebliğine imrenip, övgüler dizen müminler olarak, onun muvaffakiyetini yinelemek için, onun azim ve gayretini kuşanmıyorsak, ortada bizimle ilgili bir sorun var demektir. Değil mi ki, çaba bizden muvaffakiyet Allah’tandır?

(Mehmed Durmuş / İktibas Dergisi / Temmuz 2022)