Mehmed DURMUŞ
İSLAM'IN GÜCÜ
İslam gücünü Allah’tan almaktadır. Allah yaratıcıdır, mülkün tek sahibidir, ortağı, eşi ve benzeri yoktur; İslam’ın da eşi ve benzeri yoktur. İslam, mülkü okuma, anlama, kavrama, mülkten yararlanma, mülke saygılı olma kılavuzudur.
Allah güçlü olduğu için İslam da güçlüdür. İslam hakikat dinidir. Hakikatin gücüyle insan yarışamaz. İnsan hakikat karşısında sadece el kaldırır, teslim olur. İslam’ı sorgulamak insanın haddine değildir. Nefsini azdırdığı için teslim olmamış insan, hariçten bir ecnebi olarak bakınca tabi ki İslam ona çok cazip gelmeyecektir. Hele de ilk bakışta İslam, henüz evrimini tamamlayamamış insanımsıların dini olarak görünecektir. Ama ikinci bakışta insan biraz kendinden utanacak, üçüncü ve devam eden bakışlarında utancından yerin dibine girecektir. İslam’ı cahil-cühelanın dini sanmak, insanın asıl cehaletidir.
“Ben vicdanımı Ankara’ya sattım. Bana as derlerse asarım, bırak derlerse bırakırım” diyen Şark İstiklal Mahkemesi başkanı Mazhar Müfit Kansu misali, re’sen satılmamış vicdanların İslam karşısında durabilmeleri imkansızdır. İslam mutlaka insanı cezbeder, teslim alır.
İslam neden teslim alır? Çünkü İslam insan fıtratını hayatın yegâne dini ile buluşturmasının adıdır. İslam tamamen fıtrat dinidir. Allah hayatın tek sahibidir. Her şeye gücü yetendir. İnsanı ‘ölü’ halden diri hale getirip yaratan, yaşatan, sonra öldüren ve sonra yine diriltecek olandır. Allah’ın önünde başların eğilmesi şereftir çünkü insanın başı tam da eğilmesi gereken yere eğilmiş, hakiki büyüğün azameti karşısında secdeye kapanmıştır. Ama insanın kısa dünya hayatında menfaat için, kendisi gibi ölümlü hemcinsinin uğrunda eğilmesi, yağcılık yapması, riya, gösteriş, yaranma atakları yapması utanç vericidir.
İnsan yaratıcısının Allah olduğunu kabul etse bile ya patronunu ya amirini ya siyasi liderleri ya da para ve nüfuz sahibi insanları tazim ederek, sanki yaratıcı onlarmış gibi eğilip-bükülmesi, yağcılık ve mürailik yapması dünyanın en ahlaksız tutumudur. İnsan insanlara, hak ettikleri oranda saygı göstermeli ama hiçbir insanın onun rızkını vermediğini, hastalanınca iyileştirmediğini, insanın insana rab ve ilah değil, sadece vesile olduğunu bilmeli ve ilişki bu zaviyeden kurulmalıdır. İslam’ın Müslümanlara kazandırdığı bu ilişki düzeyi ne kadar seviyeli ve imrenilesidir. Allah Rasûlüne, “anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü!” diyerek itaat eden sahabe, buna rağmen sorgusuz-sualsiz teslimiyetin sadece Allah’a yapılacağının şuurundaydı. Rasûlullah (sav) kendilerine bir şey emrettiğinde, ona en küçük şekilde bile saygısızlık yapmayan bu güzide insanlar, “ya Rasûlallah, bu size Allah’ın bir emri midir, yoksa sizin şahsi görüşünüz müdür?” sorusunu sorabiliyorlardı. Onlara bu terbiyeyi veren elbette İslam’dı.
İslam’ın gücü önünde hiçbir tiranın, hiçbir diktatörün ve hiçbir cahiliye toplumunun durması mümkün değildir. Yukarıda değindiğimiz gibi, vicdanını satmış olanları hariç tutuyoruz. Fakat bu noktada insanların aklına, “madem İslam’ın önünde kimse duramaz da neden dünya İslam’a teslim olmuyor?” türünden sorular gelebilir. Bu soruya şöyle bir cevap vermek mümkündür: İslam güçlüdür ama tıpkı güneş tutulmasında ayın, dünya ile güneş arasına girmesi gibi, İslam’la insan arasına gerilen karaltılar bulunmaktadır. Burada asıl suçlu elbette, İslam’la insan arasına giren yani İslam’ı örtmeye çalışan İslam düşmanlarının bu saldırısını defetmeyen Müslümanlardır. Rasûllerin yaptıkları da aslında budur yani insanların İslam’ı olanca sadeliğiyle tanımaları için, suyun önüne gerilen çer-çöp misali, İslam’a gölge eden lüzumsuzları temizlemek, gölge etmemelerini sağlamaktır. Cihadın bir tanımı da budur.
İnsanoğlu toplumun, devletin, basın-yayın ve iletişim araç-gereçlerinin, gerek Hristiyan gerekse ‘Müslüman’ kılığındaki misyonerlerin taarruzlarına maruz kalmaz da, İslam’ı kaynağından okuma bahtiyarlığına ererse, İslam’ın çekim gücüne karşı koyabilmesi mümkün değildir. Rasûlullah’ın, fıtrat ayetlerinin tefsiri mahiyetindeki, “her doğan İslam fıtratı üzere doğar” sözü, bu yalın hakikate işaret etmektedir. Bütün anne-babalar bebeklikten çocukluğa, oradan gençliğe doğru adım atan çocukları üzerinde fıtrat mucizesini bütün gerçekliğiyle müşahede etmektedirler. Ne zaman ki çocuk, ergenlik ve rüşt çağına ermiştir, İblisin sağ, sol, ön ve arka cihetlerden gelerek insanı azdırmaya çalışması da başlamıştır. İşte bugünkü İslam ümmeti olarak daha işin başında, ilk ergenlik günlerinde fıtrata sahip çıkamıyor, çocuklarımızı iblisin taarruzundan koruyamıyoruz. Korumak şöyle dursun, tek sussun da beni rahatsız etmesin diye, Roma’da aslanların önüne atılan köleler misali, ya İblisin televizyon aletinin önüne atıyoruz ya da eline, iblisin cep telefonu aletini tutuşturuyoruz. Sonra da Aytmatov’un kahramanı Kolaman’ın annesi gibi, yürek yakan seslenişle çocuklarımızı aramaya koyuluyoruz…
İslam’ın gücünü her şeye rağmen, bugünkü Avrupa ve Amerika’da müşahede etmek daha basittir. Mesela bir metrekarelik bir kumaştan ibaret olan başörtüsü, sanki bir başörtüsü değil de, büyük orduların sancaklarıymış gibi, bütün dünyada adeta fırtınalar estirebilmektedir. Oysa ‘başörtüsü’ (yani tesettür) bir silah değildir, bir afiş, pankart, bir siyasi toplantı, miting, protesto, boykot veya bir kıyam (kalkışma?) vb. değildir. Bir mümine kız ya da kadının sokağa çıktığında -Allah’ın emri gereği- giyindiği dış elbise ve başına örttüğü örtüden ibarettir. Ama galiba tesettür bu sayılanların hepsi -ve daha fazlası- olmalıdır ki, ülkelerde büyük çalkantılara sebep olabilmektedir. Günümüzde çokça sulandırılmasına, birçok kadında Allah’ın emri olmaktan, bireysel özgürlük hurafesine evrilmiş olmasına rağmen tesettür yine de tek başına gavurla olan mücadelesini sürdürmektedir. Fransa Milli Eğitim Bakanlığı tüm okullarda başörtüsünü yasaklayan bir genelge gönderme gereği duyuyorsa; Fransa’da merkez sağ ve merkez sol partiler, feminist gruplar, masonlar, cumhuriyetçi ve laikçi aydınlardan oluşan cephe başörtüsünü Fransız yaşam biçimine bir tehdit olarak görüyorsa; Müslümanların domuz eti yememesi, Müslümanların yaşadığı laik ülkelerde birtakım düzenlemeler yaptırabiliyorsa; Fransa hükümeti, kendi laik yaşamlarına uyum sağlamaları için (sömürgecilikten kalma bir refleksle) mesela imamları eğitmek gibi bir işe girişiyorsa; Fransa’da İslam’ın olmaması için hükümet bir Fransız İslam’ı üretmeye yelteniyorsa (Ömer Çaha, Fransa’da İslam Karşıtlığı ve Laisizm, İst-2011) bütün bunlar, İslam’ın gücüyle olmaktadır.
İslam’ın gücünü bütün insanlık daha henüz görmedi. İslam’ın gücünden haberdar olmayanlar sadece, asırlık dozlarda narkoz almışçasına uyuşuk ve baygın vaziyetteki kimi Müslümanlardır.
Türkiye’ye gelince, burada laik ve demokrat cephenin bütün bileşenleri İslam’ın gücünü bilmekte, bunu da Müslümanlara anlatamamaktadırlar. Türkiye gibi beldelerde İslam müminlere umut, mümin olmayanlara iç yarası olmaya devam etmektedir. Gayri müslimler İslam adına ülkenin en mutena köşesinde bir yaprak kımıldasa, büyük şehirlerde İslam fırtınasına dönüşeceğinden endişe etmektedirler. Bu toplum, helak edilen toplumların uğradıkları bütün duraklara uğrayarak, sonuçta ya İslam ya da helak seçeneğiyle baş başa kalacak ve kurtuluşun yalnızca İslam’da olduğunu anlayacaktır ama önemli olan, biz Müslümanların gafletimizi ölümcül hale getirmeden, hayata, var olmaya, İslamî mücadeleye yeniden dönmemizdir. Aksi takdirde Cenabı Allah’ın, bizi yok edip, bizim yerimize Allah’ı sevecek, Allah’ın da kendilerini seveceği bir toplum yaratması mümkündür.
Ne buyurmuştu Rabbimiz: “Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytin (yağın)dan tutuşturulur. Onun yağı neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Nûr üstüne nûr. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (böyle) temsiller verir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr, 35).
İslam işte bu temsildeki ‘zeytûne’ gibidir; dostları onu mehcur bırakmış olsalar da o yine de insanlığa, kâinat çapındaki bir deniz feneri gibi parlamaya, yol göstermeye devam etmektedir. Kim bilir, dostları değilse de düşmanlarının, İslam’ın kıymetini bilecekleri ve tüm yeryüzünün İslam’ın nûruyla aydınlanacağı günler belki de yakındır.